22 Temmuz 2013 Pazartesi

İş’in Teorisi – 6/1: Birey ve Benlik Problemi

Büyük olarak nitelendirilen birkaç şehirden oluşmayan bu ülke, tikel yerelliğe de sığamayacak kadar büyüktür. Büyüklüğü sadece yüzölçümü, nüfusu, üretimi vb. verilerinden değil, barındırdığı ve fakat buzdağı misali görülmediği, ama kısmen, sıradan da olsa duyulduğu veya bilindiği halde sırladığı “keşf-i kadimden beslenerek vaz-ı cedide” yönelmede insana çeşitli yollar ile seçenekler sunan potansiyelindedir. Bu yönelmede ilk adım, dünyanın sadece kendimizin addettiği olmadığını fark edip, kendimizle veya daha derin anlamda benliğimizle özdeşleştiklerimizin neler olduğunu görüp ben’i çıplaklaştırmaya başlamaktır. Bu, şeylere karşı-dair mesafe koymakla, nötr olmakla; bir nevi müsavi duruş oluşturma için çalışmakla başlar. Mesela Montaigne’in çarpıcı bir ifadesini ele alalım: İnsanın kendisiyle arasındaki fark, bir başkasıyla arasındaki fark kadar büyüktür. Böyle olduğunu farz ettiğimizde, bu ifadenin içeriğindeki iddiaya karşı mesafe koyabiliriz ya da tamamıyla kabulünde ise verileni üstlenmenin dışında çerçevelendirmeyi gerçekleştirerek, ucu açık kalabilecek daireyi kapatarak çemberi oluşturmuş oluruz. Kapatılan her daire, çerçevelenen her verilmişin kabulü çoğunlukla farkına varamadığımız karantinaları, tecritleri yapılandırdığımız anlamına gelir bir bakıma; bilinçli ya da bilinçsiz. Ama neticede, Pinky’nin The Wall’indeki gibi “… Böyle olduğu sürece, kendimiz dâhil her şey duvardaki bir tuğladan ibaret (all in all you're just another brick in the wall)” noktasına sürükleniriz. Ve zindanımızın duvarlarını yakın ve uzak olduğumuz objelerle beraber örmeye başlar ve devam ederiz. İnsan olarak bizi etkileyen her türden oluşa karşı öncelikle mesafeli duramıyor, kabullenmelere açık oluyorsak; özgünlüğümüzün bloke edilmesine, sürüden bir eleman olmaya kapıları açıyoruz demektir. Hal böyle olunca bahsettiğimiz özgürlük ve özgünlük verilen kadarı olacaktır, alınmak-erişilmek istenen değil.  

Sıhhat bulması istenen bir rahatsızlığı dairelerle kuşatmaya mahkûm ettiğinizde bu anlaşılabilirdir. Ama sıhhatlinin aynı uygulamaya maruz kalması başlı başına problematiği doğurur ve bunun çözümü oldukça zordur. İster tavsiye, ister takviye veya fikri açılım sunduğunuz bir temada sorunsalın aşılması, çerçeveleneni sahiplenenin (ısrarlı) tutumu nedeniyle neredeyse imkânsızlaşır. Bu bağlamda kritik bir nokta da zihinselin kristalleşmesi ile bir işin uzmanı olmak arasındaki –kısmi de olsa- tuhaf bir ilişkinin olabilmesidir. Bu durum şu ters orantısal münasebete neden olabilir: Benlik duygusundaki gerilim ne denli yüksek seyrederse, farklı yaklaşımlara açık olabilme özelliği de o denli düşük düzeylerde seyredebilir. Bu asal çelişki genelde kaçınılmaz kılınan olarak karşımıza çıkmaktadır. Kaçınılmaz kılınanın kemikleşmiş halinin bir kademe ötesi, hangi adlandırma ve/veya sıfatlandırma ile olursa olsun, herhangi bir anlatının mitleşmesidir. Her ne kadar bilimsel teoriler ideal anlamda bu tasniflemenin dışında tutulsa da, gerek sözde bilimsel olabilen önermelere dayalı formülasyonlar gerekse bilhassa post modernin getirisi olan çeşitlendirilmiş fikri açılımlar güçlü bir mitleşme potansiyeline haizdirler. Nitekim günümüzde neredeyse bilimin reddiyesine vardırılan post modern metinlerin bazılarının, hatta çoğunun terminolojisi bir nevi keyfi biçimde yine bilimden kotarılan olmasıdır.

İnsanlık tarihinde yerini alan mitoslar, ortaya çıktıkları zaman ve mekân ile o konumlanmada kullanılan lisan ve kelamın tarafımızca tam olarak bilinmesi durumunda mahiyeti ve anlamı yönüyle kavranabilir olacaktır. Yani gerek şifahi gerekse yazılı olarak aktarılanların anlaşılması için “bağlam” olmazsa olmazdır. Peki, bu türden sunulanların bağlamı nasıl ortaya konabilir? El cevap: Hiçbir şekilde! Zira mitlerde “araştırmanın mantığı” yoktur, sadece mantıksal görünümlü tamlamalar vardır. Bağlamsız anlatılar da bol miktarda ve küçümsenmeyecek oranda alegoriler, mecazlar, semboller aracılığıyla sadece hoş anlatılanlar mesabesinde kalmazlar. Bağlamı sağlamak için insan marifetiyle sözde tarihsel ilişkiler tesis edilerek belirli bir zemine oturtularak talepkârlarına arz edilirler. Bunların irrasyonel metodolojisi çoklu analojiler türetmektir. Batıllığın en alt seviyelerinden biri olarak nitelendireceğim bu nevi tarihsiciliği besleyen ana akımlar hiçbir etik sorumluluk taşımayan ve para ile güç devşirmenin aracı haline getirilen ezoterik, okültizm, spiritüalizm, parapsikoloji, mistisizm derken post modernin tekrar yaygın canlanma-tazelenme sağladığı yeni sürüm öğretiler aracılığı ile metafiziğe entegre edilen alanlardır. Düzeyli, ortalama bir şekilde rasyonel durmaya çalışan insana karşın; burçlar, kehanetler, fallar ve enerji varlıklarla hareket eden insan yüzyılımızda iyice belirginleşmiştir. İnsana dair keşfettikleri maddi ve manevi boşluğu öncelikle kendilerine özgün oluşturdukları “kişisel gelişim” anlatıları-bıdı bıdıları ile doldurmaktadırlar.
 
New-age akımlardan olan Gaudiya Vaishnava teolojisine göre mantra olarak kullanılan Hare Krishna, 70’lerin başında cemaat niteliğine bürünerek başta gerçekten samimi gençlerin batıya taşıdığı mistik akımların ilk ses getirilenlerinden biri olarak doğu mistisizminin öne çıkan hareketi olmuştur. Sonraki on yıl içinde pop kültür yansıması haline gelen mistik akımlar 80’lerle birlikte batıda taban bulmaya başlamış ve post modernin fikri yaklaşımlarında önemli rol oynamıştır. Batının rasyonalitesinde kırılma noktası, post modernitenin dünya görüşlerinde bilimsele karşı geliştirdiği alternatif düşüncelerden belki daha fazla ses getiren mistifikasyon günümüzde kişisel gelişim olarak adlandırdığımız alanı sarmalamıştır. Marx’ta toplumsal manipülasyon ile gerçekliği çarpıtmaya yarayan mistifikasyon, günümüzde gerçekliği çeşitli şekillere bürüyebilen etkili bir araç olarak iş dünyasında özellikle yönetici sınıfı arasında önemli bir rol oynamaktadır. Bu satırların yazarı, yaşamın hemen her alanında çok sayıda insanın çeşitli gurular, şeyhler, hocalar (!) aracılığıyla kişisel gelişim yolunda nasıl dramatik durumların kurbanı olduğuna şahit olmuştur. Paramparça olan, yıkılan yaşamlar, intihar vakaları, cinnetler, savrulmalar vb. Soğuk savaş döneminin nispeten eziklik duyan insanı için birey olabilmesinin yolunu açan bu programların etkinliği ilginç pratik tarzlar ortaya çıkarmıştır. Astrolojisiz girişimde bulunmayan iş insanları, icat edilen bireye yönelik spritüal yöntemselliği öne çıkaran lider olma saplantılı yöneticiler ve pek çok sayıda kişi bir yandan hazcılığın eşlik ettiği birey olma arzusu, diğer yandan secret-vari kuantum sıçramaları vasıtasıyla tanrılaştırılan evren rabıtası ile özgüvenin temelini atmıştır. Bu temel üzerinde yapılandırılan benlik, içselliğinde (?) bilginin sırrını (!) nihayet yakalamıştır: Ne istiyorsan elde edebilirsin, yeter ki pozitif düşün ve ol!                  

 

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...