15 Ocak 2015 Perşembe

İş’in Teorisi 10/5: Varsayımsal Yönetim- Sonuç

Bilginin insan yaşamındaki yerine baktığımızda onun üzerinden elde edilen kazanımların insan zihninde onu yönetme isteğini dürtülediğini görmekteyiz. Bu aslında insana verilen egemen rolünün bir gereği olarak da zuhur etmektedir. Yaratıcı, insana bu niteliği bahşetse de, bu özelliğin sınırlarının da olduğu insan tarafından sıklıkla unutulmaktadır. İnsan yaşamın her alanına hâkim olamaz; ancak iktisap alışılan bir şeydir insan için. Kısaca, insan kazanmaya kaybetmekten çok daha fazla meyillidir ve bu onda iptila yaratır. Bilgi hangi formda olursa olsun; insanı en fazla cezbeden bilginin enformasyon/malumat şeklindeki tezahürü ve edinimidir. Günümüzde bilgi yönetimi kavramının altında yatan hususlardan biri, gelişen teknolojinin sunduğu olanaklar sayesinde sahip olduğumuz “akıllı” sanal ağlar ve ortamlar üzerinden oluşan ve oluşturduğumuz enformasyonu yönettiğimiz algısıdır. Bir diğeri ise söz konusu algı vasıtasıyla özellikle 1970’lerden bu yana önce literatürde, daha sonra işletme pratiğinde yaşam kazandırdığımız yönetim kavramını pek çok tematiğe uyarlamamız sonucu edindiğimiz “yapay ilham” üzerinden geliştirdiğimiz yönetim kavramını “ek ibare olarak hemen her konunun sonuna eklemlememizdir: Stres Yönetimi, Süreç Yönetimi, Hedeflerle Yönetim, Proje Yönetimi vs. Böylelikle yapay esinlenmelerin bizi sürüklediği yollar ve menziller mevhumlardan ibaret olmakta, ancak bizler bunu hakikat zannediyoruz. Sahip olduğumuz bilgi kırıntılarının gerçekliklerle örtüşmediğini fark edince de şaşkınlık, şok, hayal kırıklıkları ve hatta travmalar kaçınılmaz olmaktadır; “dramların anası” zan’dır! İspatlan-mış, kesinleş-miş gibi hükümlerimiz, bilgiyi ve yönetme olgusunu fetişleştirmektedir; ama “müşrik eninde sonunda yaptığı putu” yemek zorunda kalır.
     
     Doğa bilimlerinin çıkarımlarının dahi sadece “daha iyi ihtimaller” olduğu bilgi dünyamızda, beşeri-sosyal bilimler alanındaki bilgi dünyamızın içinde yer alan yönetim olgusunu böylesine kesinleştirilmiş söylemler üzerine inşa etmemiz derinlemesine sorgulanmalıdır. Örneğin, sosyologların ve ekonomistlerin yanılma oranlarına baktığımızda gerçek son derece net olarak ortadadır. Hâlbuki bilmemiz gereken şey, kültür havzamızın kadim ilminde merkez yer tutan “ilahi vahiyler dışındaki bilgilerimiz nazariyelerdir” önermesinin anlamını ihya ederek, “keşf-i kadimden hareketle vaz-ı cedidi” oluşturmamızdır. Atılım sağlayan kuramların bu değer zinciri üzerinde katmanlandığını fark etmek, son zamanların moda kavramı büyük verinin yönetiminden daha gerçekçi ve elzemdir. 
     
     21. Yy.ın en keskin gerçekliklerinden birisi belirsizlikte sürdürülebilirliği sağlamak ve insanın günümüze değin yaptığı derin tahribatı tamir etmek için gayret ve çözüm yolları aramaktır. Şirketler için de aynı şey geçerlidir. Bundan hareketle işletmelerin küresel ve yerel gerçekliklerle örtüşen teorilerini oluşturmaları ve bu doğrultuda tüm bir öğrenme ve eğitim molekülünü gerek bireysel gerekse ve bilhassa örgütsel bazda yapılandırması icap etmektedir. Bu bağlamda post modernist “popüler öğretilerin” yerini, bilgiyi yönetme yapaylığına düşmeyen “Öğrenen Organizasyonlar” paradigmasının alması daha uygun olacaktır. Böylelikle genelde gözden kaçan "kaybet-kaybet" realitesini de belki fark edebiliriz.

     Öğrenen organizasyon, grupsal öğrenmeyi yeğler ve buna göre yetkinlikler edinmeyi amaç edinir. Bunu da “Sistem Düşüncesi, Yansımalı Konuşma ve Heveslendirme” ayakları üzerinde oluşturmaya çalışır. Bu sacayağın temel örgüsü varsayımsal yönetimdir. Varsayımsal yönetimin odağı ve periferisi insandır. Ve bu tabansal yayılımda insan halis alçak gönüllülük, sömürmeyen-sömürülmeyen ve her hususta haddini bilen “edepli ve erdemli varlık” idealini temsil eder.
     
     Peter M. Senge’nin “Beşinci Disiplin” adlı eserinde E. Deming’den alıntıladığı şu aktarımlar konumuz açısından önem arz etmektedir: “Mevcut yönetim sistemimiz insanlarımızı mahvetti… Mevcut yönetim sistemimizi, mevcut eğitim sistemini dönüştürmeden asla dönüştüremeyiz. Bu ikisi aynı sistemdir… Hedeflerle yönetim, kota, teşvik ödemeleri, iş planları bilinmeyen, bilinmesi mümkün olmayan kayıplara yol açar… Rekabet bize ihanet etti.”

     Yazıyı bir sufi hikayesi ile ucu açık bir şekilde hitama erdirmek istiyorum: “Yoksulluk diyarı doğu ülkesinin atları canı gibi seven yoksul bir hükümdarı vardı. Hele ata binmedeki harikulâde becerisi, ülkesinde bile atların çoktan beri gözden düştüğü bir çağda, görülmeye değerdi. Hükümdarın becerisi ülke sınırlarını aştı ve ucûbe bir şöhret, anlaşılmaz, saçma sapan, alay konusu bir efsaneye dönüşerek zenginlik diyarı batı ülkesinin imparatorunun kulağına kadar geldi. Bahsine ancak çok eski metinlerde rastlanabilecek değersiz, densiz bir uğraşıda şöhretlenmek doğululara özgü bir ahmaklıktan başka ne olabilirdi! Bir komikliğe seyirci olmanın, can sıkıntısından patlayan kendisini ve maiyetini eğlendireceğini düşünen imparator, yoksulların hükümdarını ülkesine çağırdı gösteride bulunması için... İmparatorun davetindeki alay kokusunu hükümdarın sezinlemediği söylenemez. Yine de daveti kabul etmekten geri durmadı. İmparatorun ülkesinde, imparatorun ve maiyetinin önünde, görkemli imparatorluk sarayının bahçesinde en göz alıcı at oyunlarını sergiledikten sonra hükümdar atından indi ve imparatora doğru yürüdü. Dünyadaki en sevgili varlığının yularını bir armağan sunusu olarak imparatorun yanı başında duran baş muhafızın avuçlarına bıraktı. Alicenaplık sefil bir doğulu hükümdarın harcı olamazdı mütekebbir imparatorun nezdinde. Üstelik armağan diye imparatora at sunmak düpedüz mankafa işi... Alaycılığını hiç sakınmadan sırıtarak doğruldu koltuğundan imparator. Ağırlığını ancak bir su aygırının çekebileceği yağ fıçısı gövdesini zorbela sürüyerek yaklaştı hükümdara. Kulağına eğilerek:
— "Size bir öğüt vereyim de zenginliğin ve gücün sırrı olarak tutun!" diye fısıldadı ve devam etti:
— "Bizler binek olarak su aygırlarını kullanırız; atları da yeriz!"

     Hükümdar ülkesine döndü ve çok değil, iki kış sonra, ordusuyla baştan başa zengin batı topraklarını çiğneyip geçerken imparatorun bu öğüdünü hatırlayıp durdu; muhteşem beyaz bir kısrağın üzerinde...”

İş’in Teorisi 10/4: Varsayımsal Yönetim

Bilginin hangi tür ve biçimde olursa olsun etkinliği ortadadır. Ancak hemen her konuda, o konunun yapay ilhamla nesnel kılınarak ona “yönetim söylemini” eklemek, bu ilavenin o şeye; ilgili ve bağlantılı olarak, gerçekten pratik bir değer yüklediği anlamına gelmez. Hâlbuki yaşam, pratiği çok önemli ölçüde içeren bir varlıktır ve iş hayatı da bu durumdan münezzeh değildir. Yönetimin genel anlamda yaşamdaki ve iş ortamındaki önemi ve konumlanması yeterince sarihtir. Bir işletmenin yönetiminde yer alan pek çok alan ve bunlara dair işler her şeyden önce fonksiyoneldir. İş alanlarının bölümlendirilmesi, hatta süreçlendirilmesi işletmenin yapısının ve doğasının anlaşılması, anlamlandırılması, tevili ve tasviri açısından mühim ve değerlidir. Ancak bu alanların her birinin yönetimine dair ayrıştırma anlayışı ve detaylı süreçlendirmeler “parçala, böl ve yönet (Lat. divide et empera)” fikrinin ilkeleştirilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu bir düzeye kadar birey için öğrenme, eğitim ve iş görme açısından yararcı bir yöntem olsa da, özerkleştirilmiş ve induktif yapılandırmalar oluşturması açısından karmaşıklığa yol açabilir. Zira neticede, akıllı işletmelerde yönetimin merkezciliği her zaman ağırlıklıdır ve bölümlenmiş yapılanmaya rağmen kritik işler ve kararlar merkezden kopuk gerçekleştirilemez. Kompartmanlaşma işletmeler için asli yönetimin izleme, kontrol, yaptırım ve egemen iradesinin tezahürü olan idare edimi için kullandığı belirli yöntemlere dayandırılan araçlarıdır. Yönetimin yürütmede faydalandığı departmanlar da iş yükünü paylaştırma, sorumlulukları belirleme ve işlerin pratik şekilde halledilmesine yöneliktir. Ancak bu bölümlemelerin de dışına taşacak şekilde, işlerin kümelendirilerek bunların pek çoğunun “yönetim” işlevselliği altında kategorize edilmesi, fazla sayıda ve türde süreçlendirilmesi abartma düzlemidir ki, bu sistem bütünlüğünün yitirilmesine ve kompleks ortamların oluşmasına sebebiyet verir. Tümevarım üzerinden geliştirilen analitik düşünme yöntemleri gereklidir, ama analiz çıkarsamaları toparlanamadığı ve disipline edilemediği takdirde insanda kafa karışıklığına ve sistem işleyişinin gerginlik altında kalmasına yol açarlar. Bundan dolayıdır ki son yıllarda işletme yönetiminde işlerin, dolayısıyla yönetimin basitleştirilmesi ve pratikleştirilmesi yönünde uygulamalı çalışmalar yapılmaktadır.
İşletmelerin doğal veya oluşturulmuş olgularının bazılarının tekrar bölümlendirilerek konu başlıkları türetmek ve bunlara “yönetim” sözcüğünü eklemek, doğanın mekanik okumasından hareketle insan sosyalitesine analojik yöntemlerle ve yapay ilhamlarla/esinlenmelerle riyaset uyarlamaya çalışmaktır. Buna benzer bir durum son yıllarda kuantum modellemeleri üzerinden de yapılmaktadır. Bu tip genleştirici montajlar ile elde edilen “her-şeyin-yönetimi” paketlerinin eğitim konusu olmasında herhangi bir ket olmamakla birlikte; yönetim gerçekliğini araçlarından biri olan yürütme mesabesine indirgemek ya da tersten okursak yürütme fonksiyonlarını yönetim olgusu gibi sunmak ne denli yararlı, verimli bir katkı sunar? Bilgi yönetimini süreçlendirdiğimiz modellerdeki döngüleme bunu göstermektedir: Sonsuz-sınırsız kısır “çapraşıklık” ve temellendirme sorunsalı.
Son 25 yıldır bilginin çerçevesi enformasyon bazlı olarak BT/IT alanında toplanarak işletmenin olabildiğince tamamına yayılarak kullanılmaktadır. Bu işlev tamamıyla teknik tabanlı olup, bazı işletmeler bu sahadaki hizmetleri dışarıdan almakta iken, diğerleri kendi içlerinde, ama zaman zaman dış destek alarak işi yürütmektedir. Gayet sade olarak; işletme bu konuda kendi iç talebini saptamakta, hard veya soft olarak alana dair ihtiyacı ve zorunlulukları dâhilinde hizmeti tedarik etmektedir. İşletmeler açısından enformasyonun temini, işlenmesi, üretimi ve kullanılması belirli detaylar içermekle beraber kullanılan bilgiye nazaran, kullanılmayıp rafa kaldırılan veya çöpe atılan bilginin miktarı çok daha fazladır. Bu bağlamda, hangi tür bilgi olursa olsun, onun niteliği ön plandadır ve işletme yönetiminde bilginin yönetimi diye özel bir olgu yoktur. Praktika açısından bilgi yönetilmez, yalnızca fonksiyonel dizin içinde tüketilir. Yani netice itibariyle bilgi de tüketilen, sömürülen bir metadır. Ve insanın tümel yönetme kabiliyeti altında kullandığı eşyadan öte bir şey değildir. 
Yönetim kavramı, insanın zihinsel-mental özelliğinden kaynak bularak filizlenen fikir, düşünce, anlama, öğrenme ve egemenlik duygusu aşamalarında oluşan ve insan yaratıcılığının olası tüm varyasyonlarını ve bilgi donanımından neşet eden sistematik varsayımlarını içeren ve yürütme edimi ile uygulamasının tecelli ettiği geniş kapsamlı olgular dizinidir. Hangi türden olursa olsun, yönetim egemenlik duygusu ile hayat bulur ve paradigmasını bu hayat verici duygu üzerinde yapılandırır. Bu anlamda yönetim, bilginin hem akılcı ve araştırmanın mantığına dayalı yönünü hem de duygusal boyutlarını içerir. İnsan yaşamının doğal ve sosyal tarafları başta olmak üzere, tümü çok katmanlı sistemlerden oluşur. İnsanın çok katmanlı bu yapılarla ilişkisinde araçsallaştırdığı bilgi günlük yaşamı açısından son derece pratik olmakla birlikte, yapılar karmaşık bir hal aldıkça ister istemez anlamaya ve öğrenmeye ilişkin fonksiyonlar devreye alınır. İnsanın bu fonksiyonlarla rabıtası bireysel olduğu kadar, aynı zamanda kooperatiftir. İnsan evladının yaşama dürtüsü doğrultusunda akli olarak türetmek zorunda olduğu bilgi temelli “şeylerin” başında gelen politika olgusu da, yaşam için gerekli olan dönemsel insan koalisyonlarını, diğer bir deyişle işbirliklerini kurmak ve yapılandırmak zorundadır. İnsanın iki büyük icadı olarak adlandırdığım araçsallaştırma ve pragmatizm de diğer yaşamsal unsurlar gibi anlama ve öğrenme fonksiyonlarının eseridir. İnsan doğada ki diğer yaratılmışlar gibi hem kişisel hem de birlikte öğrenmeyi gerçekleştirir, çünkü bu tüm mahlûkat için geçerli olan birlikte yaşama zorunluğunun şartıdır.
Son 20 yıldır tartışılan ve belirli bir seviyede olgunlaşan organizasyonel/örgütsel öğrenme, yönetim olgusu üzerine işletmelerin değişim-dönüşüm zorunluluğunu merkeze alarak, bilginin varsayımsal potansiyeli ile nasıl geliştirdiğini ve bu hususta neler yapılabileceğini ve bunların iş yaşamında hangi yollarla yürütmeye alınabileceğini gösteren, sürdürülebilir modelleri içeren geniş kapsamlı bir paradigmadır.
Her şirket, yeni kurulmuş veya uzun yılları arkasında bırakmış olsun, zaman ve mekân bağımlılığı sebebiyle her an meydana gelen değişim-dönüşüm gerçekliği ile yüzleşmek zorundadır. Bu nedenle, dinamik şirketler sürekli izleme ve değerlendirme içinde olmalıdırlar. Böylelikle sektörel olarak geride kalmamaları ve tazelenen bakış-görüş açılarına sahip olmaları mümkün olacaktır. Her alanda etkinliğin hâkim olduğu dünyada, ister kişisel isterse örgütsel olsun; gelişim, değişim ve dönüşümlere ayak uydurmak için gerekli olan şey varsayımlar üretebilmek ve bunların sürekli olarak gerçekliklerle örtüşümünü takip etmek, oluşturulan varsayımları aktüel reel pozisyonlara göre uyumlayarak yenilerini tekrar-üretmek elzemdir. Tek başına bu işlemin tazelenerek yapılması yeterli değildir. Buna ilaveten yönetime ilişkin değerleri, deneyimleri ve tarzları da sorgulamak büyük önem arz eden unsurlardır. Eğer bunlar önemsenmiyor veya gereksiz görülüyorsa, en başta kendinize sonra da ilişki içinde bulunduğunuz herkese, her şeye zulmediyorsunuz, yani yaşamı karanlık kılıyorsunuz demektir.
Bilginin kapsamı duruma göre kişinin veya örgütün iş yapışını genel anlamda etkiler. Bazen son derece yüzeysel ve düşük yoğunluklu bir içeriği kapsayan bilginin yaratımı tersinden çok daha etkin olabilir. Ne, nasıl ve niçin soru zamirleri dizini, her işletme yönetiminin başat yönlendiricileridir. Bunlar dönemsel olarak etkili işlerin başlatıcısı olurlar. Eğer zamanın ruhuna uygun olmayan bir soru yönelttiyseniz, istediğiniz kadar iyi çalışın, sonuç alıcı olamazsınız. Bu sorular varsayımların kaynağıdır. Varsayımlar da örgütlerin davranışlarını biçimlendirirler. Bunlar, neyin yapılması veya yapılmaması gerektiğine dair kararlara işaret eden ve işletme açısından anlamlı kabul edilecek sonuçları betimleyen varsayımlardır. Teknolojik ve idari gelişimler, müşteriler ve rakipler ile onların davranışları, güçlü ve zayıf yanlara ilişkin varsayımlar; bunların tümü bir şirketin varsayımsal yönetim paradigmasını ve modellemelerini ortaya koyarlar. Bunlar direkt iş odaklı içerikleri kapsarlar. Bu tip varsayımlar zamanın ruhu ile örtüşmediği takdirde, paradigma yanlışlanmaya ve çürümeye başlamış demektir. Bu durumda istediğiniz kadar iyi çalışın ve doğru şeyler yapın, işler netice itibarıyla iyi gitmeyecektir. Bunun anlamı değişim ve dönüşüm sürecinin işaretleridir. Bu işaretleri süreç daha başlamadan fark edenler ve gerekli, uygun varsayımlar doğrultusunda kuramsal çerçeveyi belirleyip pratiğe geçirenler ayakta kalmayı ve yeni fırsatları yakalayıp değerlendirerek kazanca ve yeni değerlere dönüştürebilirler. Aslında “farklılık yaratmak” ilkesinin ana hedefi olarak kastedilen budur. Ve bu ne kadar yaratıcı ise değişim ve dönüşümü başlatan ve ilk gerçek kazanan sizsiniz demektir. Apple, Microsoft, Samsung, Miele, Daimler-Benz, Audi, Coca-Cola, Uni-Lever, Google, Facebook, Twitter, Alibaba, Mavi vd. bu türden girişimcilerdir. GM, IBM, Grundig vd. ise diğerlerinin tersine varsayımsal yönetimlerini dogmalara eviren ve bunun sonucunda büyük zararlarla geride kalan kuruluşlar olmuşlardır.
Varsayımsal yönetimin mantıksal çerçevesi ve uygulama araçları olan yöntemsellik ilkeleri; tüm bir örgütün öğrenmesine açık, ikna ve mutabakata dayalı, içselleştirilebilen ve öncelikle farkındalık ve farklılık yaratan, bilinçlendirici ve zihin açıcı-genleştirici temel öğretiler olmalıdır. Diğer önemli bir husus, varsayımlar haricinde elde edilen beklenmedik başarılar ve kazanımlar dahi tüm bir organizasyon için bir “meydan okuma” olarak anlaşılmalı ve sürdürülebilirliği sağlayan yeni varsayımlara vesile olmalıdır. Öyle ki, bunlar mevcut paradigmanın eskimeye başladığına dair semptomlar olarak görülmeli ve erken tanılamalar için “kapı aralayıcı suretler” şeklinde sorgulamalara imkân edindiren araçlar olarak kabul edilmelidirler.
Sufilerin “bu dünya imkânlar âlemidir” deyişindeki gibi, insan neredeyse sınırsız olanaklara sahiptir. Bunlar insana çok fazla sayıda tercihler ve fırsatlar sunarlar. Ancak bu seçenekler ve fırsatlar olumlu sonuçlar verebileceği gibi, tam tersiyle de bizleri yüz yüze bırakabilir. Bu nedenle, öğrenen işletmelerin varsayımsal yönetim kapsamında asla unutmamaları ve ihmal etmemeleri gereken şey, olumsuz sonuçlar üzerine de insanın ve tüm bir evrenin zararına olabilecek hususlara ilişkin “risk varsayımlarını” dışarıda bırakmamalarıdır. En ufak bir umursamazlık “Nemrut’un belası olan sivrisinek” meselindeki gibi felaketlere yol açabilir.
     





İş’in Teorisi 10/3: Varsayımsal Yönetim: Sürdürülebilirliğin Okuması ve Kuramsallaştırma

Sürdürülebilirlik kesintisizliği kastetmez. Hâlbuki yaygın olarak bu türden modellemelerde nedense kesintisiz bir döngü ve/veya girdiye dönüşlü doğrusallar verilmektedir. Yaşamda ise döngüsellik veya genel anlamda geometrik biçimlerde kesintiler, istikrarsızlıklar ve asimetri sıklıkla mevcuttur.  Sözünü ettiğimiz sürdürülebilirlik ise, gerekliliklere ve zorunluluklara paralel olarak aksiyon alınması ve değişim-dönüşüme uyum sağlanmasına işaret eder ki, bu bağlamda sabitlenmiş modellerden maada değerler dizini anlamında paradigmal yapılanmalar ön plandadır.  Bunun için de yenilenmeci işletmeler kendi özgün kuramsal çerçevelerini oluşturmaya ihtiyaç duyarlar. Kuramsal çerçevenin işletmesel karakterini belirleyen öncelikli unsurlar, kuramın yalnızca geçici bir dogma oluşu, esnek yapı arz etmesi ve çalışanların, insanların değerlere sahip olmalarıdır. Ve bu değerlerin tamamının mutlak surette şirket değerleriyle birebir örtüşmesi de gerekli değildir.
Sürdürülebilirlik şirketler için kilit pozisyonlarda görev yapan personelden başlamak üzere –ki en başta yöneticiler- kendini tanıma üzerinden kendini yönetmeye olabildiğince malik olmayı gerektirir. İstediğiniz kadar sistemi öncelleyin veya asli yönetim kabiliyetinin sistem vasıtasıyla tecelli edeceğini iddia edin, bilinmelidir ki, iyi sistemi iyi ve yetkin insanlar kurarlar. Buna rağmen bireysel veya örgütsel gedikler oluşacaktır ve bu normaldir. Kötü sistemler, kendini tanımanın zahmetine girmeyen, yetkin olmayan ve iyi çalışmayan insanların ürünüdür. Ama her durumda, her işletmenin sisteminin başat kurucusu yöneticilerdir. Hatanın insandan değil, sistemden kaynaklandığı tezinin pek de dillendirilmeyen yanı; insandan neşet eden eksiklerin aslında sistem içinde giderilmediğine işaretle, sistemin işleyişindeki yitikliğin altını çizmektir. Bir şirketin sistem kurulumundaki yetki nasıl ağırlıklı olarak yöneticilere aitse, işleyişindeki arızaların sorumluluğu da yine ağırlıklı olarak onlara mütedairdir.
Sürdürülebilir bir paradigmanın en önemli özelliği kendini etraflıca, açık, şeffaf ve sorumluluk duygusuyla tüm işletme sistemine, yani insanlara tanıtmasıdır. Kuramsal tasavvurlar idealleştirmeler içerse de, şunu açıklıkla ortaya koyar: Sürdürülebilirlik insana ve ondan bağımsız oluşların üretimi olan değerler zincirinin canlılığına, dinamizmine ve bazı diğer unsurlara bağlı ve bağımlıdır. Sürdürülebilir modelin açıklaması ne olduğundan daha fazla, ne olmadığının belirtimi ile mümkündür. Örneğin, bizim bu çalışmada tanıtmaya çabaladığımız bilgi yönetimi, süreçleri ve bu bağlamda türetilen süreç modelleri sürdürülebilirliğe dair modellemeler değildirler. Onlar yalnızca dönemlik ve abartılı bir deyişle anlık durumsallıklarını yansıtan grafiklerdir. Ama bu tespitimiz onları küçümsediğimiz ve faydasız gördüğümüz anlamına gelmez. Onlar da bir değere haizdirler ve insan eğitimi için yararlıdırlar. Fakat aradığımız ve bize kullanım-uygulama için gerekli olan onlar değildir. Bahsettiğimiz bir sistemdir; değişkenlere bağımlı, dinamik ve herhangi bir statik model grafiğinde şekillendirilemeyen ve uyumlanabilir karakterli; bir noktada insanın kendisi gibi.
Sürdürülebilir modellemelerin en belirgin iki özelliği; iniş-çıkışlı ve dalgalı olmaları ile işletmesel kuram içermeleridir. Kuramların en önemli hususiyeti değişim-dönüşüme odaklanmaları ve değiştirilebilir olmalarıdır; yani hem sürdürülebilir modeller hem de kuramlar, dinamik ve konjonktürel değişimlere açık, iç içe geçişli ve kritik noktalarda eklemlenmiş bütünleşik ve fakat gerektiğinde ayrıştırılabilir kümesel rejimlerdir. Bunlar işletme ile insanlar ve sistem arasında keskin ayrım yapmazlar, insanı kurucu ve yapıcı bir varlık olarak gördüklerinden her zaman sistemin önünde tutarlar. İnsan unsurları oluşturandır ve öğeler insan karşısında suret mesabesindedirler. Geçerlilik açısından ise unsurlar hem yaratıcısı insan, hem de diğer işletmesel somut ve soyut türetimler için pratiğin yapı taşlarıdır.
Daha önce de belirttiğimiz üzere tüm kişisel değerlerin ille de şirket değerleri ile birebir örtüşmesi şart değildir. Yeter ki “olmazsa olmaz” durumlar söz konusu olmasın. Zira bazıları için bu gibi durumlar zuhur edebilir; bu noktada örgütün yapması gereken ilk iş çatışma veya çelişkiye sebep olan değeri tekrar gözden geçirmek ve irdelemektir. Çünkü bazen bir kişinin duruşu, çoğunluğa nazaran doğru ve haklı olabilir.
Bu çalışmada sözünü ettiğimiz sürdürülebilir kuramsal modellemeler bir şirketin kültürü ile bağlantı içindedir, ancak onun parçası değildirler. Zaten bunlar kültürel bir olguya dönüşüyorlarsa, bu durum anasırların ve alt unsurların sağladığı imkânların, bakış açılarının ve bunların temellendirdiği hareketli zihniyetin aktivasyonlarının, yöneticiler tarafından bazı nedenselliklere dayalı olarak tüketildiği ve dolayısıyla kuramsallığın da durağanlaştığı ve fonksiyonelliği yitirdiği anlamına gelir. Bu durumda işletmenin ilk olarak söz konusu duraklamanın yönetimden mi, yoksa kuramsal çerçevenin artık yetersiz kalmasından mı kaynaklandığını soruşturması gerekir.
İş dünyasında dillere pelesenk olan kurumsallaşma kavramı ile bahsettiğimiz kuramsal çerçevenin birbirine karıştırılmaması önemlidir. Birçok şirket yönetimi, kurumsallaşma olgusunun bir takım yöntemsel girişimler ve buna bağlı yapılandırma çalışmaları ile oluşturulacağına inanırlar. Hâlbuki kurumlaşma bir şirket için başlangıcı olan sıfır noktasından itibaren en az iki nesil sonrasında söz konusu olabilecek bir olgudur. Devlet erkinin hâkimiyeti ve yürütümünün olmadığı her kuruluş, kendi kültürü yaşama geçmeden, inişli-çıkışlı yaşanmışlıklar ve bu süreçte özgün bir tarz oluşturmadan, iyi veya kötü gerçek ve samimi bir şirket mevzuatı oluşturmadan, işçi-işveren örgütlenmesini sağlamadan, sınamalara uğrayıp ayakta kalmanın ne demek olduğu tecrübesine sahip olmadan kurumsallaşamaz. Bundan dolayı günümüzde sıklıkla kullanılan kurumsallaşma sözcüğünün altının sadece bir takım yapılandırma çalışmaları ile doldurulmaya çalışılması son derece alelade bir girişimdir. Bu bağlamda kuramsal çerçeve ile kurumlaşma olgusunu paralel ve entegre kavramlar gibi değerlendirmek yerinde olmayacaktır.
Kuramsal çerçevenin en belirgin özelliği yönetsel tabanlı varsayımlar üzerinden oluşturulması ve bunların gerçekliklerle olan karşılıklı, tutarlı ve etkin bir uyum içinde seyretmesidir. Yani kuramsal çerçeve bir yönüyle gözlem ve deneye dayalı çıkarsamalara, tezlere; diğer yandan işletme içi düşünsel edimlerin gerçekliklere dönüştürülebilirliği ile alakalıdır ve bu etkileşimlerin bir ürünüdür. Kuramsal çerçevenin üretimi sürdürülebilir olmayanları gerek önceden tecrübe ederek gerekse tecrübeleri olabildiğince piyasa bütünlüğü içerisinde inovatif girişimlerle değer yaratarak gerçekleştirmektir. Bu çerçevede işletme yönetiminin örgütü olabildiğince işlere dâhil etmesi şarttır; bu noktada devreye sokulacak yönetsel yaklaşım “çok katmanlı sistemin” detaylı okumasını yapmaktır. Bu okumalar, insanların işidir ve kurumsallıkla ilgisi yoktur. İlgili olan, örgüte can veren insanlar arası ilişkilerin dayanışmasını sağlayan dengeli yönetsel siyasa ve bunun sağladığı canlılıktır. İşyerinde oluşturulan boş zamanlarda bir araya gelerek sohbet eden insanlar işlek örgütler yaratırlar. Bunlar keyif verirler ve çalışma yolculukları haz veren, motive eden ve morallendiren istasyonlarda mola vererek sürer. Örgüte aidiyet duygusu sempati ile oluşmuş ise, insanlar fazladan çalışacakları zamanı dahi iştahla karşılarlar. Bu tip işletmelerde yönetim kademesinin görüş alanı çok geniştir ve onlar kendileri dâhil tüm çalışanları öncelikle “katılımcı paydaş” olarak görürler.       



İş’in Teorisi 10/2- Varsayımsal Yönetim: Eksik Alan ve İşletmenin Kuramsal Çerçevesi

Bilgi temelsiz iş yoktur. Ancak bazı işlerde çalışmanın bilgisi daha derinlikli ve kapsamlıdır. Bu tür işler genel iş stratejileri açısından daha kritik bir öneme haizdirler. Bu gibi işlerin yürütüldüğü çalışma ortamlarında sözünü ettiğimiz “Eksik Alan” daha bariz bir şekilde ortaya çıkarlar ve etkili olurlar. Örneğin, pazarlama sahasında işi yürüten uzmanların –çok başarılı olsalar dahi- bağlı oldukları yönetici konumundaki kişi, bu uzmanların ne yaptıklarını tam olarak bilmiyor ve onların çalışmalarını bütünüyle anlamıyorsa, o sahada eksik alan oluşmuştur ve buna en fazla maruz kalan yöneticidir. Ama bu durum, bu eksiklik dolaylı ve dolaysız olarak işin uzmanlarını da etkileyecektir. Bu nedenle, eksik alanın oluşturduğu gediğin bertarafı, öncelikle uzmanların yaptıkları iş-ler-i yöneticiye anlatmaları ve onun bilgi sahibi olmasını sağlamaları ile mümkündür. Bu interaktif ilişki iki taraf için de bir öğrenme işlevidir; zira diğer yandan uzmanlar da yöneticilerinin pazarlama konusuna nasıl baktığını, hedeflerinin neler olduğunu, onlardan neler beklediğini öğrenmiş olacaklardır. Böylelikle her iki tarafın da sorumluluk ve yetkinlikleri açığa kavuşacak, mevcut bilgilerin genleşmesinin yanı sıra içeriği de zenginleşecek ve karşılıklı öğrenme işlevi gerçekleşecektir. Bilginin oluşumu bazı yaratım süreçleri içinden geçerek realize olsa da, doğası paylaşılmayı ve öğrenilmeyi zorunlu kılar. Bu öğrenme bireyselden grupsala gelişmediği sürece bilgi değer yaratma niteliğini yitirecektir. Bilginin gücü barındırdığını –bilgi güçtür!- genelde biliriz, ama onu besleyenin ve geliştirenin güven olduğunu çoğunlukla fark edemeyiz. Bunun başlıca nedeni bilginin oluşumunu tanımamamızdır; bu eksiklik de öğrenmeyi ve anlamayı atıl kılar ki, güvenin yapı taşı öğrenme ve anlama fiilidir.
Eksik alanın sebep olduğu diğer bir husus, geribildirim gediği ve işletmenin kendi çalışma yaşamına dair –ki iş ve şirket kültürü bir şirketin çalışma yaşamının temelidir- kuramsal çerçevesini oluşturamamasıdır. Geribildirimin en önemli işlevi bireysel ve örgütsel bazda güçlü tarafların ortaya çıkarılmasını sağlamasıdır. Bunun diğer bir anlamı zayıf yanların da belirlenmesine vesile olmasıdır. Yani, geribildirim kendimizin veya örgütün kendini seyrettiği bir aynadır ve bir nebze de olsa objeye dair bilginin nasıl oluştuğunu gösterir. Burada önemli olan Şems-i Tebrizi’nin dediği gibi, çıkarım ne olursa olsun “aynayı fırlatıp atmamamızdır”. Bu da öğrenme istemindeki samimiyet ve her şeye rağmen öğrenme arzumuza bağlıdır.
Geribildirimin bize sunduğu diğer önemli bir bilgi, aslında bilginin yönetiminden maada bilginin doğasını ve öğrenmenin ne olduğunu öğrenmek suretiyle yönetim olgusunun kendisini öğrenmemizin yolunu-yollarını bize açmasıdır. Gerçek anlamda bilginin yönetilmesi ya da bilgiyi yönetmeye kalkışmak algılama yoluyla kabullenilmiş bir anlamadır, ama bu sadece kısmi bir gerçeklik tabanına sahiptir. Yani, yönetim yazınında yer bulan “Bilgi Yönetimi” kişiler veya kuruluşlar açısından kavranabilirliği olan pratik bir işleve sahip değildir; tersinin iddiası ise olmazı sözde olur kılmaktır (Alm. Pseudo-Leitung). Bilgiyi yönetmek hattı zatında onu kullanmamız için bize sunulan imkândan öte bir şey değildir; hele ki söz konusu malumat ise. Yanılabilirlik olasılığının yüksek olduğu bir alan açılımında ki, enformasyon bu alanı oluşturur ve kuşatır, yönetme olgusu gerçek anlamda yalnızca yaftalamadır. İnsan açısından bilgi genel anlamda bir şeyin yönetilmesine destek olan ve son derece değişken ve kaygan bir anasırdır. Bu nedenle, bilgiyi yönetmeye çalışmak zaaflar taşıyan insan için problemli bir süreçler dizininin girdabına dalmak, fırtınalı denize fındık kabuğundan yapılmış bir sandalla açılmaktır. Buna göre, önemli olan insanın bilginin mahiyetini olabildiğince iyi kavraması ve böylece değer yaratmasıdır. Bu da farklılıklar üretmemizi ve bunları yaşama geçirmek için gerekli alt yapıyı inşa etmemizi sağlayacaktır.
Bilgi değer yaratır, değer ise insan gibi iki bacak ve ayak üzerinde durur: Anlam ve kazanım-erinç. Önemli olan anlamın nasıl ve ne gibi yorumsandığı ve kazanımın hangi türden bir faydaya vesile olduğudur; şerre mi hayra mı? Tüm ameliyenin kök yapıcısı olan bilginin birey ve işletme ya da toplumlar açısından nereye yönlendirildiği, diğer bir deyişle bizi nereye yönlendirdiği kritik bir sorudur. Bilgiyle iyi yönde hemhal olmak bir yanı ile ondan hayır için yararlanmak ve dostane ilişki kurmak; sömürü ve zulüm için onunla ilişkide bulunmak ise şerre sebebiyet vermek ve onun kölesi olmaktır. Bundan dolayıdır ki, bilgiyi yönetmek vehmi bir anlamadır ve bu kurgu sanrıların kaynağıdır. Bilginin natürünü anlayan, onun yönetilemeyeceğini de anlar. Bu nedenle, Peygamberimiz (s.) dualarında Allah’tan hayırlı ve faydalı ilim talep etmiştir. Bilgeler, yani bilginin özünü kavrayanlar, onu yönetmezler; ondan iyilik, güzellik için faydalanırlar. Zira onu yönetmenin zandan öte bir şey olmadığını ve bu zannın kibir ve cehaletin yolunu açtığını bilirler. Bilgili insanların bilgelikle donatılanlarında zuhur eden en belirgin özelliklerden biri tevazudur; zıttı olanlardan tezahür eden ise kibirdir. Bu yüzden son yıllarda iş dünyasını meşgul eden önemli problemlerden biri de “narsisizm illeti”dir.
Bilginin kapsayıcılığında önemli bir saha teşkil eden geribildirim işlevidir. Aslında bu fonksiyon genel olarak ikili bir iletişim gibi öne çıksa da, öncel olan kişinin bunu kendisi için vazife edinmesidir. Bu konuda sözü daha önce söylemiş, hatta yazmış olan P. Drucker’a bırakmak kâfi olacaktır: “…yöntem, size güçlerinizin tüm faydalarından yoksun kalmanıza sebep olan yaptığınız ve yapmakta başarısız olduğunuz şeyleri gösterecektir. Özellikle yetersiz kaldığınız noktaları ortaya çıkaracaktır. Ve en son olarak, becerilerinizin uygun olmadığı ve performans gösteremediğiniz alanları gösterecektir. Geribildirim analizi sonucu bazı hareket tarzları belirlenebilir. Her şeyden önce güçlü olduğunuz yanlarınıza konsantre olun. Kendinizi güçlü taraflarınızın sonuç vereceği konumlara yerleştirin. İkincisi, güçlü yanlarınızı geliştirmeye çalışın. Analiz yöntemleri, nerelerde becerilerinizi geliştirmeniz ya da beceriler kazanmanız gerektiğini çabucak size gösterecektir. Ayrıca, bilgilerinizdeki boşlukları da gösterecektir – ve bunlar genelde doldurulabilir boşluklardır. Matematikçi olarak doğulur; fakat herkes trigonemetri öğrenebilir. Üçüncüsü, akıl açısından kendini beğenmişliğinizin nerede yetersiz kılan bir cehalete sebep olduğunu keşfedin ve bunun üstesinden gelin. Pek çok insan – özellikle belli bir alanda büyük ustalığa sahip olanlar – diğer alanlardaki bilgiyi küçümser ya da parlak zekâya sahip olmanın, bilginin yerini tuttuğuna inanır. Örneğin, birinci sınıf mühendisler, insanlar hakkında hiçbir şey bilmemekten gurur duymaya yatkındırlar. İnsanların yüksek kalitedeki mühendislik kafası için aşırı düzensiz olduklarına inanırlar. Tersine, insan kaynakları profesyonelleri çoğu zaman basit muhasebeden ya da nicel yöntemlerin bütününden habersiz olmalarıyla övünürler. Ancak böyle bir cehaletten gurur duymak, kendi kendisiyle çelişen bir durumdur. Güçlü yanlarınızın tümüyle farkına varmak için, ihtiyacınız olan beceri ve bilgileri elde etmeye çalışın. Geribildirim, aynı zamanda, sorunun ne zaman görgü eksikliğinden kaynaklandığını da ortaya çıkaracaktır. Görgü, bir kuruluşun motor yağıdır. Birbiriyle temas halindeki hareketli iki maddenin sürtünme yaratması bir doğa kanunudur. Bu, cansız nesneler için olduğu kadar insanlar için de geçerlidir. Görgü – “lütfen” ve “teşekkür ederim” demek, bir insanın ismini bilmek ya da ailesinin hatırını sormak gibi basit şeyler – iki insanın, birbirlerinden hoşlansalar da hoşlanmasalar da birlikte çalışmasına olanak sağlar. Zeki insanlar, özellikle zeki genç insanlar, çoğu kez bunu anlamazlar. Eğer analiz, parlak bir işin diğerlerinden işbirliği istendiği noktada tekrar tekrar başarısız olduğunu gösteriyorsa, bu muhtemelen nezaket eksikliğine işaret eder – yani görgü eksikliğine.”
                Yukarıda açıklamaya çalıştığımız geribildirim tematiği, çıkarımları itibarıyla bir işletmenin örgütsel kuramsallığının kaynağıdır. İşletmelerin birçoğunun gayri ihtiyari sahip olduğu söz konusu kuramsallık, o işletmenin çalışma yaşamını, iş-şirket kültürünü, kurumlaşma düzeyini, değişim ve dönüşümlere bağlı yenilenme-ihya karakterini ve ilişkiler ile insanların konumlanmasını çerçeveleyen, dışarıya gözlem, izleme ve inceleme olanakları arz eden yapısallığıdır. Yerel ekonomilerin ve değerlerin kürevi sahadaki durumlarına göre taban bulan bu kuramsal çerçevenin gayri ihtiyarilikten gerekli bilinçliliğe terfileri örgütsel bilincin ve buna bağlı öğrenmenin gelişimine göre yaşam bulur. Bu bağlamda, işletmenin haiz olduğu bilgiyi ne şekilde ve hangi sorulara göre biçimlendirdiği, böylece nasıl süreçlendirdiği belirleyicidir. Kuramsal çerçeve zamana ve mekâna bağlı olarak değişmeye zorunlu bir karakter taşımalıdır. Yoksa yozlaşma kaçınılmazdır. Türkiye gibi gelişmişliğe atılım yapan ülke ekonomilerinde birçok şirketin (yaklaşık %35’i) ortalama 5 yıl içinde tükenmesinin başlıca nedenlerinden biri kuramsal çerçevesini gereklilik düzeyine taşıyamaması, hatta bunun farkına dahi varamamasıdır.   

İş’in Teorisi 10/1- 3: Girizgâh: Yapay İlhamdan Varsayımsal Yönetim Kavramına

Günümüzde bilgi olgusuna yaklaşımda işletmeler açısından bir göz attığımızda belirli öğreti kalıplarının üst çerçevelemelerle donatıldığını fark edebiliriz: Başat üst çerçeveler olarak bilgi, süreçler ve yönetimin kavramları. Bilginin tanımında kavramın geniş açılımı, bundan hareketle kavramlaştırmalar ve bunlara bağlı çeşitli alternatif görüşlerin eksikliği dikkat çeken bahislerdir. Bu durumun yarattığı asli problem ise genel anlamda “yönetim” olgusuna dair yaklaşımlardaki kısırlıktır. Belirli kalıp modeller işletmelerin uygulamaya gayret ettikleri yönetim tarzlarını oluşturmaktadır. Ancak, bu yaklaşım-lar-ın akıp, insan ummanına döküldüğü noktadan itibaren sorunlar zuhur etmekte ve insanı mutlu etmesini umut ettiğimiz bilgi, zıttı etkilere ve neticelere neden olmaktadır. Gerçekten de, en azından işletmelerin özellikle insanın –en başta çalışanlarının- durumuna ilişkin sorgulama yapmamaları veya bazılarının bunu kasıtlı olarak icra etmemesi, günümüzde diğer gelişmeler ve ortaya çıkan darlandırıcı koşulların da eklenmesiyle ciddi anlamda kaosa ve bunalıma yol açmaktadır. Bu bunalım-lar iktisattan, topluma ve insan psikolojisine ve genel sağlığına, şirketlerden devletlere değin çok geniş bir alanda gitgide baskın bir hal almaktadır. Peki, bu durumda “Kutadgu Bilig” olması gereken bilgi üzerinde ne gibi tasarruflarımız var ve neyi hatalı yapıyoruz ki; insan hayatında önemli bir yer tutan iş ve işletme bizler için tuhaf sorunların ve mutsuzluğun kaynağı olmaktadır? Özellikle son 15 yılda netleşen sorunsal, bazı yönleriyle sanayinin ortaya çıkışını müteakip İngiltere’nin başını çektiği batı dünyasında baş gösteren ve toplumlar için son derece dramatik olaylara-yaşanmışlıklara ve sonuçlara sebep olan “sosyal soru(n-y)a (Alm. Die soziale Frage)” benzemektedir. Bilgi öylesine güçlü bir merkez ve çevre oluşturur ki, hayrı da şerri de öylesine güçlüdür. “Bilgi ve onun yönetimi” kavramları yalnızca betimlemelerini içermez, aynı zamanda bize “verilenin” dışında meydana getirdikleri yaşam kompartmanlarının da sorgulanması zorunludur; bilhassa içinde bulunduğumuz yeni zamanlarda…
        Yukarıdaki bölümlerde değindiğimiz ve günümüzde de süregelen bilginin konumlandırılmasına ilişkin bir sorunu daha detaylı ele almanın yararlı olacağı kanısındayım. Çünkü bu sorunun aydınlatılması, bize sunulan ve bizim eriştiğimiz bilginin karakterini ortaya koymak açısından elzemdir. Bahsini ettiğimiz konu, iddialı olan bilginin doğruluğu ve güvenirliliği açısından karşılaşacağı belki de en can alıcı probleme dairdir: Temellendirme Sorunu. Bilim insanı evrene, dünyaya ve hayata dair bakış açısını bilimsel nitelik içeren bilgi doğrultusunda oluşturur. Bunu günlük, sıradan bilgi olarak nitelediği “Halk Birikimi”nin önüne geçirir. Burada halk birikimi olarak vurguladığım kavram, insan ve toplum hayatının genelini kapsayan ve yeryüzündeki topluluk ve/veya toplumların gündelik yaşantısını idame ettirmesinde birincil rol sahibi olan karmaşık bilgiler kümesidir. Bu birikim içinde fikirlerin doğru veya yanlış olması çok da hayati bir önem arz etmez. Bu bağlamda inanç-batıl inanç, somut-soyut, doğru-yanlış, fizik-metafizik vs. olguların keskin bir biçimde ayırt edilmesi de elzem değildir. Bu dallı budaklı kümenin içinde düşünceler, fikirler olduğu gibi duygular da yer alır. Bu kümeyi gelenekler-görenekler, âdetler, örf, töre vs. unsurlar oluşturur. Bunlar kendine özgü(n) açıklaması, hatta mantığı bulunduğu varsayılan kemikleşmiş yalın durumlardır. İşte tam da bu noktada bilim insanı, kendi açısından inanç, sanı veya dogmalaşmış olarak addettiği bu türden yansımalara karşı mesafeli durur, onları bilim dışı olarak rafa kaldırır; hatta sıklıkla onları kısmen ya da tamamen reddeder. Bu edim, bilimin sınırlandırma prensibinin de bir gereğidir. Lâkin bilgi Platon’un Theaetetos’unda tanımladığı gibi bir nevi “gerekçelendirilmiş doğru inanç”tır. Yani, nihai olarak bugün öyle ya da böyle sözünü ettiğimiz bilimsel bilginin çıkış noktasının inanç ile yakın bir ilişkisi vardır. İnanç olarak adlandırdığımız sistemler bütününün günümüze değin uzanan birçok bilimsel erişimde oynadığı rolü yadsımamamız gerektiği kanaatindeyim. Ancak, genel anlamda bu durumun göz ardı edildiğini ya da bilinçli olarak unutturulduğunu, bilimsel bilginin de zamanla geleneksel bir niteliğe büründüğünü belirtmek pek de yanlış olmayacaktır.
Bilginin felsefesinden teorilerin egemenliğine uzanan bilim insanı, felsefi düşünme tarzının sorguladığı bilginin gerçekliği ve sağlamlığı sorusu ile karşı karşıyadır. Teorinin dayandığı esas sorgulanmalı, sınamalara tabi tutulmalıdır. Hatta Sir Karl. R. Popper’in vurguladığı gibi, teorinin bilimsel olup olmadığı dahi irdelenmelidir. Ulaşılan bilginin amacı açık bir şekilde gerçeği elde etmemizi ve bunu bilmemizi sağlamaktır. Bilginin gerçek olduğu hususunda emin olabiliyorsak, bilgimizin köklü bir temel üzerine oturduğu sonucuna varabiliriz. Belirttiğimiz bu aşamalarda; gerçek olma, eminlik, güvenme vb. öğelerdeki ortak nokta yalnızca sorgulama değil, ağırlıklı olarak insanın hissetme ve inanma gibi irrasyonel olarak nitelendiren sezgileridir.
Temellendirmenin çıkış notası şudur: Eriştiğimizi varsaydığımız bilimsel bilgi temellendirildiği takdirde şüphelerin üstünde yer alacaktır. Bu denli kesinlik arz etme, bilginin doğruluğu gibi koşulların bilginin gerçekten doğruluğu ve geçerliliği için temel ölçüt olduğu bir anlayış son derece sorunludur. Hem eriştiğimiz bilgi hem de temellendirmenin tam olarak sağlanması hususlarının kendisi birer varsayım iken. Ama mesele şudur ki, bizim kabullerimiz kesinlik taşıyorlarsa, bu yalnızca belirli deneysel ve bilişsel sonuçların bize sağlayacağı bir bilgi üzerinde kuruludur. Ve bu bilgi de geçici geçerliliğe haizdir. Ama hayır, bu geçici değil iddiasında isek, bilmeliyiz ki tecrübî bilgimizin dahi dönüştüğü ve değiştiği, bugün geçerlilik ve doğruluk arz eden bilgilerin ileride ne şekilde yanlışlandığını, revize edilmek zorunda kalındığını bilmekteyiz. Örneğin, suyun donma derecesinin uzun yıllar boyunca 0 derece  olduğu veya 100 derecede kaynamaya başladığı, ay ile yeryüzü arasındaki mesafenin ya da ekvatorun çapının, Everest’in yüksekliğinin veya Türkiye’nin yüzölçümünün değerlerindeki farklılıklar vb. değişimlerin bize gösterdiği şudur: Koşulların çerçevelediği bilgi sınırlamaların sonucudur ve bilim sınırlamalara dayanarak uygulanabilirlik kazanır. Bu basit çıkarım göstermektedir ki; bilgi şu veya bu şartlar altında şu gerçeği ya da doğruyu yansıtır. Öyle ise hem kesinlik hem de geçicilik köksel olarak belirli şartlarda ve durumlarda geçerlilik arz ederler; doğru-yanlış, gerçeklik, gerçek dışılık için de durum pek farklı değildir. Böylece, Popper’in de vurguladığı gibi bilgimiz hipotetik karakterlidir. Buna Hans Albert’in şu ifadesini de ilave edebiliriz: “Bazı tahminler gerçeğe, doğruya daha yakındırlar.” 
Aklın önderliğindeki salt temellendirmeyi imkânsız kılan, ikna olduğumuz hususların haklılığına dair bizleri kuşkuya sevk edecek bilgilerin ortaya çıkmasıyla beraber bu konuların tamamen doğru olduğu konusunda tatminsizliğimizdir; yani hissiyatımızdır. İşte tamda bu noktada kişi, kendini daha da sağlam bir sebeplendirmeye ulaştıracak olduğuna inandığı ‘’Arşimet Noktası”nı aramaya başlar. Arşimet noktası ile kastedilen sağlam ve tam anlamıyla güvenilir bir gerekçelendirme, açıklayıcı bir sebep veya mantıklı bir silsile ve düzen içindeki sebepler zinciridir. Buradan hareketle belirli koşullar altında bütün gerçek bilgiler gerçek, bütün yanlışlar yanlış olarak ortaya çıkmalıdır. Gerçekliği tanıyabilme ve tespit edebilme açısından bilimsel bilginin arşimet noktasını aramak tam bir “temellendirme fikrinin” özünü teşkil eder. Bu şekilde sadece bilgiye ilişkin sağlam bir temellendirmeye değil, aynı zamanda temellendirme sorununun altında yatan yöntemsel problemlerin çözümüne de yaklaşılır. 

13 Ocak 2015 Salı

İş’in Teorisi 10/1- 2: Girizgâh: Yapay İlhamdan Varsayımsal Yönetim Kavramına

Daha önce belirttiğimiz paradoksal duruma paralel olarak; bilginin kavramsal betimlemesine ilişkin herhangi bir mutabakata felsefede de varılamamıştır. Hatta modern bilimin anasırı olan bilimler teorileri ve öğretisi için de aynı durum geçerlidir. Bilim dışı diye tasnif edilen öğrenme yolları (kadim bilgi, özgün bilgelik, geniş anlamda ‘ilim’ vs.) açısından ise konu açık durur; ya metafiziğin sahasına dâhil edilerek tamamen dışlanır (pozitivist tutum) ya da belirli bir değer atfedilerek rafta tutulur. Ancak bize göre, bu hususta sıklıkla atlanan ayırıcı nokta Marx Wartofsky’nin de açıkladığı üzere meta-fizik kavramının tek yanlı olarak anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. İnsanlık tarihi boyunca bazı dönemlerde daha açık görüleceği üzere, bilgi üretiminde gerçeklik tabanı hakkında çok fazla spekülasyon yapılarak, düşünceler ve bilgi üzerinden marjinale ve akıl dışılığa kaymalar olmuştur. Hâlbuki metafiziğin felsefe ile olan bağlantısında, onun düşüntülerden uzak tutularak olabildiğince asli amacı doğrultusunda kullanıldığı açıktır. Geniş anlamda, felsefeden de önceye dayalı bir geçmişe sahip olan metafizik Wartofsky’nin de belirttiği gibi “teorik anlama gücümüze imkan sağlayan alternatif kavram çerçevelerini eleştirici ve sistemli bir biçimde ifade eden en kapsamlı yöntemdir.,, Metafizik bize teoriler oluşturmanın koşullarından atıf, yapı ve soyutlama üçlüsünü sunar.” Joseph Agassi’nin deyişiyle “metafizik, bilimdeki teorilerin kavramları ile malzemelerini sağlayan kaynaktır”. Gerçekten de spekülatif olmayan metafizik, felsefe ve bilimin en önemli yapı taşlarındandır. Ama geçmişte de, günümüzde de metafiziğin “adını kötüye çıkaran” spekülatif meta-fizik sürümler olarak adlandıracağımız, eleştiriye kapalı dogmatik saplantılar, katı ideolojik şartlanmalar veya uçuk, mantıksız ve içeriğinde bolca tuhaf sözcüklerin yer aldığı ve hedefi sadece rant olan bir takım yoz mistifikasyonlar, yeni çağ dinleri, işletme astrolojisi, kuantum-secret soslu kişisel gelişim programları, para-psikolojik vb. sömürgen tuhaflıklardır. Yine de her halde, metafiziğe dair yaptığımız bu kısa açıklama, olgucu bakış açısına aşırı saplanmış olanları tatmin etmeyebilir. Zaten, akl-ı selim düşündüğümüzde, son tahlilde; böyle bir problemin varlığı sadece konuya duydukları ilgiyi aşırılaştıranlar için bir türlü aşılamayan bir tartışmanın konusu olabilir (en az 300 yıldır olmaktadır da). Bilimler öğretisinde yer alan “Temellendirme Problemi” de benzer ve kısır döngüye neden olan bir sorun olmakla beraber, problemin bilhassa bilimin gelişimini engelleyici yönünün fark edilmesi ve bir teorinin aslında temellendirme amacı ile dogmalaşmaya ve hatta bir tür ‘suni’ bağışıklık kazandırılması yoluyla dokunulmazlık kazandırılmasına vasıta olması, böylece bilimsel ilerlemeye engel teşkil etmesi dolayısıyla, detaylı sınamalara tabi tutularak yanlışlanma noktalarının bulunması ve böylelikle problemin aşılması yoluna gidilmiştir. Bu bağlamda, bilgi temasının felsefi ve bilim teorileri açısından değerlendirilmesinde şu çıkarımı yapmamız, bu çalışmanın mihenk taşlarından biri olması hasebiyle gerekli olmaktadır: Bilgi yönetimi alanına giren her türlü bilgi, tahminlerimiz ve varsayımlarımızdan oluşan bir demettir. Hipotetik bilgi; ama deneysel ama bilişsel ve tüm yöntemlere açık ve sonuçta bizim muhatap olduğumuz hemen her türlü bilgi. Böyle bir bilgiyi kuşatmak, onu yönetmek ve ona hâkim olmak isteyen insan, aynı bilginin aynı zamanda kendisini kuşattığını unutmamalıdır. Hele çağımızda dakikada GB’larla ifade edilen bir yığın veriye maruz kalan insan için bilginin derlenip toparlanması, çekilip çevrilmesi tüm teknolojik olanaklara rağmen oldukça sınırlıdır; aynı insanın kuşatılmasında fıtratına uyumlanan ve onu bazen çaresiz kılan durumlarda olduğu gibi. Bilgiye dair belki de en önemli ve kritik durumlardan biri, onun iman gibi algılanması veya kabulü ile zihinsel şablonlarımızın çoğunluğunun “verilenin kabulüne” göre yönlenip oluşması, dar alanda çapa atması ve yaygın olarak şartlandırılmış kodlara bağımlı kalmasıdır. Sufilerin insanın zindanları olarak simgelendirdiği düşünme tarzlarımız ve zihinsel şablonlarımız, insanda var olan ve Yaratıcı’nın ona bahşettiği tefekkür, basiret ve feraset vasıtasıyla derinlemesine görülemezse ve bu duruma ilişkin bilinçlenme sağlanamazsa aşılması çok güç ve ciddi engellere dönüşürler ve insanın yeryüzündeki “asli dramı” olurlar: Zannın hâkimiyeti ve buna boyun eğen zihin. 

Bilgiye ilişkin yukarıda belirttiğimiz hususlardan hareketle yapacağımız çıkarım; ister günlük veya felsefi, isterse bilimsel olsun bilginin ve ondan hareketle oluşturacağımız her türden somut veya soyut ‘şeyler’; ispat, kesinlik, kesin çözüm veya sonuçlar iddiasını barındırsalar dahi eninde sonunda değişim, dönüşüm ve yenilenmeye veya tamamen çürütülmeye mahkûmdurlar. Eğer tersi mümkün olsaydı; insanın gösterdiği gelişim, değişim, aynı şey üzerine farklı ve değişken bulgular, yaratılandaki çeşitlilik, zenginlik ve süreklilik bu düzeyde fark edilemezdi.. Ama gerek küresel gerekse yerel yönden, insana ‘kanıtlanmış ve kesin gerçek budur’ tarzında sunulan tutucu ve buyurgan zorlamalar olduğunu bilmekteyiz. Sadece evrim teorisi tartışmalarını bu duruma örnek olarak göstermemiz yeterli olacaktır: Tarafların öne sürdükleri evrimsel bilgi teorilerinden, geleneksel ve mikro biyolojinin bulgularına, genetik biliminden sosyal darvinizme ve ilahiyata, mistiğe ve ilaveten post modernist görüşlere değin geniş bir alan çeşitli çıkarımlara ve sonuçlara (geçici nitelikli) zemin hazırlamaktadır. Bu durum, Darwin’in bizzat teoriyi ortaya koyduğu zamandan bu yana devam etmektedir. Her bir taraf geçerli gerçeğin-hakikatin kendisinin ortaya koyduğu sonuç-açıklama olduğu iddiasındadır. Dikkat çekici olan bu ve benzeri tartışmalarda veya bilimselliğin ön plana alındığı ortamlarda, bilimsel bilginin ve dahi bilimin çekirdeği olan teorik düşünmenin bu devinim içinde eriyerek dikkatin teknoloji ve teknolojik ilerleme anlayışı ile özdeşleştirilmesidir. Bilim insanının teknolojik kavramlara çok fazla dayanması, bilimsel bilginin düzeyini ve derinliğini indirgeyici bir rol oynamakla beraber, bilim insanının benmerkezciliğine “tavan” yaptırmaktadır. Teknolojinin şekillendirdiği ve sunduğu bilgi gerek onu oluşturan gerekse ondan neşet eden bilgiye adeta yegânelik tescilini yüklemektedir. Bu durumun kullanıcı için kabulü doğaldır, ancak bilgi sahibinin kendini kendi yarattığı buluş ile özdeşleştirmesi tuhaf ve sağlıksızdır. Bunun en berrak tezahürü, varsayımsal bilginin taşıdığı tevazuya rağmen, bazı bilim insanlarında kibrin taassubunun belirginleşmesi ve hâkim olmasıdır. Bu durumun getirisi ise ya aşırı öne çıkarıcı ya da savunmacı reaktif tutumdur. Peki sonuç nedir? Bilimin kurumlaştırılıp kutsanması ve bilim insanının dokunulmazlık zırhına bürünen mabet şövalyeliği veya baskıcı bir ideoloğa dönüşmek. Hâlbuki bilginin hangi türü olursa olsun, kişinin bazı özellikler ile donanımına vesile olur. Ancak, bu kişiye diğer insanlar üzerinde, bilhassa psikolojik üstünlük ve baskınlık hakkının verilmesi değildir. Oysa felsefi veya derin düşünmenin, tefekkürün ana işlevlerinden birisi eleştirel, yapıcı ve özgürlükçü bir biçimde insanlar ve kültürün farklı alanları arasında, örneğin; bilim, hukuk, ahlak ve din, sanat ve edebiyat, teknik, ekonomi ve siyaset vs. ilişki ve iletişim tesis etmektir. Ama insanın sıklıkla unuttuğu bir husus şudur: “Oysa O dilemedikçe insanlar O’nun ilminden hiçbir şey edinemez, hiçbir şey kavrayamazlar.” (Kuran-ı Kerim, 2-255).

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...