29 Kasım 2013 Cuma

İş’in Teorisi – 6/3: Birey ve Benlik Problemi

Bireyi belirleyen benliğin durumudur. Bireyin gelişimi, benliğin seyri, evirilmesi (tekâmülü) ile paralellik arz eder. Benliğin aktif olmadığı birey akli, hissi ve genel anlamda zihinsel açıdan mükellefiyetten beridir, muaftır. Bu halde herhangi bir biçimde ahlaki yüklenim, dolayısıyla yetkinlikten söz edilemese de, insani fonksiyonlardan tamamen ayrılık, yani en başta haklardan mahrumiyet söz konusu değildir. Zira beden en azından organizma olarak muhtaçtır. Dikkat edilirse “benliğin oluşmadığı değil, aktif olmadığı” söz konusudur burada; zihinsel engelli olarak nitelendirilen bir insanda benliğin durumu, engelsizden aktivite dışında kesinlikle farklı veya ayrıcalıklı değildir. Asıl ayrıcalıklı olan engellinin durumudur. Normal bir seyir içinde bu ayrıcalık engelsiz kişi açısından pozitif yüklemli olmalıdır. Bunu kavramak ve uygulamak “boyun borcu”dur. Çıkarım olarak; benliğin durumunun bireyi belirlemekte, bireyin de haklar, sorumluluklar ve yetkinlikler ile donatıldığını ve bunların etkileşim içinde olduklarını; bundan hareketle etkileşimin odağında zihinsel işlevin oluşturuculuğunun, yani zihnin, gerek benliğin gerekse buna bağlı olarak bireyin gelişimi ve konumlanmasında öncel derecede belirleyici ve insana has bir varlık ya da “şey” olduğunu varsayabiliriz. Buna göre; zihnin, benlik ile bağlantısı sorgulanabilirlik aşamasına erişir. Bu noktada veya daha önce “zihin” olarak adlandırılanın ne olduğu ve burada onunla kastedilenin kavramsal çerçevesini belirtim elzemdir.
 
Gerek Türkçede gerekse diğer dillerde zihin dendiğinde anlaşılan nedir? Ortak nokta, zihin sözcüğü birliğe dayalı, tek ve bütünsel anlamlı içeriğe haiz olmamakla birlikte, sözcük umumiyetle tarihsel gelişime bağlı olarak felsefe, teoloji, psikoloji ve günlük dilde/bilgide, hatta bilim teorisinde farklı anlamalara, kullanımlara haizdir. Ayrıntıya girmeden bizim burada zihin ile işaret ettiğimiz, insanın bilişsel yetenekleri ve özelliklerinden hareketle bilhassa düşünme ve tefekkür ile bunların ürettiklerini, somuttan-deneyimden beslenmesinin yanı sıra soyuta ve bunların arasında gidip-gelen türetimlere ilişkin olanları –soyut, somut ve ikisinden de sentezlenen basitten karmaşığa olan bağlamda- çevreleyen, aynı zamanda çevrelenen varlık ya da “şey” olduğunu vurgulamamızdır. Özellikle 19. Yy.dan itibaren yozlaştırılan, yapısalcılığın (pozitivizm) dogmatik duruşuyla zihinsel yolsuzluğa uğratılan ve yeni zamanlarda post modernist yaklaşımlarla adeta sırf bilime karşı yüceltilen “saçma metafiziğin” kaynaklık ettiği değil (bu bir aşağılama değil, post modernin zamanla oluşan küçümseyici diline karşı abartılan bir deyiştir); özgün felsefi üretim ve birikimi sağlayan esnek ve eleştiriye açık felsefi yapılanmayı ve onun ürettiği bilim öğretilerinin ve teorilerinin dayandığı, aynı zamanda kendisinden başka her türlü farklılığı kabul eden ve özsaygısı ile onlara da saygıyla beslenen zihinden söz etmekteyiz. Hele ki sıklıkla -dini teolijinin başlıklarından olan ve- Türkçede ve bazı diğer dillerde de nedense (soyut benzeşme?) “ruh” kelimesi ile özdeşleştirilen kavramsallaştırmadan tamamen ayrı bir olgudan bahsetmekteyiz “zihin” kavramı ile. Zihin tasvir, tarif, anlama-kavrama, anlamlandırma, öğrenme, açıklama ve tekrar sunma, yönlendirme ve öğretme gibi boyutlarla donandığı gibi, hatırlama diye adlandıracağımız muhteşem işlevin karmaşık bir araçlar sistemidir. Bu sistem, beyin, zekâ, akıl ve hatta belli bir ölçüde sezgi-keşif olarak çevrelediğimiz mefhumlarla bağlantıda olduğu için, bunlar arasındaki etkileşim de son derece karmaşık ve çok sayıda varsayımsallığa müsaittir. Ancak, anılan mefhumlar ile ilgili yapılan saptamalar; örneğin beyine ilişkin araştırmalar ve bunlardan yapılan çıkarımların dayanağı deneyler, gözlemler ve izlemeler henüz yetersiz ve tartışmalı olduğundan, halen alan hâkimiyeti soyutundur. Maddi olana mal edebilme çabaları yetersiz kaldığından, materinin anlam, içerik ve kapsama sahası defalarca revize edilmiştir; öyle ki enerji madde kavramına içkin kılınmıştır. İdeoloji ve buna bağlı dogmatik, doktrin tutkusunun kolaycılığı ve hazinliği burada da zuhur etmiştir. Bizim burada zihin kelimesini kullanmamız, ağırlıklı olarak felsefe ile olan bağlantısına dayanmaktadır. Felsefeden kastımız ise, felsefe (philosophia) sözcüğünün etimolojik anlamı olan “hikmet-sevgisi”dir.

Benliğin biçimlenme alanı maddeden zihinsele değin kapsayıcıdır. Zihinselin işlevi insan için üst düzeyde belirleyicidir. Yetenekler inkâr edilemez, ancak zihinle olan bağıntı zayıf ise körelirler. Zihnin, düşünme, bilinç, tecrübe, donanım, yetkinlik, araştırma vb. birçok özellikler üzerindeki etkinliği, bunların ve böylelikle benliğin gelişimindeki rolü yadsınamaz. Ama burada asli soru bunlardaki gelişimin geri dönüşümsel tesirinin ne olduğu; daha doğru bir deyişle zihine herhangi bir katkısının olup olmadığı ve daha önemlisi katkının kalitesi ile zihinde genleşme-genişleme sağlayıp sağlayamadığıdır. Anlama ve kavramaya ilişkin iyileşme veya zihnin çabuk işlerlik kazanmasının yanı sıra daha fazla ve çeşitli, etkin bakış açılarının kazanımı zihnin durumsallığı açısından birer göstergedir. Tüm bu oluşların değeri küçümsenemez. Ancak, benliğin gelişimi ve durumuna ilişkin zihnin işlevselliği bireyin durumu açısından daha önemlidir. Zihnin özgür ve titiz fonksiyonu, bireyin de o ölçüde ve izafi –bu bağlamda görecelik tipik anlayıştaki düşünmedeki kısmi savrulmayı ve buna bağlı izafiyetçiliği kast etmez; maksat çeşitliliğin-zenginliğin vurgulanmasıdır- olarak öz(ü)gürlüğünü, bağımlılığa karşı tavrını, hareket sahasını, gelişimini, karakteristiğini ve özellikli sıfatsal kalitesini belirler. Bireyin bireyleşme yolundaki köprüsü bunlardan oluşur ve bunların seviyesi görece de olsa bireyselliğin biçimlenimini belirler. Zihnin benlik üzerindeki formasyonu, önce bireyleşmeyi ve bunu müteakip bireyselleşmeyi içeren entegrasyon süreçlerini kapsar. Fakat diğer yandan benlik de aynı prosesin içindedir, yani bireyselliğe yol alan insanın benliği de aynı gidişata mündemiçtir. Bu nedenle, iki oluşumun ayırt edilmesi zordur ve bizler insana dair konuşurken onun kişiliğinden söz ederiz; kişilik-kişisellik olarak nitelediğimiz aslında benlik ve bireyselliğin yekpare hale getirilmesidir. Ancak, özünde bu tümlük bir sistem olarak benliğe özgüdür ve bir sistem olarak benliğin durumu, seviyesi onu sarmalayan sistemlere ve kendine özgü unsurlara bağımlıdır. Benlik yaşayan ve varoluş izafe edilen, en başta yaşamaya, varolmaya ve buna ısrarla devam etmeye son derece bağımlı, madde ve mana yönü bulunan “şey”dir. Benliği “şey” olarak nitelememiz soyutluğunun ağırlığından, somutunun ise tezahürde yansımasından, görünürlüğündendir. Benliği “şey” düzeyinden varlıksalıma/mevcudiyete taşıyan sırasıyla bireyleşme ve kısmen bireyselleşme olup, toplum içinde karşılığı ‘birey olma’dır.

Bir anlamda bağımlılığın göreli azaltılması, özellik-bütünsellik hissine paralel oluşan bireyleşmenin seviyesi, bireyselliğin erişimini gösterir. Yani, her sistemin bireysellik derecesi onu kapsayan sistem ve onun unsurlarına bağlı olarak belirlenir. İnsan açısından anlaşılabilir, tolere edilebilir düzey bireysellikte kalabilmesidir. Ancak, insanın tüm bir yaşam içindeki uyumlanma ve bütünleşme sürecinde sistematik olarak bireysellik derecesi artar, fakat aynı zamanda ters orantılı olarak insanı gerçek anlamda insan yapacak olan sistematik öğeler, enaniyetin-benmerkezciliğin etkisi ile zayıflamaya meyillidir. Bu aşamadan sonra, insanın sorgulaması gereken bireyselliğin neye dönüşebileceğidir? Bu yapılmaz ise, bir sonraki aşama bireyselliğin “tamlanması-mutlaklaştırılması-yegâneleştirilmesi”, yani bireyciliktir (individualism). Bu safha barındırdığı riskler ile insan için ya kemalâta ya da zıttı cehâlete yönlendiricidir. Maalesef sıklıkla yaşanan bireyci kişinin içine sürüklendiği enaniyetin zindanıdır ki, halk arasında bencillik olarak adlandırılır.

Benliğin birey üzerinden bireyselliği ve oradan bireyciliği oluşturma kabiliyeti, insanın ayrılmaz niteliği ve sınırlı ürünü “kütle’yi” veya İbn Haldun’un kavramsallaştırdığı “asabiyye’yi”, günümüzdeki modernist tabirle cemaatları-cemiyetleri, çeşitli sıfatlarla nitelik kazandırdığımız toplulukları, müteakiben toplumu, yani neticede bireyciliğin çeşitli formlarını adeta yaratır. Bu yaratım temelde günümüzdeki modern devleti de ortaya çıkarandır. Dayanağı milliyet-çiliğe, bu demden de “milli çıkardan (national interest)” güvenlik ve “kendini zorla kabul ettirme (self-assertion)” ve dahi bunun için tüm araçları meşru kılan “devletin asli nedenine (Fr. raison d'État, İng. reason of the State)” değin uzanır. Velhasıl, en küçük örgütten devasa organizasyonlara, aygıtların mekanizmaları ve sistemsel çıkarımlarının tohumu-çekirdeğinde benliğin aktivitesini okumamız mümkündür. Ama bu okumanın derinliği, samimi olarak anlamayı koşullar ve kendisi ile gerek modernist yüzeysellik gerekse post modernist izafiyet anlayışının veya her ikisinin analitik bakış açılarını “yegâne” haline getiren yaklaşım, diğer bir deyişle “ideolojik dogmatizm” ve/veya “kısır pozitivizm/olguculuk” arasına en baştan mesafe koyar. Okumamızın dayanağı, aklın eleştirel potansiyeli ile insanileşmenin akıl ve gönül dengesini önceller.

         

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...