27 Ekim 2016 Perşembe

Kayıp Terbiyeyi Aramak: Piyasalaştırılan Eğitimin Kritiği-1

Terbiyenin yönlendirmediği eğitim-öğretim insan zihninde dengesiz düşüncelerin, hatta bundan hareketle bazı hususlarda dünya görüşlerinin darlaşmasına yol açmasına ve dogmatik saplantıların oluşmasına sebebiyet vermektedir. Mesela son 30-40 yılın başat konularından biri olan “çevrecilik” dahilindeki pek çok sorun terbiyenin alanına girdiği halde, tersinden okumalarla meselenin salt eğitime dayandırılması kifayetsizliğin göstergelerinden başka bir şey değildir. Aynı şekilde yine çevreyle bağlantılı olan insanın tüketime yönelik eylemlerinde şuurlu olmasını vazeden ‘felsefi’ vurgulamalar da, eğitimin dar çerçevesine indirgenerek sıkıştırıldığı için tatmin edici sonuçlar elde edilmesinden uzakta kalmamıza neden olmaktadır. Halbuki terbiye ile insana gösterilmeye çalışılan edim bir taraftan bilinçli tüketim olarak lanse edilen ama aynı çemberin içinde sürekli daha fazla israfa iten ve ekonomik realite olarak empoze edilen çarpık büyüme-kalkınma sistematiği değil, şuurlu bir şekilde uygun ve yeterli yararlanmadır. Şuurlu faydalanma yalnızca erinç sağlamaya yönelik değildir; aynı zamanda anlam oluşturmak suretiyle değer(leri) inşa etmektir. Burada popüler anlamda pompalanan bir takım pozitif yüklemli, bireyci değer olgusundan veya bilimsel manada problemli olan “değer yargısına” işaret eden konudan söz etmiyoruz; bahsettiğimiz husus basit anlamda insanın kadimden bu yana ortak belirli hususlarda mutabakata vardığı insani-toplumsal değer kavramı ile alakalıdır.
Terbiye çok yönlü okumanın, yani öğrenme ve anlama ile geliştirmenin ve bunlara dair temeller üzerinden fikirler üretmenin yolunu-yordamını, yani usüllerini ortaya koyar. Peki; eğitim-öğretim ile kısıtlanan dünyanın sunduğu nedir? En basitinden “şu şey” bilimseldir veya değildir ifadesinin çıkarımını dahi okuyamayan, araştırmanın mantığı hakkında söyleyecek sözü olmayan ve dahi bilimin hangi sınırlar içinde hangi yollar-yöntemlerle her zaman için yanlışlanabilir teoriler aracılığıyla bize uygulamaya yönelik ama kesinlik arz etmeyen ‘geçici’ ve değişebilir model imkanlar sunduğunu ve bilimin bilgi edinimindeki yollardan sadece birisi (ama önemli birisi) olduğunu bilmeyen, bilim dendiğinde yalnızca pozitivist yaklaşımı algılayan ve bu vehimde oyalanan onca “okumuş-yazmış ve eğitimli” insan çevremizde ahkam kesip bu türden hükümler ön yargılarla çerçevelenmiş iken; sözün bittiği yerdeyiz demektir. Yüzeysel veya derin, hangi türden bilgi olursa olsun; aktarımı ve alınışı kişinin algıladığı veya anladığı kadardır. Süzgeçten geçip kalan ise çoğunlukla bilgi kırıntılarının oluşturduğu ve yaşamı ‘idare ettirmemizi” sağlayan intibalardır. İnsan etraflıca tefekkür etmeden, akıl yürütmeden koşulların yönlendirmesiyle hareket ettiği sürece içinde bulunduğu hakim olan mevcut düzeni ve sistemi muhafazaya yönelik getiriye odaklı piyasaya sürülen ve devredilen malul fikirlerden müteşekkil paket programlarla şekillendirilir. Ve biçimsel açıdan hangi türden olursa olsun -az veya çok adil olmasından bağımsız- düzen-sistem bileşkesinin ağırlık noktalarından belki de en önemlisi maddi-manevi sömürüye dayalı olmasıdır. Sömürü de geniş meyanda ‘politikanın türetimlerinde’, yani politikanın tüm süreçlerinde (İng. polity) ihtivasını (İng. politics) ortaya koyarak görünür yapılanmasının (İng. policy) çatı düzeninden neşet eder. Askeri güç, ekonomi, teknolojik gelişim vb. tüm niyet ve aksiyonlar politiktir ve amaçlarla paralel belirlenen hedefler ve kapsayıcı stratejiyi üreten politik akıldır. Modernite ile birlikte önce felsefi daha sonra ise bilimsel araçlandırma öteki(leri)ni galebe çalarak geniş kapsamlı sömürü vasıtasıyla kaynak sağlamaya yöneliktir. A. Smith’in de dediği gibi “… zengin ülkeler için sömürgecilik, girişebilecekleri en iyi iştir.”1 
‘Modern’ eğitimin tarihi çeşitli eleştirilere ve yapılan reformlara rağmen tatmin edici olmaktan uzaktır: bahusus teknik öğretim ve eğitim güncel gelişmelerin gerisinde kalmaktadır, çok yönlü ve bütünsel düşünebilme yeteneği dogmatik didaktik anlayışların baskınlığı nedeniyle kısıtlanmaktadır, analitik düşünme çoğunlukla az sayıda alana sıkıştırılmaktadır. Entelektüel yaklaşım fikri yönetme arzusu ön plana geçtiğinden (liderlik efsanelerinin ön plana alınması gibi ranta dayalı kandırmacı sebeplerin bunda küçümsenmeyecek payı vardır) ihtimallerin göz önüne alınmamasına ve tembelliğe yol açmaktadır; yöntem bilim ve anlamlandırma-yorumlama bilgisi adeta es geçilmekte, kritikçi-akılcı metodlarla yaklaşımların yerine ikame edilen verilenin kabulüne yönelik kolaycılık ve popülerlik sunan, ama içi boş faktörler ön plana çıkmaktadır. Genel kültür bilgisinin önemi adeta unutulmuştur, sömürüye dayalı her şeyi tüketilmeye elverişli kaynak olarak gören anlayışın oluşturduğu sistem ve düzenin oluşturduğu ‘insan resmi’ tabii görülerek her türlü vahşete kadar sürükleyen “insan-merkez ve çevre” kandırmacılığı insana insan olma ereğini kaybettirmiştir. Kapitalist sistemin aceleci ve karışık düzeninde insan geçici haz ve konforu, anlık keyfi mutluluk zannetmektedir. Bu türden aldanışlar, alete ve araca bağımlı tüketim alışkanlığı türünden vücudu sarmalayan virüslere bağışıklık kazanıldıkça, maddi ve hatta manevi arzular kurgusal metaya dönüşmüştür; insan adeta yeni sandığı mikropların arayışına, bunun içinde farkına varamadığı kaosun kucağına düşmüştür. Halbuki insan yaratılışındaki hali dünyada tekrar kazanma seçeneğine sahiptir; (“…gerçek şu ki biz insanı en güzel şekilde yaratırız. Ve sonra onu aşağıların en aşağısına indiririz.” Kur’an-ı Kerim, 95/4-5).
Sistemin ustalıkla ürettiği hususlardan biri de siyaseti ve tarihi soyutlama yoluyla insanı ‘gizemli metafiziğe’ meylettirmesi ve bu sayede dogmatik tarihsici yaklaşımı yöntemselleştirmesidir. Bu meyanda -misalen- siyaset ile ırkçı retoriğe yöneltilerek üstün ırkların diğerlerini sömürmesi, tarihsicilik ile ise bunun tarihin akışı içinde normal olduğu hissi takdim, hatta empoze edilmektedir. Bu iki unsur, bazı toplumsal katmanları potansiyelleri nisbetinde anılan metafizik mahiyetli vazifeyi yerine getirmek için, gücün hükümranlığını ve ona çok yönlü ve yer değiştirilebilir olarak alet edilen bilginin ve nihayetinde modernitenin üreticisi bilimin aracılığıyla somut hemen her şey üzerinde tahakküme vesile kılmıştır. Bununla birlikte çekirdeğinde edebin, güzel ahlakın ve erdemin yer aldığı terbiyenin sömürüye ve tahakküme karşı oluşturduğu bilinçli önleyici, sınırlandırıcı ve haddini bilmeye yönelik pratik öğretileri ve ‘hal ilmi’, arsızlaştırılan eğitim-öğretimin sınır tanımazlığı ile bastırılmıştır. Meta şuura galebe çalmıştır.
Bilginin olmadığı yerde terbiyeden söz etmek nasıl olası değilse, aynı şekilde eğitim ve öğretimden de bahsetmek mümkün değildir. Ama her iki halde de somutu belirleyen iki önemli öğe rol oynamaktadır: birincisinde manevi, ikincisinde maddi yaklaşım. Burada ortak unsur, her iki halde de tarafların kendi açılarından mühim saydıkları beklenti olan getiri gerçekliğidir; getiri ise yönelimlere paralel olarak manevi veya maddi niteliklidir. Veya niceliklidir! Bilgi gerek felsefenin gerekse bilimin temel taşıdır, aynı zamanda çatısı; hatta yapının bizzat kendisi. İnsanlık tarihindeki gelişimde bilgi iki ana yolda zemin bulmuştur: aşkın (transandantal) bilgi -ki metafizik ve felsefe bu yolun kollarıdır- ve bilimsel bilgi (enstrümental) -ki modernleşme ve teknoloji bunun ürünleridir-. Her iki bilgi yolunu kapsayan ana çatıyı ise ‘ilim’ olarak adlandırıyorum (her ne kadar kültür havzamızda ilim ile bilim arasında bazen ayırım yapılmasa da; ya da tam tersine biriyle dini-manevi, diğeriyle dünyevi bilgi kastedilerek tümsel bir ayrıma gidilse de). Söz konusu ilim-bilim üzerine bir mevzu ise bu husus çok sayıda alt başlıklar ve girift konular barındırsa da, burada konumuzun esası bilgi ile terbiye arasındaki bağlantıdır.
Eğitimin ve öğretimin soruna evrilmesi bilginin sınırları belirlenemeyen bir güç olmasının farkına varılması ile tezahür eder. Terbiyenin edebe ve görgüye dair kodlarını ve ‘hudutlarını bilme’ yönü insana sunulan tercih ile yakından, hatta en öncelikli derecede ilişkilidir. Şöyle ki; insan için bilgi ya hakikati bilme, ona yaklaşma yolunda bir vesiledir ya da sırf dünyevi arzu ve isteklere kavuşmak, yani maddi amaçlar için uygun bir vasıtadır. Buradan neşet eden sualin cevabı kişinin samimiyetine kalmıştır: gerçekte problemin çekirdeği bilginin araçsallaştırılmasında değil; ne için, ne şekilde ve nasıl aygıt kılındığı ve erişimin sonuçlarında yatmaktadır. Basit şekliyle sonuç(lar) ve ona götüren süreçler herkes ve her şey için iyi midir yoksa kötü müdür? İşte tam da bu noktada insan evladının yaşamı süresince pek çok konuda başvurduğu bir gerekçe -bazen de bir bahane- ve ona dair söylem, temellendirme devreye girer: meşruiyet ve buna dayanarak haklılığın sunumu. Ancak işin içine bilginin araçsallığı girince meşruiyetin sorgulanması -bir yönüyle- kaçınılmaz olmaktadır ve bu durakta can alıcı soru şudur: kendini kainatın merkezinde konumlandıran insan nihai olarak ve genel manada olabildiğince hakikate ve kendini tanımaya mı yoksa meşruiyete mi yönelmiştir; ilgisi, arayışı hakikate mi dairdir, yoksa meşruiyete mi? Diğer bir deyişle; birey alet yapan insan mı (homo faber) veyahut  tanımlayıcı insan mıdır (homo depictor)?


1 Adam Smith, Reichtum der Nationen, Anaconda, 2013

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...