26 Haziran 2014 Perşembe

İş’in Teorisi – 7/2: Sivil-lik ve Sendika – Malayaninin Sorgulaması

Bir toplumda inşa edilen politik ve sivil alt- ve üstyapının karakteri o topluma özgü olmalı ve potansiyel her türden oluşabilecek ayrışımları göz önüne alarak; bunların sözel, kavramsal ve uygulamayı da kapsayan nötralizasyonunu temin edecek şekilde, geniş taban yayılımlı toplumsal katılım vasıtasıyla samimiyetle ve yumuşak yönetim tarzında temelden çatıya her uzamda pratiğinin de saydıklarımızı taşımalıdır. Bu noktada düşündürücü olan şu problematiğe ilişkin varsayımımız olabilir: Uygulamanın pragmatikleştirilme riski. Hakikaten de insan evladının edimsele ve gerçekleştirmeye dair ürettiği en başarılı -beşeri-sosyal paradigma, yararcılığa (pragmatizme) dayalı olanıdır. Gerçek anlamda rejimin cumhuriyet ve yönetim tarzının da sürekli gelişime açık –çoğulcu ve katılımcı- demokratik bir değerler dizini olduğu farz ediliyorsa, bunun icaplarının da her alanda ve toplumsal katmanlarda içtenlik ve ciddiyetle yerine getirilmesi zorunludur. Bu da maddi ve manevi her türlü yararın anlam kazanarak, yani sağlam bir değer oluşturarak, adil bir şekilde her bir bireyin olabildiğince çıkarına uygun olmasıdır. Bunun mümkün olan en iyi biçimde gerçekleşmesi, entegre edilemeyecek olan farklı kültürel değerlerin zorlamayla topluma enjekte edilmemesine bağlıdır. Zorlama ve uyumsuz değer aktarımı, toplumun belirli kısımları için “ana potada eritilmekten” öteye gidemez. Dünya üzerinde hangi ülkeye bakarsanız bakın, bunun çok sayıda örnekleri görülecektir. İleri ve gelişmiş ülkelerde özümleme işlevi çoğunlukla uyum-bütünleşme adı altında örtülmekte ve yukarıda bahsettiğimiz pragmatiğe rahatlıkla kurban edilmektedir.  Aynı şekilde, farklılıklar arz eden karma kültür-ler-den (Avrupa-batı) alınan, üstlenilen veya aktarılmaya çalışılan öğelerin tümünün zaten kendi içinde çoklu-karma bir kültür zenginliği barındıran bir toplumun bütün katmanlarında aynı karşılığı bulması olanaksızdır.
Örnekseme olarak; iş yaşamında mekânı temsil eden işletmelere baktığımızda, işveren tarafında yönetim olgusu açısından, bir ülkede olduğu gibi üstyapının şirket politikaları –ne denli gelişmiş olduğunu bir yana bırakırsak- tarafından oluşturulduğunu varsayabiliriz. Buna göre, altyapının oluşturucusu Sivil’e karşılık gelen işgören ve onun girişimleri vasıtasıyla oluşturulan örgütsel yapının, sivil toplumun temsil karşılığı olduğunu söyleyebilir miyiz? Bunun bu şekilde olduğunu farz ettiğimiz takdirde, sivillik ve sendika bağlantısında önemli bir problem baş göstermektedir: Sendika eğer bir sivil toplum örgütü ve bu bağlamda genel politikaya uzanırken politik toplumun bir parçası olma gayreti içinde ise, öncelikli olarak işletme bazında işgörenlerin şirket içi politikalara katılımını ve birlikte belirleme hakkını kazanmış ya da sağlamış mıdır? Ücret veya sosyal hakların adil ve olabildiğince eşit olarak kazanımından hiç söz etmiyoruz dahi; zira bunların sağlanması zaten olması gerekendir. Ama hal öyledir ki, ülkemizdeki sendikalar açısından en önemli ve adeta tek konu buymuş gibi lanse edilmekte ve maalesef çalışanların çoğunluğu da bunu kabullenmiş ve bu durum adeta tek rasyonalite haline gelmiştir. Pek tabii, bunun bu şekilde tezahür etmesi yadsınacak bir şey değildir, çünkü yegâne sermayesi emeği olan ve geçim sıkıntısı ve işsizlik korkusunu devamlı enselerinde hisseden insanlar için sosyo-psikolojik açıdan bu yöne odaklanma reel bir davranıştır; reelin ideale galebesi de olağandır. Olağan olmayan ideal olarak görülen, addedilen ve kanıksanan ereklerin reel hedeflere dönüşümünün yapılmaması, buna yönelik çabaların gösterilmemesidir. İnsanın yaradılışına uygun olarak üretici bir varlık olması ve bunun zorunluluklar yolunda kullanılması yegâne realite değildir; estetik, sanat, edimlerinde yaşam sevinci bulma, fikri ve düşünsel üretim, güzellik vs. gerçekliklerde zorunluluklar yanında severek yaptığımız faaliyetlerdir. Yani insanı sadece mecburiyetler değil, hoşlandığı ve zevk duyacağı şeyler de sarmalar. Reel ile ideal arasındaki uçurum yansıması-yanılsaması, insan için olağan olan üretici gücün, yine insan tarafından icat edilen üretim araçları dolayısıyla işletmesel aklın üretimi kurnazca teknolojiye eklemlemesi ve insanı geri plana itmesi neticesinde oluşan algı ve bu doğrultuda oluşan yabancılaşma duygusundan kaynaklanır. Aslında içinde bulunulan zaman diliminde reel olanın, öncelinde pekâlâ ideal olduğu ve bugün ideal olarak görülenin yarın reel olabileceği yalın bir gerçekliktir. Buna göre, ideal de, reel de olasılıklardır ve olanaksızlığa mahkûm edilmemelidir. Ayrıca, günümüzde reel olarak nitelendirdiklerimiz daha önce ideal olarak görülenlerdir. Ya da sufilerin deyişiyle; “aslında her şey birer rüya ve hayal mesabesindedir ve dünya âlem-i imkândır. Ama aynı zamanda bu dünyayı insan açısından zindan kılan paradokstur.” Marksist teoride önemli ve özel bir konuma haiz olan yabancılaşma, günümüzde dumurlaşma, mankurtlaşma düzeyine ulaşmıştır. Hatta düzey tam olarak fark edilemese de kişinin yalnızlaşması aşamasındadır. Piyasada genel geçer bir tarzda “farkındalık” başlığı altında işlenen temanın pek çok alt başlıklar içermesine rağmen, bu son derece önemli sendroma hemen hiç değinmemesi ise dikkat çekicidir. Yabancılaşma ve yalnızlaşma hususunda Dr. Mustafa Merter’in “Kaliforniya Sendromu” olarak adlandırdığı problem üzerine yaptığı çalışma ibret vericidir.
Kapitalin şekillendirdiği ve reel politik olarak adlandırılan ve uygulanmasına azami gayret sarf edilen olgu, ideali araçsallaştırarak kendi alanı içerisinde kullanmayı ve bu sayede sömürüsüne soyut-somut nitelikte kaynak sağlamaktadır. Yabancılaşma ve yalnızlaşmanın eczası olarak sunulan ılımlı-yumuşak yazınlar ve öğretiler, insandaki mana ve mananın gediğini doldurmak için tüketime sunulmaktadır. İnsanın maneviyatına, mana ağırlıklı yönüne hitap eden ve bilhassa son otuz yıldır pazarlanarak piyasa metasına dönüştürülen sosyo ve para-psikolojik, mistifize saha (new age -din benzeri- akımlar, sektler, yoga, meditasyon ve secret gibi moda-estetik-imaj aksiyonları, falcılık, ruh-çuluk, çoklu zeka, liderlik vb.) çalışmaları (!) reel politiğin ideali nasıl bir sömürü aygıtına dönüştürdüğünün misalleridir. Gerçi anglo sakson-amerikan kökenli politika tezleri, ağırlıklı olarak politika olgusunu tümevarımsal yöntem doğrultusunda betimler ve pratiğini reel politik olarak yürütür. Bu meyanda savaş, barış, ekonomi vs. onun parçalarıdır ve ifadelerini kendi içlerinde bir nevi bağımsız olgular gibi bulurlar. İdealizm olgusu da reel politika açısından bir parçadır ve ancak bu çerçevede usul-esas temellendirilerek zıtlaştırılır, ama aynı zamanda amaçlar açısından meşrulaştırılan araçtır. Yani reel politik, zıt kutba koyduğu her türden gerçekliği konjonktürel olarak değerlendirir ve kullanır; ötekileştirilen her şey yeri geldiğinde edimin meşruiyeti için birer araçtır. Politikanın bu bağlamda uygulandığı ortam-durumlarda her hangi bir sosyo-politik konuda ahlaki unsurların ön plana alınması ve bunlar üzerinden bir insan-toplum oluşumunun tasavvuru irrasyonel olarak görülebilir, hatta ötekileştirilebilir ve reddedilebilir. Nitekim insan ve ilintili olduğu hususlarda sosyal mühendisliğe dayalı her türlü piyasaya yönelik girişimlere karşı getireceğiniz kritik akılcı dahi olsa, “realite bu” şeklinde itiraz edilebilir. Örneğin, günümüzde kanıksanan ‘İnsan Kaynakları’ biriminin adlandırmasında geçen kaynak kelimesinin insan zihninde uyandırabileceği algıya dayalı anlayışın problemli olduğu ve bunun insana bakış açısındaki sakilliğin tescili anlamına geldiğinden hareketle kritikçi bir yaklaşım getirdiğinizde ve bu nitelemenin kritikçi analizini yaptığınızda; ya burada ismin önemli olmadığı ve mühim olanın içerik olduğundan, ya da sözde felsefi betimleme olarak bunun zaten böyle olduğu, yani insanın bir yerde kaynak olduğu ve bunun realite olduğundan dem vurularak gereksizliği dillendirilmektedir. Hâlbuki kaynak kavramı insanın bulduğu ve kullanım alanına dâhil ettiği somut-soyut bir emtiadır ve insan tarafından iyi ya da kötü şekilde kullanılır. Mühendislik kavramı Arapça ‘endaze’ kelimesinden türemedir ve basit deyişle ölçme-biçme anlamına gelir; insan üretiminin bir kısmı kavramın kapsama alanına girer, ama insanın bizzat kendisi değil. Birey veya topluluklar üzerine yapılacak mühendislik çalışmaları malul girişimlerdir, zira en baştan insanın karmaşıklığı ve hesaplanamaz bir varlık oluşu bunları açık veya örtülü zorlamaya dayalı kılacaktır. İnsan üzerinde zorlamaya dayalı uygulamalar mutlaka patlak vermeye ve sonuçta başarısız olmaya mahkûmdurlar. Bundan dolayı, beşeri-sosyal olgular geniş taban rızasına dayanmıyor ve oluşumu tabandan tetiklenip, tavanda buna göre şekillenmiyorsa sorunlu ve uyumsuz olmak durumundadırlar. Bu nedenle, Türkiye’de de sivil ve buna bağlı oluşumlar periyodik ve kısmi yürütüme haizdirler; gelişimleri ‘sil baştan’ yapılarak “kaybettirilen eşeğin bulunması” misali, ama bir önceki haline göre daha düşük ve kalitesiz seviyede yeniden yürürlüğe konur.



21 Haziran 2014 Cumartesi

İş’in Teorisi – 7/1: Sivil-lik ve Sendika – Malayaninin Sorgulaması

Türkiye’de dillendirilen sivil-leşme ve sendika sözcüklerinin, olgunun kendisi ve çıkış yeri olan Avrupa kıtasının göbeği ile ilişkilendirilmesi sonucu yapacağımız çıkarımın basit tarifi şudur: Bizdeki durum, oradaki temel alındığında malayanidir. Bu kısa ve öz tanımlama herhangi bir suç yüklemli itham içermez; sadece vakıanın ikrarıdır. İş’in araştırma-irdeleme mantığı açısından, emeğin çok yönlü sentetik kapsamı içinde yer alan birbiriyle ilintili bu iki olgunun niteliği/kalitesi önemli olmakla beraber, mübalağalı ifademiz de kavramsal dengeleme için olmazsa olmazlardandır. Baştan belirtmekte yarar gördüğümüz ve İş’in Teorisine dair en önemli noktalardan biri, mevzunun ahlaki yönünün sorgulamada merkeze taşınmasıdır. Emeğin, gerek çalışan gerekse çalıştıran için öncelliği ahlaki duruş ve davranışlarda taban bulmasıdır. Yoksa emeğe ilişkin gelişimin tarihsel veya her türlü insani birikime dayalı okuması, temel üzerindeki yapılanmanın bir nevi tahlilidir. Bu topraklarda köşe yazarı-gazete ağırlıklı entelektüel yansıma (kaynağı ve esinlenimi bulvar gazeteciliğinden kaynaklanan)  tabiatı edindiği üzere, beşeri-sosyal olgularda, son yıllarda zaten bir hayli popüler olan içeriye dönük tarihçiliğin de kolaycılığıyla ikincil okumayı öncel kılmaktadır. Bunu da derinliğine analiz olarak sunmaktadır. Her nedense analitik düşünce yönteminin neredeyse kutsandığı ülkemizde işin tuhafı analitik düşünce tarzının ne olduğu da tam olarak bilinmeden dillere pelesenk olmuştur. En basit deyişle analitik düşünce tarzının belirleyici özelliği, kavramlar arasına sınır çizgileri çizmek koşulu genellenen tabirin gölgesindedir. Bu yapılmadığı sürece, kavram karmaşası denilen maraz yakamızı bırakmayacak, üstüne üstlük gelişigüzel düşünmemizi bazen felsefi, bazen ise bilimsel olarak nitelendirme alışkanlığımız bertaraf edilemeyecektir. Bu çarpıklık bir toplum için son derece önemli olduğu halde, bizler bu hasletin bizi nereye taşıdığını ve ciddiyetini idrak edememekteyiz. Belagatin inceliği ve belirli bir vasatta da olsa kişi tarafından bu hususta yetkinliğine haiz olunması değerlidir; ancak malayaniyi üreten retorik ve/veya edim kişi için zararlı olması bir yana, bir toplumu da yavaş ve sinsi bir akışla çöküşe götürür. İşte bu yazının başlığında yer alan ‘malayani’ ibaresi de tam bu noktaya parmak basmayı amaçlamaktadır: Bu yazı da dâhil, her nerede malayaniye ilişkin bir belirti gördüğümüzde, derin bir nefes alınmalı ve iyice düşünülmelidir. Layığı veçhile yerine getirilmeyen, gerçekleştirilmeyen toplumsal olguların abartılması, bilinçli veya bilinçsiz cahilliğin varlık bulmasıdır; yani malayaninin, hatta yalanın ve batılın…
Yazarçizerinin birçoğunun ‘Hakikat’le ‘Doğru’yu, ‘Gerçek’le ‘Hakikat’i ve ‘Gerçeklik’ ile ‘Gerçeği’ ayırt edememekten özürlü olduğu bir iklimde, kuramsalda başlayan yetersizlik uygulamada karmaşaya ve bundan çıkılamadığı andan itibaren de yalana veya en iyi ihtimalle malayaniye dönüşecektir. Said Nursi’ye göre, “…dünyanın üç yüzü vardır. Birisi İlâhî isimlere ayna olma yönü, diğeri ahirete tarla olma ciheti, üçüncüsü de dünyanın zevk ve safa, oyun ve eğlence tarafıdır. İşte bu tasnifteki ilk ikiye girmeyen her iş, her faaliyet, her konuşma malayanidir.”
İş’in teorisinin olabildiğince kuşattığı çalışma dünyasında ve ilintili sahalarda önemli bir yer tutan “Sivil ve Sendika” olguları da ülkemizde uygulama yönüyle boşlukta sallanan söylencelerdir; aynı durum kurumlaştırılmaya tabi tutulan oluşa yatkın birçok kavram için de geçerlidir: Hukukun üstünlüğü, katılımcı yönetim-demokrasi, çoğulculuk, fırsat eşitliği, hür teşebbüs, din ve vicdan hürriyeti, sosyal devlet, kuvvetler ayrılığı vd. Bir tarafta bunlar üzerine yüz kızarmadan atılıp tutulması rezillik, diğer yandan samimiyetle bunlara inanarak görüş belirtmek ise traji komik, ahmakça bir haldir.
Konumuzun başlığındaki sivil-lik gerek süreçsel gerekse sonuç olarak sendika olgusunun sağlayıcısıdır. “Sendika mahiyeti”nin kalite düzeyi sivilin düzeyine bağ(ım)lıdır. Bundan dolayı, Türkiye’de şikâyet konusu olan sendikal duruş ve bundan neşet eden davranış ve eylemlerin şu anda içinde bulunduğu düzeyi olumlu anlamda geliştirebilmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Ne kadar sivil-lik o kadar sendika veya STK’lar. Ancak burada gözden kaçmaması gereken şey, sendika varlığını besleyen işgören çıkarlarının şekillendireceği bireysel ve birliktelik tutumundaki zayıflık ve bu zayıflığa hem neden olan hem de onu semirten iş kaybetme korkusudur. 
Sivil sözcüğü dil köken olarak 14. Yy. sonuna, eski Fransızcadaki “civilien” kelimesine dayanır ve “sivil hukuk” kavramıyla temellendirilmiştir (daha öncesinde Latincedeki “civilis” veya “civis”, -Türkçedeki karşılığı ‘vatandaş’- sözcüklerinden türemedir). Kısaca ifade etmek gerekirse sivil, savaştan muaf tutulan, uluslararası hukukta herhangi bir ülkenin silahlı kuvvetlerine veya diğer silahlı gruplara mensup olmayan kişilerdir. Siviller herhangi bir muharebede silahlı çatışmaya girmezler. Kapitalist süreçle beraber sivil sözcüğü toplumsal karaktere bürünmüştür. Avrupa’nın belirli bir kısmında (mahsusen Almanya ve İngiltere) yeni bir orta sınıf olarak gelişen ve ekonomik gücü elde eden burjuvazinin feodal düzen içinde siyasi özgürlüğe giden yolda söz hakkını ve özellikle mülkiyet hakkı üzerinde kurulan bir sözleşmenin de kazanılmasıyla sivil toplum kavramı günümüzdeki kapsamına ve etkinliğine erişmiştir. 20. Yy.’da bilhassa işçi sınıfının mücadeleleri sonucunda evrimini olgunlaştıran sendika olgusu ile günümüzdeki konumlanmasını sağlamıştır. Günümüzde de rahatlıkla fark edileceği üzere kapital-izm ile sivil toplumun gelişimi birbiriyle paralellik arz etmektedir.
Görüşümüzce, sivil toplumun başlıca doğal ereği, açık toplumun şekillendirici aktörlerinden biri olmaktır. Bundan hareketle sivil, demokratik gelişimin mümkün olabildiğince olumlu yönde ilerlemesine katkı yapmakla ve tüm mahlûkatın hakları için, en başta “insanca yaşamak”, yani her hâlükârda zulmün her türünün bertarafı ve baş göstermemesi için son derece hassas davranmakla ve aksiyon almakla sorumludur. Mesuliyet ve her yönüyle hesap verilebilirlik başlıca ahlaki duruş ilkelerindendir. Ancak, bu betimlememize karşın baskın anlayış, sivilin ekonomik vasata erişmesi ve bunu geçmesini müteakip oluşturduğu toplumun, yani sivil toplumun, ihtiyaçların giderildiği bir toplum olmasıdır. Bunun bir üst aşaması ve asli ereğin temsili ise politik toplum olmaktır. Politik toplum ise, sivil toplum içindeki hâkim sınıfların oluşturduğu toplumdur; yani politik toplum üstyapıyı, sivil toplum ise alt yapıyı temsil ederler. Peki, böyle bir toplumsal yapının oluşabilmesi hangi koşulları gerektirmektedir? Bunun gerçekleştirilebilmesi öncelikle insanın meydana getirdiği en devâsa, somut ve soyut geçişkenliğe haiz aygıtın, yani devletin sahip olduğu erkin ruhsatlandırdığı iktidarın ve hukukun bölümlenmesini gerektirir. Bir de İdris Küçükömer’in bahsettiği gibi, “…sivil toplum yapıları alt tabakada yer alanların burjuvazi sınıfına özenmeleri sonucu üst yapıya doğru çıkma arzularının bir sonucu olarak gelişip yayılmıştır”.
Sivilin iktidarda pay sahibi olması, iktidar olgusunun yapılan(dırıl)masına bağlı olduğu gibi, birey bilincinin ve bunun üzerinde temellenen zihniyetin, ama nihayetinde toplum olmanın ve kolektif zihniyet yapılarının tiplemelerine de bağlıdır. Sivilin, savaş ile bağlantısı ve bunun oluşturduğu illiyete göre konumlanması durumu daha sarih bir hale büründürür. Savaştan muafiyet aynı zamanda tek biçimli (uniform) olmamaktır. Bunun bir toplumdaki en belirgin ayrışımı, bireyin devlet mekanizmasının en önemli kurumlaşması olan bürokrasiye olan duruşudur. Bir ülkenin bürokrasisindeki en güçlü yapı taşı askeriyedir. Askeriye iktidar olgusunun merkezinde yer alan güç, nüfuz ve velayetin, yani otoriteye malik ve sahip olmanın en somut birimidir; çünkü ürkütücü, caydırıcı ve tahrip edici mekanizmaya, yani silaha sahip olandır. Bu büyük bir avantaj olmakla beraber, bunun sevk ve idaresi, her zaman dezavantaja dönüştürülebilecek avantajlı konumu muhafaza için çok daha önemli ve ön plandadır. Bunun için her ne kadar kendi bürokrasisi de olan askeri kurum, kendi içinde olabildiğince muktedir bir merkeze ve daha da mühimi geniş tabanlı bir yapı olan kendi dışındaki bürokrasinin de güçlü desteğine muhtaçtır. Bunun sağlanamaması, askeri gücü eksik ve etkisiz kılar. Türkiye’de silahlı kuvvetlerin iktidarı ele geçirmesi ve onun üzerinde her zaman sallanan bir sarkaç olması (proteryen özelliği), ancak bürokratik mekanizmaların ve sözde bazı sivillerin (!) omuz vermesiyle sağlanabilmiştir. Yoksa dünyanın hiçbir yerinde tek başına bir ordunun iç dinamiklerin şekillendiricisi olabilmesi ya da kendisi üzerindeki dış dinamiklerin etkisini idare edebilmesi mümkün değildir.
Politik toplum gayesine odaklanan ve bunu neredeyse yegâne odak hedef olarak gören sivil toplum girişimleri, karşılarında bölünmeye rıza göstermeyecek bir iktidar bulacaklardır. Sivil girişim, sivil anlayışı ve bunun üzerinden oluşturulan sivil nitelikli örgütlerin oluşturulması yönünde çaba gösterir. Ama diğer yandan şu realite asla unutulmamalıdır: Farklı düşüncelerin uygulamaya aktarımı, bireyin düşünsel ve edimsel gelişiminin engellenmemesine bağlıdır. Ancak,  Türkiye deki merkeziyetçilikten beslenen siyasal yönetim ile mevcut üretim ilişkilerinin çakışmasının ürünü olan hantal bürokrasi sivil nitelikteki örgütlenmelerin önünü kesen en önemli etkendir. Gerçi, ülkemiz, Küçükömer’in son derece isabetli tespitiyle,  büyük bir imparatorluğun merkezi siyasal yönetiminin geleneği üzerinden hareketle, düşük yoğunluklu da olsa mevcut üretim ilişkilerinin çakışmasında; yani, bürokrasinin etkisinde halen kalmayı sürdürdüğü için sivil toplum ihtiyacını ve arzusunu tam olarak gerçekleştirememiştir.



18 Haziran 2014 Çarşamba

İş’in Teorisi – 6/5: Birey ve Benlik Problemi – Değişim mi, Farklılaşma mı?

Garip mi yoksa olağan mı; olması gerekenin olması hangisidir? Çok az, nadiren ya da “oldukça sıra dışı” olarak nitelendirebiliriz, ama öyle değil. Hatta sıradan, öyleyse olağan mı; belki ama aynı zamanda garip. Fakat buradaki garip olma hali ile kastedilen aslında tuhaf olandır. Gariplik, tuhaflıktan daha farklı bir halin adlandırılması. İnsanın bireye ve bir sonraki aşamada bireyselleşmeye doğru hareketi, oradan bireyciliğe uzanışı tuhaf. Garip olan insanın olgunluğa uzanışı, istemli veya istemsiz. Bireycilik bazen ayarlanan, bazen ise adeta dörtnala uçan etken bir oluş; ancak bazı durumlarda edilgenliği fark edilen bir oluş. Edilgenliği incinmededir, kırılganlığında ve kendini faş eden çaresizliğinde; bu düşüş ve çöküş bazısına rahmet tokadı, bazısına ise azdırıcı afrodizyaktır. Bazısını mahzun eder, bazısını ise kışkırtır, şımarıklaştırır ve sonuçta coşku ile kibre iter. Kibir zulmetmenin ana kaynağıdır, acı vermenin ve mazlum etmenin; her insan küçük âlemdir ve zalim âlemi mazlum eder. Mazlumun acısı, zalim için kibrinin şişmesi ve sonunda paramparça olmasıdır. Bireyciliğin sürüklediği bencillik, kibir ve zulüm olarak tezahür eder. Bu hal de eninde sonunda sıradanlığa mahkûm olduğundan, zalim ve mazlum ve az sayıda insan dışında zulüm de olağanlaşır: Kahreden sıradanlaşma tuzak içre tuzak, azma üstüne azmaktır. Firavunlaşmaktır, taraftarları ve takipçileri ile birlikte. Şu çok bahsedilen liderlik olgusunun karanlık yüzünün en bariz ortaya çıktığı ahval, zalimliğin vukuudur. Şu dünyada canı yanan insanın, hayvanın, bitkinin ve bilumum canlının haddi hesabı yoktur. Bazı yerlerde savaş, her türden kirlilik, bazı yerlerde baskı, ötekileştirme, korku, katliam, sömürü: Travmanın olağanlığı. Bireyi duyarsızlaştıran tam da burasıdır, nefsindeki sıradanlık duygusunda; bu sarsıntı oluşturanı da adeta maruz kılar. Bireyciliğin bize getirisi olan maruz olma hali aynı zamanda götürüsüdür. Gelenin götürülmesi, insan olmanın onurunda yatanı silip süpüren ve yakıcı sefilliğe sürükleyen, bireyciliğin kucağına oturmaktır.
            Son 30-35 yılın moda ve gündemde kalmayı başaran sihirli sözcüklerinin başında gelen “değişim” kelimesi, uzun vadedeki gelişimine şöyle bir göz attığımızda sözcüğün içeriğinde yer alan bir mananın tezahürüdür de aynı zamanda: Farklılaşmanın, adı üzerinde farklı bir şeye dönüşmenin. Nihayet birey olmanın bize sağladığı özelliklerden biri, semantiğin de tasdikleyeceği bir oluşu ortaya koyar kendimizde. İçinden geçme imkânının bizlere sunduğu muhteşem (!) oluş serüveni: Bir şeyden daha değişik, farklı bir şeye doğru yolcuğun macerası. İşte insan böylesine müthiş, iç içe geçmiş dünyaların âlemindedir; imkânlar âleminin. Neredeyse düşünülen, hayal edilen hemen her şeyin gerçeklik elde edebileceği bir âlem; âlem-i imkân. Bilincinde olarak veya olmayarak bireycileşen varlığın ayrımına varabileceği bir gerçekliktir bu. Maddi tarafı ağır bassa da mana yönü de kuvvetlidir âlem-i imkânın. İyi veya şer ya da ikisinin ayırt edilemeyeceği bir durum-ortam. Algının ve anlamanın veya kavrayıp, içselleştirmenin zihinselimize sundukları nasıl farklı kademelerde oluyorlarsa, insandan bireyciye uzanan süreçler de öylesine farklı katmanlarda cereyan eder. Her bir kademe veya katman kendine özgü bir dünyadır, istediğiniz gibi sistematiğe bağlayabilirsiniz bunu. Sistematiğin taşıyacağı problemler, kategorizasyona veya standardizasyona göre çok daha az olacaktır. Sistematiğin ortamı bireyde, diğerlerininki ise kademeli olarak bireyselleşmede ve bireycilikte zuhur eder.  Dikkat edilecek olursa, kategorizasyon ve standardizasyon buyurgandırlar, bireycilik gibi. Ara aşama olan bireyselleşme ise dilimizdeki mülayimlik hali ile yakınlık içindedir; ama riskli bir çizgidedir: Ya olgunlaşmanın yönlendireceği insan-ı kâmile veya bencilleşmenin baskın olduğu bireyciliğe uzanan kavşak alanıdır. Ve bu alanda yön tabelası yoktur. İşte âlem-i imkânın bir özelliği de budur, insana yol gösterilmez. İnsana yol göstermemesi, imkânların özgürlüğü sunduğu duygusunun yarattığı duruma bağlı olarak öyle sandırmasıdır. Az biraz derin düşünen insan, bu âlem-i imkânın asli özgürlüğe vurulmuş prangalar olduğunu anlayabilir: Hep imkânlara odaklanmak ve onlara inanmak, onları beklemek ve geldiğinde kullanmak. İmkânlar fırsatlardır, iyi veya kötüye yelken açtıracak vesileler. Seçim kişinindir. Ya sürekli onların esiri olacaktır ya da özgürlüğün aslını sorgulayacaktır. İnsana yaşamında eşlik eden en tehlikeli edim yetilerinden biri fırsata olan düşkünlüğü, bu hususta müptelalığa varan tutkusudur. Hele bunlar birer merdiven olarak onu imkân mertebesine çıkarmışsa ve bir de üstüne üstlük bu mertebe makam olmuşsa tehlike katlanarak artmıştır. Olgunlaşmanın yolunda yürüyen insan ise fırsatlara ve imkânlara karşı mesafeli durandır, onların başına ne çoraplar örebileceğini kestirir. İmkânlar özündeki hakikat itibariyle sınırlı olmanın işaretidir, yani cehennemin. Cennette ise imkânlara gereksinim duyulmaz, zira cennet kodlamalardan beridir.
Kapitalist sistemin en belirgin özelliklerinden biri fırsatları, imkânları olabilecek en uygun biçimde kullanmaktır, hatta suyunu çıkarmaktır. Kapitalizm iktisadın doz aşımına tabi tutulmasıdır. Özellikle 20. asrın son çeyreği ile birlikte politikanın parayı da metalaştırılması ve kendisiyle mübadele edilmesi imkânı, gelişen bilişim teknolojisinin de bireyciliğe olan desteği ile bireycileşen insan, o muhteşem kâşifliğiyle finans kapitalist sistemi bu denli kuşatıcı kılmıştır. Aslında finans kapital binlerce yıldır mevcuttur ve başlıca enstrümanı faiz iken, son kırk yılda çeşitli spekülatif araçlarla imkanları daha da artmış ve günümüzde bir yandan vahşiliği, diğer yandan çökertici etkileriyle insanların baş belası olmuştur. Fikret Başkaya’nın tabiriyle kapitalizm, artık ekonomi adını almıştır ve bizi sarmalayan da budur: Zulmün ve vahşetin sarmalı. Absürt olan ise şudur: Her şey bir yana, son derece basit bir deyişle; sadece açlık, aşırı dengesiz gelir dağılımı (günümüzde 1,5 milyon kat gibi anormal fark), yolsuzluklar, anormal maddi-manevi-mental sömürüyü misal göstermemiz hal-i pür melalimizi göstermek açısından yeter de artar. Zırva tevil götürmez.
Bireyciliğin tezahür etmesi sadece kapital ve servet birikimini gerektirmez, burada örneklenmesi İş’in alanına dair olmasındandır. Ama diğer yandan aynı şekilde çalışanlar arasında da hastalık tablosunun (sendromun) tezahürü görülür; zira bireycilik insani ben’den kaynağını alır ve çok karmaşıktan en basite değin yansıma ve edimde bulunma kabiliyetine haizdir. Dünyada taze umutlarla kurulan yaklaşık her 5 şirketten 3 tanesi ilk 5 yıl içinde, baskın bireyci özelliklere haiz üst düzey yöneticiler veya iş sahipleri sayesinde kepenk indirmek zorunda kalmaktadır ki, egonun maruz kaldığı narsisizm illeti bunun başlıca tetikçisidir.
            Bu hastalıktan mustarip olanların şifa bulması, ancak benliğin bu sonuca geliş sürecini, kısırlaşan döngüyü tersine çevirmekle veya tamamen kırmakla mümkün olabilmektedir. Ancak bu da çok zahmetli ve acı verici bir işlemler dizininin uygulanmasını elzem kılmakta, bu da bireyin yeni korkular, panikler, gerilimler ve başka zorluklar sebebiyle tedaviden uzaklaşmasına, deyim yerindeyse kaçmasına gerekçe olmaktadır. Bu kişiler aynı sistem ve düzen içinde çalışmaya devam ettikleri süre içinde kendilerine verdikleri sinsi zararın yanı sıra, diğer çalışanları da zehirlemektedirler. Açık bireyci davranış modellerine ilaveten örtülü olanı da vardır ki, bunu “namert yöntem” olarak adlandırıyorum. Bu yöntemin günlük yaşamdaki tezahürü, sinsilik, üç maymunu oynamak ve top dolaştırmadır. Bu yöntemin diğer bir adı riyakârlıktır: Öz sağaltım ve kişinin kendini avutması. Yaşamdaki belirimi ilişkileri donuklaştırma vasıtasıyla kural dışı kurnazlıkları sorumluluklardan kaçmak ve pratiği problemlerle dolu şişirilen ve diğerlerine pompalanan, ama süreklilik arz eden “Kurum Kültürü, Müşteri İlişkileri ve Memnuniyeti, Liderlik, bir takım Zekâ Türleri, Toplam Kalite Yönetimi, Marka Değeri, Kurum(sal)laşma vb.” gibi yapmacık kavramlardır.
            Benlik probleminde odaktaki mevhum benlik sevgisidir. Buna bağlı olarak gelişen ihtirasın; üstünlük kompleksi (ücub), hasetlik, doyumsuzluk ve haz düşkünlüğü, paranoya, mutlaklaştırılmak istenen gücün devşirilmesi ve diğerlerini sevememe gibi kendini tatmine yönelik hasletleri oluşturması benliğin aşırılaşmasıdır. Yoksa Prof. Dr. Rasim Adasal’ın da belirttiği gibi, “…aslında bir şey olmak ve sivrilmek arzusu insana ait bir özelliktir. Normal olarak ihtiras insana içinde yaşadığı toplumda kendini göstermek, isim yapmak, başkalarını geçmek ve itibar kazanmak çabasını kamçılar.” Ancak bunda dahi bireyin, kendisi olarak addettiklerini bir şeylerle özdeşleştirmesinin farkına varamaması, dengelenmiş ihtirası riskli kılar.

            Şu ya da bu şekilde bireyselleşme aşamasına gelmiş olan insanın, üstlendiği sorumluluğu ve kendisine yüklenen emaneti iyi irdelemesi ve tahlil etmesi, bunu müteakip uyanık durması içine düşme riski son derece yüksek olan benlik problemine karşı alınacak çok önemli bir önlemdir. Aksi takdirde, bireycilik sarmalından afiyetle çıkış çok zor olacaktır.  

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...