Bireyi belirleyen
benliğin durumudur. Bireyin gelişimi, benliğin seyri, evirilmesi (tekâmülü) ile
paralellik arz eder. Benliğin aktif olmadığı birey akli, hissi ve genel anlamda
zihinsel açıdan mükellefiyetten beridir, muaftır. Bu halde herhangi bir biçimde
ahlaki yüklenim, dolayısıyla yetkinlikten söz edilemese de, insani
fonksiyonlardan tamamen ayrılık, yani en başta haklardan mahrumiyet söz konusu
değildir. Zira beden en azından organizma olarak muhtaçtır. Dikkat edilirse
“benliğin oluşmadığı değil, aktif olmadığı” söz konusudur burada; zihinsel
engelli olarak nitelendirilen bir insanda benliğin durumu, engelsizden aktivite
dışında kesinlikle farklı veya ayrıcalıklı değildir. Asıl ayrıcalıklı olan
engellinin durumudur. Normal bir seyir içinde bu ayrıcalık engelsiz kişi
açısından pozitif yüklemli olmalıdır. Bunu kavramak ve uygulamak “boyun
borcu”dur. Çıkarım olarak; benliğin durumunun bireyi belirlemekte, bireyin de
haklar, sorumluluklar ve yetkinlikler ile donatıldığını ve bunların etkileşim
içinde olduklarını; bundan hareketle etkileşimin odağında zihinsel işlevin
oluşturuculuğunun, yani zihnin, gerek benliğin gerekse buna bağlı olarak
bireyin gelişimi ve konumlanmasında öncel derecede belirleyici ve insana has
bir varlık ya da “şey” olduğunu varsayabiliriz. Buna göre; zihnin, benlik ile
bağlantısı sorgulanabilirlik aşamasına erişir. Bu noktada veya daha önce
“zihin” olarak adlandırılanın ne olduğu ve burada onunla kastedilenin kavramsal
çerçevesini belirtim elzemdir.
Gerek Türkçede
gerekse diğer dillerde zihin dendiğinde anlaşılan nedir? Ortak nokta, zihin
sözcüğü birliğe dayalı, tek ve bütünsel anlamlı içeriğe haiz olmamakla
birlikte, sözcük umumiyetle tarihsel gelişime bağlı olarak felsefe, teoloji,
psikoloji ve günlük dilde/bilgide, hatta bilim teorisinde farklı anlamalara,
kullanımlara haizdir. Ayrıntıya girmeden bizim burada zihin ile işaret
ettiğimiz, insanın bilişsel yetenekleri ve özelliklerinden hareketle bilhassa
düşünme ve tefekkür ile bunların ürettiklerini, somuttan-deneyimden
beslenmesinin yanı sıra soyuta ve bunların arasında gidip-gelen türetimlere ilişkin
olanları –soyut, somut ve ikisinden de sentezlenen basitten karmaşığa olan
bağlamda- çevreleyen, aynı zamanda çevrelenen varlık ya da “şey” olduğunu vurgulamamızdır.
Özellikle 19. Yy.dan itibaren yozlaştırılan, yapısalcılığın (pozitivizm)
dogmatik duruşuyla zihinsel yolsuzluğa uğratılan ve yeni zamanlarda post modernist yaklaşımlarla adeta sırf
bilime karşı yüceltilen “saçma metafiziğin” kaynaklık ettiği değil (bu bir
aşağılama değil, post modernin zamanla oluşan küçümseyici diline karşı
abartılan bir deyiştir); özgün felsefi üretim ve birikimi sağlayan esnek ve
eleştiriye açık felsefi yapılanmayı ve onun ürettiği bilim öğretilerinin ve
teorilerinin dayandığı, aynı zamanda kendisinden başka her türlü farklılığı kabul
eden ve özsaygısı ile onlara da saygıyla beslenen zihinden söz
etmekteyiz. Hele ki sıklıkla -dini teolijinin başlıklarından olan ve- Türkçede
ve bazı diğer dillerde de nedense (soyut benzeşme?) “ruh” kelimesi ile
özdeşleştirilen kavramsallaştırmadan tamamen ayrı bir olgudan bahsetmekteyiz
“zihin” kavramı ile. Zihin tasvir, tarif, anlama-kavrama, anlamlandırma,
öğrenme, açıklama ve tekrar sunma, yönlendirme ve öğretme gibi boyutlarla
donandığı gibi, hatırlama diye adlandıracağımız muhteşem işlevin karmaşık bir
araçlar sistemidir. Bu sistem, beyin, zekâ, akıl ve hatta belli bir ölçüde
sezgi-keşif olarak çevrelediğimiz mefhumlarla bağlantıda olduğu için, bunlar
arasındaki etkileşim de son derece karmaşık ve çok sayıda varsayımsallığa müsaittir.
Ancak, anılan mefhumlar ile ilgili yapılan saptamalar; örneğin beyine ilişkin
araştırmalar ve bunlardan yapılan çıkarımların dayanağı deneyler, gözlemler ve
izlemeler henüz yetersiz ve tartışmalı olduğundan, halen alan hâkimiyeti
soyutundur. Maddi olana mal edebilme çabaları yetersiz kaldığından, materinin
anlam, içerik ve kapsama sahası defalarca revize edilmiştir; öyle ki enerji madde
kavramına içkin kılınmıştır. İdeoloji ve buna bağlı dogmatik, doktrin tutkusunun
kolaycılığı ve hazinliği burada da zuhur etmiştir. Bizim burada zihin
kelimesini kullanmamız, ağırlıklı olarak felsefe ile olan bağlantısına
dayanmaktadır. Felsefeden kastımız ise, felsefe (philosophia) sözcüğünün
etimolojik anlamı olan “hikmet-sevgisi”dir.
Benliğin biçimlenme alanı
maddeden zihinsele değin kapsayıcıdır. Zihinselin işlevi insan için üst düzeyde
belirleyicidir. Yetenekler inkâr edilemez, ancak zihinle olan bağıntı zayıf ise
körelirler. Zihnin, düşünme, bilinç, tecrübe, donanım, yetkinlik, araştırma vb.
birçok özellikler üzerindeki etkinliği, bunların ve böylelikle benliğin
gelişimindeki rolü yadsınamaz. Ama burada asli soru bunlardaki gelişimin geri
dönüşümsel tesirinin ne olduğu; daha doğru bir deyişle zihine herhangi bir
katkısının olup olmadığı ve daha önemlisi katkının kalitesi ile zihinde
genleşme-genişleme sağlayıp sağlayamadığıdır. Anlama ve kavramaya ilişkin
iyileşme veya zihnin çabuk işlerlik kazanmasının yanı sıra daha fazla ve
çeşitli, etkin bakış açılarının kazanımı zihnin durumsallığı açısından birer göstergedir.
Tüm bu oluşların değeri küçümsenemez. Ancak, benliğin gelişimi ve durumuna
ilişkin zihnin işlevselliği bireyin durumu açısından daha önemlidir. Zihnin
özgür ve titiz fonksiyonu, bireyin de o ölçüde ve izafi –bu bağlamda görecelik
tipik anlayıştaki düşünmedeki kısmi savrulmayı ve buna bağlı izafiyetçiliği
kast etmez; maksat çeşitliliğin-zenginliğin vurgulanmasıdır- olarak
öz(ü)gürlüğünü, bağımlılığa karşı tavrını, hareket sahasını, gelişimini,
karakteristiğini ve özellikli sıfatsal kalitesini belirler. Bireyin bireyleşme
yolundaki köprüsü bunlardan oluşur ve bunların seviyesi görece de olsa
bireyselliğin biçimlenimini belirler. Zihnin benlik üzerindeki formasyonu, önce
bireyleşmeyi ve bunu müteakip bireyselleşmeyi içeren entegrasyon süreçlerini kapsar.
Fakat diğer yandan benlik de aynı prosesin içindedir, yani bireyselliğe yol
alan insanın benliği de aynı gidişata mündemiçtir. Bu nedenle, iki oluşumun
ayırt edilmesi zordur ve bizler insana dair konuşurken onun kişiliğinden söz
ederiz; kişilik-kişisellik olarak nitelediğimiz aslında benlik ve bireyselliğin
yekpare hale getirilmesidir. Ancak, özünde bu tümlük bir sistem olarak benliğe
özgüdür ve bir sistem olarak benliğin durumu, seviyesi onu sarmalayan
sistemlere ve kendine özgü unsurlara bağımlıdır. Benlik yaşayan ve varoluş
izafe edilen, en başta yaşamaya, varolmaya ve buna ısrarla devam etmeye son
derece bağımlı, madde ve mana yönü bulunan “şey”dir. Benliği “şey” olarak
nitelememiz soyutluğunun ağırlığından, somutunun ise tezahürde yansımasından, görünürlüğündendir.
Benliği “şey” düzeyinden varlıksalıma/mevcudiyete taşıyan sırasıyla bireyleşme
ve kısmen bireyselleşme olup, toplum içinde karşılığı ‘birey olma’dır.
Bir anlamda
bağımlılığın göreli azaltılması, özellik-bütünsellik hissine paralel oluşan
bireyleşmenin seviyesi, bireyselliğin erişimini gösterir. Yani, her sistemin
bireysellik derecesi onu kapsayan sistem ve onun unsurlarına bağlı olarak
belirlenir. İnsan açısından anlaşılabilir, tolere edilebilir düzey
bireysellikte kalabilmesidir. Ancak, insanın tüm bir yaşam içindeki uyumlanma
ve bütünleşme sürecinde sistematik olarak bireysellik derecesi artar, fakat
aynı zamanda ters orantılı olarak insanı gerçek anlamda insan yapacak olan
sistematik öğeler, enaniyetin-benmerkezciliğin etkisi ile zayıflamaya
meyillidir. Bu aşamadan sonra, insanın sorgulaması gereken bireyselliğin neye
dönüşebileceğidir? Bu yapılmaz ise, bir sonraki aşama bireyselliğin
“tamlanması-mutlaklaştırılması-yegâneleştirilmesi”, yani bireyciliktir (individualism). Bu safha
barındırdığı riskler ile insan için ya kemalâta ya da zıttı cehâlete
yönlendiricidir. Maalesef sıklıkla yaşanan bireyci kişinin içine sürüklendiği
enaniyetin zindanıdır ki, halk arasında bencillik olarak adlandırılır.
Benliğin
birey üzerinden bireyselliği ve oradan bireyciliği oluşturma kabiliyeti,
insanın ayrılmaz niteliği ve sınırlı ürünü “kütle’yi” veya İbn Haldun’un
kavramsallaştırdığı “asabiyye’yi”, günümüzdeki modernist tabirle
cemaatları-cemiyetleri, çeşitli sıfatlarla nitelik kazandırdığımız
toplulukları, müteakiben toplumu, yani neticede bireyciliğin çeşitli formlarını
adeta yaratır. Bu yaratım temelde günümüzdeki modern devleti de ortaya çıkarandır. Dayanağı
milliyet-çiliğe, bu demden de “milli çıkardan (national interest)” güvenlik ve “kendini
zorla kabul ettirme (self-assertion)” ve dahi bunun için tüm araçları meşru
kılan “devletin asli nedenine (Fr. raison d'État, İng. reason of the State)”
değin uzanır. Velhasıl, en küçük örgütten devasa organizasyonlara, aygıtların
mekanizmaları ve sistemsel çıkarımlarının tohumu-çekirdeğinde benliğin
aktivitesini okumamız mümkündür. Ama bu okumanın derinliği, samimi olarak
anlamayı koşullar ve kendisi ile gerek modernist yüzeysellik gerekse post
modernist izafiyet anlayışının veya her ikisinin analitik bakış açılarını “yegâne”
haline getiren yaklaşım, diğer bir deyişle “ideolojik dogmatizm” ve/veya “kısır
pozitivizm/olguculuk” arasına en baştan mesafe koyar. Okumamızın dayanağı,
aklın eleştirel potansiyeli ile insanileşmenin akıl ve gönül dengesini
önceller.