20 Ağustos 2016 Cumartesi

Kurumsal Yönetim Olarak Yönetişim ve İki Taraflı Politik Girişim: Kamu Yönetişiminin Çok Yönlü Dinamizmi ve Özel Sektörün Kullanışlı Aygıtı Olarak Uygun Tasarım-3

Şirketlerin büyümesi ile birlikte mülkiyet ve yönetim ayrımıyla belirginleşen ve keskinleşen iktisadi gücün yoğunlaşmasını sınırlandırabilecek iki ana faktör bulunmaktadır: Yatay anlamda büyük şirketler arasında büyüyen rekabet ve dikey olarak ürünler ile rekabet (yüksek ürün veya hizmet fiyatlarının alternatifleri geliştirmesi, örn. yüksek karayolu nakliye fiyatları demir- veya denizyolu sevkiyatını, yüksek doğalgaz fiyatları kömür tedarikini artırır vb.). İşletme biliminde; yönetişim kavramını anlama isteğine bağıl yorumlama ağırlıkla küresel politik-iktisadi gelişime paralel olarak, ama aynı zamanda modern yönetim modellerinin klasikleşen tarzlarına özgü bakış açısının özel sektörde baskın olması hususu fazla değiştirilmeden sürdürülmesi yönündedir. Böylece yönetişim belirli uluslararası kuruluşların daha çok denetleme amacını öncel kıldığı mekanizmalar çerçevesinde, aslında yönetimin kurumsallaştırılması şeklinde tevil edilerek uygulanmaya çalışılmaktadır. Yani şirketler, büyük veya küçük, yönetişimi devletin oluşturduğu yasal ve kurumsal yaptırımlara zorunlu uyum sağlamak bağlamında ele almaktadırlar. Bu nedenle, yönetişim -geleneksel anlamda- yönetim kavramının önüne “kurumsal” sıfatı getirilmek suretiyle bir hayli benzer anlamda kullanılmaktadır. Hâlbuki yönetişim “Corporate Governance” kavramının karşılığı olarak devleti ve kamu yönetimini, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarını içine alan kompleks bir sistemi ve bunların kendi aralarındaki ilişkiler ağını ve karşılıklı etkileşimlerini ifade etmek için kullanılmaktadır. Bu anlama benzer bir şekilde yönetişimin özel sektör tarafından da “Corporate Governance” anlamında yönetim olgusuna bir tür eklemlenerek “kurumsal nitelemesi” ile asimile edilmesi, pek çok özel sektör kuruluşunun olguyu kendine uygun bir şekilde tasarlaması, kavramı bu sayede örtülü kılarak bilhassa şirket içine dönük olarak klasik-alışılmış yönetim tarzını belirli bir ölçüde “makyajlayarak” sürdürmesidir (anglo amerikan stil).
Örneğin, Türkiye’deki büyük şirketlerin neredeyse tamamında yönetişim kavramı “Corporate Governance” manasında ele alınarak uygulanmaktadır. Bu bağlamda şirket yönetimleri, Corporate Governance’i bazen yönetişim, sıklıkla ise kurumsal yönetim anlamında kullanmaktadırlar. Hatta ileri bir aşama olarak nitelendirdiğim “yönetişim” üzerine araştırmalar yapan ve konuyu gerek ulusal gerekse uluslararası platformlarda işleyen ve bazı şirketlere yönetişimle ilgili danışmanlık hizmeti veren iki STK’da* olgunun günümüzde özel alan açısından evirildiği kapsamı sunmaktan maada, söz konusu klasik anlama-okuma tarzını gündemde tutmaktadırlar. Elbette şirketlerin yeni küresel şekillenmede, yönetişim olgusunun bir yönüyle Corporate Governance’i karşılayan paradigmal bir yapılanması olduğunu bilmeleri gereklidir. Ama bu yapılanmanın daha önce belirttiğimiz üzere öncelikle devletin, uluslararası kuruluşların ortaya koyduğu biçimiyle piyasaya yönelik olarak bazı denetleyici mekanizmaları oluşturması ve bunlar vasıtasıyla piyasa aktörleri olan şirketleri, yasalara dayalı kontrol erki ile hesap verebilir kılmasıdır. Diğer yandan devlet kendi içine yönelik olarak yine yasalar yoluyla düzenlemelere giderek kurumlarının kendi içinde ve dışta özel sektöre yönelik denetleme gücünü arttırmış, yeni düzenleyici kurumları önemli yaptırım gücüyle piyasa kontrol mekanizmaları olarak kurmuş (BDDK, EPDK, RK, TMSF vd.); aynı zamanda Corporate Governance’in pratik formülasyonları sayesinde yönetime dair çok yönlü erişime dayalı kontrolü, yeni kurum organizasyon stillerini inşa etmiş, katı bürokratik yapıları esnetmeyi ve vatandaş ile devlet arasındaki katmanları BT sayesinde de kolay ve yalın etkileşime sokarak (bürokratik işlemlerin elektronik ortamlar vasıtasıyla kolaylaştırılması-hızlanması; e-devlet uygulamaları ki, Türkiye bu konuda dünyadaki en başarılı ülkelerin başında gelmektedir) her türlü iletişimsel pratikler ile işleri daha kolay ve etkin bir biçimde çözümlenir bir hale dönüştürmüştür. Açık bir şekilde 10 yıl öncesi ile kıyaslandığında özellikle belirli kamu kuruluşlarının ve yerel yönetimlerin iş yürütümlerinde oldukça başarılı bir şekilde ön plana çıktığı ve vatandaş ile etkileşimde etkin bir sinerji oluşturdukları rahatlıkla gözlemlenmektedir. Corporate Governance’in kamu maliyesinin güçlenmesinde, Türkiye’nin kendi içinde ve periferisinde etkili bir aktör haline gelmesinde de önemli katkıları olmuştur. Belirli zaman ve durumlarda, Türkiye belirli düzeyde eklemlendiği küresel politik iktisadi sisteme karşı eleştirel çıkışlar yapmakta (dünya 5’ten büyüktür, NATO’ya karşı kritikler, dış yardımlar, arabuluculuklar vb.) ve böylelikle önceki dönemlerde hüküm süren tek yönlü bağımlılığını, büyük oranda karşılıklı bağımlılığa dönüştürebilmiştir. Ancak, ülkemizin bu gelişimi henüz sağlam bir devlet politikası şeklinde pekiştirdiğini söylemek mümkün değildir. Bunun başlıca nedeni, Türkiye Cumhuriyetinin kurucu zihniyetinin kodlarını iç siyasanın, yani siyasi partilerin büyük-baskın çoğunluğunun iyi okuyamaması,1 İstanbul’da yükselen ekonomik aktörlerin ağırlıklı manada distribütör bağımlılıklarını giderememeleri, iç dinamiklerin içeride oluşturulan belirli unsurların çatıştırılması vasıtasıyla malul kılınması ve bu türden pozisyonların zemininde çıkar gruplarının dışa dönük ulusal bir politika oluşturamadıkları gibi zayıflıklardır. 
Yukarıda bahsettiğimiz üzere yönetişim kavramının anglo amerikan zihniyetindeki büyük şirketlerin birçoğu tarafından örtülü kılınarak şirket içine dönük olarak, klasik-alışılmış yönetim tarzını belirli bir ölçüde “makyajlayarak” sürdürmesi bir yönüyle reel bir tarz olsa da, son yıllarda yönetişimin kullanımında ve algılanan öneminde özellikle German model alanında yapısal ve işlevsel mühim değişiklikler olmaktadır. Düzenlenmiş kuralların şartlarının değişmesi ve söz konusu kültür alanının sosyal odaklı geleneklerine paralel olarak, yönetim biçimlerinde yeni yöntemler gündeme gelmiş ve yönetişim süreci yeni çıktıların devreye girmesiyle kamusal yönetim-yönetişim anlayışından ayrılmaya başlamıştır.
Yönetişim yaklaşımı, Kıta Avrupa’sında Almanya’nın başını çektiği AB yapılanması çerçevesinde, “kürek çeken değil dümen tutan devlet”2 anlayışıyla, pasif tüketiciliği içermeyen katılımcı vatandaşlık anlayışı ile şekillenmektedir. Bu süreçte üzerinde anlaşılan hedefler doğrultusunda işbirliğine ve uzlaşmaya vurgu yapan ve yönetişim mekanizmalarını uygulamaya aktaracak olan yeni bir sevk ve idare tarzına doğru bir yönlenme, gelişim oluşmaktadır. Aslında yönetişimin teorik kökenleri, kurumsal ekonomi, uluslararası ilişkiler, örgütsel ve iktisadi gelişmeye dönük çalışmalar, politika bilimi, kamu yönetimi gibi unsurları kapsamaktadır. Ama odakta politik-ekonomik sistemin gelişimi bulunmaktadır.
Yönetişim kavramı ayrıca, yönetime katılma kavramına bir seçenek olarak da ortaya konulmaktadır. Bu şekilde demokratikleşmeyi sağlaması düşünülen katılımcı yönetimle, yönetilen temsilcilerinin karar sürecinde yer almaları hedeflenmektedir. Ancak, bunun sonucunda yöneten ve yönetilenlerin durumlarını durağanlaştıran bir yönetim anlayışı oluşma ihtimali yüksektir. Oysa yönetişim kavramı, dışarıdan bir baskı olmadan, aralarında etkileşimin olduğu aktörlerin etkilediği bir yapıyı ya da düzeni kastetmektedir. Bu durum, toplumsal-politik eylem için hem kısıtlayıcı hem de aynı zamanda ona yetenek kazandıran veya onu güçlendiren bir koşul olarak görülebilir; yani olanak ve riskin karşılaştırılabilir bir zeminde müsavileşerek oluşturdukları tamamlayıcı bir paradoks olarak zuhur etmeleri gibi.**
Corporate Governance kavramındaki tüm hızlı gelişimsel değişimlere rağmen, Türkiye’de kamu kesiminde olgunun oldukça kapsamlı bir biçimde yerli yerine oturtulmasına karşın; büyük şirketlerin ve az sayıdaki konuya ilişkin danışman sivil inisiyatifin yaklaşımında yönetişimin başlangıçtaki kapsama alanı dışına çıkılmamaktadır (uluslararası kuruluşlar ve devletin kendilerine ve anonim şirketlere yönelik etkileşimleriyle sınırlı). Hâlbuki yönetişim olgusunun bilhassa son on yılda anlam derinliği katmanlaşarak genleşmekte ve Corporate Governance özel sektör açısından iyi yönetişim (Good Corporate Governance) aşamasını da geride bırakarak daha farklı açılımları ve uygulamaları içermektedir. Ama ülkemizde ve anglo amerikan etkileşim çevrelerinde büyük şirketler yaygın biçimde kamu kökenli kurumsal yönetim söylemini devam ettirmektedirler. Az sayıda şirket yönetişimin günümüzde German etkileşim alanında eriştiği düzeye sahiptir; örneğin Türkiye’deki şirketlerin çok büyük çoğunluğu yönetişimin geldiği aşamayı, yani otoritenin dağıtıldığı, örgütlerdeki geleneksel yukarıdan aşağıya veya aşağıdan yukarı yaklaşımı yerine herkesin rolleri doğrultusunda hem inovatif bir girişimci hem de takipçi olduğu katılımcı, birlikte karar alma mekanizmalarını sistematik kılmış bir yönetim sistemini henüz hazmetmeye hazır ve bunun için gerekli cesarete de sahip değildir.


















* Türkiye Kurumsal Yönetim Derneği (TKYD) ve Argüden Yönetişim Akademisi.


1 II. Abdülhamid’in devrilmesiyle birlikte Osmanlı’nın hızlı düşüşüyle başlayan son derece acı sürecin, Lozan’la sağlanan kısmi noktalanmasını müteakip İ. İnönü’nün “100 yıllık nefes alma” süresi kazandığımıza dair hedef gösteren sözünün ne anlama geldiği –ne yazık ki- TC siyasasının birçok aktörü tarafından anlaşılamamıştır. Aslında günümüzde Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’ın sıklıkla dillendirdiği “2023 hedefi” kaynağını, Cumhuriyetin kurucu zihniyetinin o zamanlar zorunlu olarak şifrelediği İnönü’nün o sözünden almaktadır.

2 Almanca’da yönetişim sözcüğü aynı zamanda “yönetim, kontrol, sevk ve idare etme, dümen tutma” gibi anlamları içeren “Steuerung” (İng. steering; yönetişime atıfla sık kulanılan bir sözcük) kelimesiyle de ifade edilmektedir.

** Çincede ‘risk’ kelimesinin aynı zamanda fırsat anlamını içermesi bu paradoksu aydınlatması açısından elverişli bir örnektir.






19 Ağustos 2016 Cuma

Kurumsal Yönetim Olarak Yönetişim ve İki Taraflı Politik Girişim: Kamu Yönetişiminin Çok Yönlü Dinamizmi ve Özel Sektörün Kullanışlı Aygıtı Olarak Uygun Tasarım-2

Kurumsal yönetime ilişkin yapılan umumi tanımlamalar ile literatürde yapılan çalışmalarda kurumsal yönetime dair betimlemeler birlikte değerlendirildiğinde, kurumsal yönetim kavramının öncelikle şirketlerin ve kurumların yönetildiği ve faaliyetlerinin kontrol edildiği bir sistemi belirtmek için kullanıldığı görülmektedir. Dar anlamda kurumsal yönetim; pay sahiplerinin haklarının şirket tarafından tanınması ve bu haklarının pay sahipleri tarafından etkin olarak kullanılmasına olanak veren sistemlerin kurularak şirketlerin yönetilmesidir. Şirketlerde bu konuda sorumlu organ yönetim kuruludur. Ancak, kurumsal  yönetim kavramı geniş olarak tanımlandığında, yönetme işinin yönetim kurulu, pay sahipleri ile şirket üst düzey yönetimi arasındaki ilişkileri düzenleyen bir sistem olduğu görülmektedir.
Kurumsallaşma ile şirketin faaliyetlerinin ve yönetiminin bir sistem olarak yerine getirebilmesi anlaşılmaktadır. Söz konusu sistemin parçalarını oluşturan her bir parçanın sistemin bütünlüğü içinde rollerinin ve görevlerinin tanımlanmış olması gerekmektedir. Kurumsallaşma ile şirket amaçlarına uygun olarak bir örgüt yapısı oluşturulması, her bir parçanın iş ve görev tanımlarının yazılı olarak belirlenmesi, bu amaçlara yönelik olarak şirketin iç düzenlemelerinin oluşturulması, yetki ve sorumlulukların dağıtılarak profesyonel bir yönetime geçilmesi sağlanmış olmaktadır.
Kurumsal yönetim kavramına esin kaynağı teşkil eden ilk öncü araştırmanın 1932 yılında Amerikalı siyasetçi ve hukukçu Adolf Augustus Berle ile yardımcısı ekonomist  Gardiner C. Means tarafından yazılan ve yayınlanan “The Modern Corporation and Private Property” adlı eser olduğunu tespit edebiliyoruz. Bu araştırmada Amerikan iktisadının derinlemesine bir analizi yapılmakta ve ekonomik açıdan üretim araçlarına hükmeden az sayıda şirketin tekel oluşturmasıyla birlikte kartelleşmenin gittikçe büyüdüğü ve şirketlerde mülkiyet ve kontrol arasında açık bir farklılaşma olduğuna işaret edilmektedir. Bu anlamda vurgulanan mülkiyet ile yönetme arasında ilk kez keskin bir biçimde ayırım yapılarak, yönetimin hukuki düzenlemeler vasıtasıyla profesyoneller tarafından icra edildiği, böylelikle yönetimin mülkiyetin yanında “ikinci (büyük) güç” olduğu gündeme getirilmektedir. O zamana değin gücün sadece mülkiyete sahip olana ait olduğu ve onun da gücü istediği gibi kendi fayda ve çıkarları için kullandığı varsayılırken, Berle ve Means bu hipotezi reddetmek suretiyle özel şirketlere ilişkin yeni bir tasavvur sunmuşlardır. Berle 1959 yılında yayınladığı “Power without Property” isimli kitabıyla bir önceki tezini daha da ileri bir noktaya taşıyarak, büyük şirketlerin yönetimlerinin kendilerini hissedarların denetimden oldukça bağımsız kıldıklarını ve yeterince güç devşirmek suretiyle gerek pazarın gerekse rekabetin baskısından çok büyük oranda özgürleştiklerini öne sürer. Berle’e göre iki yönlü güç teorisi vasıtasıyla, pazarın ve rekabetin firma mülkiyetine dayalı yönetimin topladığı tek büyük bir güç tarafından belirlendiği teorisi geçerliliğini yitirmiştir.1 Bu ‘provokatif’ tez bugün dahi hala üzerinde tartışılan bir temadır.  
Berle’in ortaya koyduğu gerçeklik üretim sanayisinin zirve yaptığı bir dönemde özel sektörün büyük kuruluşlarında baş gösteren yeni mülkiyet problemidir. Bu problemin merkezinde mülkiyetin pek çok hisse sahiplerine bölünmesi sonucu, yeni yönetici sınıfına yönelik kontrolün kaybedilmesidir. Bunun diğer bir anlamı şirkete ilişkin karar almadaki nüfuzun yönetici kapitale geçmesi ve böylece denetim organları ile hissedarların yönetime dair kararlarda edilgen hale gelmeleridir. Bu durum diğer yandan sermaye kuruluşlarını modern toplumun domine edici organizasyon biçemine dönüştürür. Berle’in değindiği gelişimde işletme sahipleri, hissedarlar “asil olanı (İng. Principal)”, profesyonel yöneticiler (yöneten kapital-yönetici unsurlar) ise “vekili (İng. Agent)” temsil ederler ve bu temsil-çıkar çatışması iktisattaki “asil-vekil, vekâlet sorununun/teorisinin (İng. Principal–Agent Problem)” de kaynağıdır.2 Vekâlet problemi aşılması zor bir handikap teşkil etse de, bununla beraber oluşan ekonomik baskı sermaye piyasaları hukukunun da gelişimine sebep olması hasebiyle itici bir güçtür.
Berle araştırmalarıyla modern şirketlerin (The Modern Corporation), profesyonel yönetim tarzı ile hem özel mülkiyetin etkisinin gerilediği ve böylece tüzel kişiliğin öne çıktığı anonim kimliğe büründüklerini hem de hisse paylaşımı ile hissedarların da mecburen yönetme işini yönetim organlarına-kurullarına bırakmasıyla (“bir milyon hissedar eş zamanlı olarak bir şirketi yönetemez”) gerçek anlamda sermaye piyasası ve pazarının oluştuğunu öne sürmektedir ve bu bağlamda, kapitalizm bir yaşam tarzı değil, iktisadi ve sosyal hedeflere ulaşmada bir yöntemdir.3 Bu anlayışa göre yönetim-piyasa-pazar bileşkesinin şirketlerin ana belirleyici unsuru olduğunu ve bu sebeple de şirketlerin iktisadi ve sosyal sorumluluk sahibi olmaları gerektiğini varsayabiliriz. Böyle bir önermeden de şirketlerin zorunlu olarak gücün ve sorumluluğun pozisyonunda konumlandıklarını çıkarsayabiliriz.
Büyük holdingler bağlamında mülkiyetin bölünmesi; hissedarların kabul edici, verileni alıcı ve yönetimin ise üretici konumunda olduğu manasındadır. Bunun dışında yönetim çalışanlara karşı işe alım, işten çıkarma, ücretlendirme, iş koşulları vs. ve zincirleme olarak pazarın tedariki ile çevre gelişimi gibi hususlarda yaptırım gücüne sahiptir; yani yönetim (yöneticiler) gelişimin temposunu belirler.
Büyük holdinglerin elinde bulunan büyük gücün ana kaynağı pek çok kanaat  belirleyicinin öne sürdüğü gibi kapital değil, politik aklın ürettiği kapsamlı ve derin düşünebilme potansiyelidir. Kapital çok önemlidir, ama ana destek yoksa buharlaşır. Büyük şirketler açısından -ister kamu kuruluşu, isterse özel şirket olsun- önemli olan politika ile üretilen sevk ve idare tarzlarının uzantısı reel misyon(lar) ile projekte edilebilen ve ayağı yere basan, sonuç itibarıyla misyona dönüşebilen vizyon(lar)dur. Buna bağlı olarak önemli olan geliştirilen gerçekçi politikalar aracılığıyla saptanan kapsayıcı ve iletişim-eşgüdüm uyumlamasına haiz stratejilerin uygulanmasıdır. Aslında büyük şirketlerde politik yaklaşımların –yani zihniyetin ve bağlı bakış açısının- uygun kapsayıcı stratejiler aracılığıyla yönetim tarzının dönüştürülmesi ve böylelikle mülkiyetin bölünerek “yönetim mülkiyetinin” oluşturulması neticesinde politik erkin ağırlıklı olarak profesyonel yönetime zorunlu devri yegâne söz sahibi olan konsantre mülkiyet sahiplerinin gücünü azaltmıştır. Bu sayede ön plana çıkan yönetim olgusu öncelikle yönetici unsurların hâkimiyetine geçmiştir. Bu unsurların şemsiye organizasyonu yönetim kurullarıdır ve bunlar denetim üzerinde de belirleyici güce sahip olmuşlardır. Hatta bazı büyük şirketlerde özellikle son ekonomik bunalıma değin CEO’ların bir başlarına oynadıkları güç yüklü rol yönetim kurullarının yaptırımcı rolünü dahi arka plana iterek onları da CEO-baskın bir etki altına almıştır.
Berle’in gücün parçalanarak mülkiyet sahiplerinden etkili parçanın yönetime geçmesi karşısında yönelttiği önemli soru, denetlenebilirliği son derece zor olan bu gücün kısıtlanabilirliği üzerinedir.4 Ama bu arada belirtmek istediğimiz önemli bir husus, sanayinin batıda 1930’lu yıllara kadar ağırlıkla mülkiyet sahipleri ve sermayedarların elinde olması dolayısıyla, şirketlerin belirli büyüklüğe sahip “aile şirketleri” niteliğini muhafaza etmesi ve daha sonra irdelediğimiz güç bölünmesi ve yönetim mülkiyeti ile zuhur eden problemlere rağmen, yönetim gücünün yeni bir sevk ve idare tarzının doğmasına vesile olmasıdır: Tüm sorunlarına (en başta vekâlet sorunu) rağmen, ilgili yönetim tarzı sayesinde şirket kimliği ve organizasyon kültürünün belirginleşmesi ve daha sonra dönüşüme uğraması, bu dönüşümü yaşayan ve yönetebilen şirketlerin profesyonel yönetimler öncülüğünde piyasa ve pazarı iyi okuyarak kitle üretimine geçmek suretiyle büyümesi ve zaman içinde hisse satışlarıyla gerçek anlamda büyük şirketler haline geldiğini vurgulamalıyız. Hisse sahiplerinin “statik durumsal ortaklığının”* oluşması, yönetim tarzının büyük şirket yapısına uygun olarak anonimleşmesi ve buna uygun olarak yönetim ve denetim kurulların oluşturulmasıyla devlet kuruluşlarındakine benzer bürokratik katmanların ortaya çıkışı sonucunda gerek devletin düzenlemeleri gerekse buna uyum sağlayacak şekilde şirket içi hukuki mevzuatın genleşmesiyle “şirket/firma kimliği” ve “şirket-organizasyon ve iş kültürü olgularının daha belirginleşmesi büyük şirketlerde kurumsal yönetim beliriminin ilk biçimlerini ortaya çıkarmıştır. Gücün sınırlandırılmasına ilişkin Berle’in yaklaşımları ilginç bir diyalektik içerir. Öne sürdüğü ilk çözüm yolu, gücün kamuoyunun aydınlatılması ile kısıtlanabileceği gibi dış faktörlerin devreye sokulması fikridir. Diğer bir husus ise devletin kontrol ve idari imkânlarını devreye sokması, buna ilaveten büyük özel şirketlere karşı bazı sektörlerde (örneğin enerji temininde) rekabet oluşturarak onları bu türden meydan okumalarla baş etmeye zorlamasıdır.5 Tabiidir ki, devletin kendi erkini bu tip uygulamalarla yürürlüğe sokması liberal sistem ve buna bağlı olarak rejimin istikrarı açısından ilanihaye sürdürülebilir değildir.

1-2-3 http://de.wikipedia.org/wiki/Adolf_Augustus_Berle [Erişim: 01.06.2015]

4 http://de.wikipedia.org/wiki/Adolf_Augustus_Berle [Erişim: 01.06.2015]

*Burada çok küçük paya sahip olan hissedarların etkisizliği vurgulanmıştır. Bunun bir nedeni bu tip hissedarların yönetime katılımlarının pratik olarak mümkün olmaması, şirketin durumuna ilişkin son derece yüzeysel bilgilere haiz olmaları ve iletişim dışında kalmaları sonucunda pasif konumlanmalarıdır.  

5 http://de.wikipedia.org/wiki/Adolf_Augustus_Berle [Erişim: 01.06.2015]

16 Ağustos 2016 Salı

Kurumsal Yönetim Olarak Yönetişim ve İki Taraflı Politik Girişim: Kamu Yönetişiminin Çok Yönlü Dinamizmi ve Özel Sektörün Kullanışlı Aygıtı Olarak Uygun Tasarım-1

Bu sözler büyük bir holdingin vakıf üniversitesinde görev yapan bir akademisyenin ‘Corporate Governance’ (CG) ile ilgili olarak çeşitli kamu ve özel kuruluşlardan gelen üst düzey yöneticilere yaptığı sunumdan alıntılanmıştır:1
‘Kurumsal Yönetim’ sözcüğünü kullanıyorum prezantasyonumda ama bu tercümenin çok yerine oturmadığı kanısındayım çünkü ‘Governance’ yönetim değil. ‘Corporation’ anonim şirkete karşılık geliyor daha çok. Kavramların üretildiği dil kullandığınız dil olmayınca böyle zorluklarla karşılaşıyorsunuz. Çoğu gelişmekte olan ülkede bir tercüme sorunu yaşanıyor bu konuda. ‘Corporate Governance’ kodları diye adlandırdığımız belgelerin çok garip isimler aldığını görüyoruz. Esas olarak ‘Corporate Governance’in anonim şirketlerin (anonim ortaklıkların) yönetimi ile ilgili çok disiplinli bir çalışma alanı olduğunu söylemek gerekir. Yani konumuz bütün şirketlerin değil, konumuz anonim şirketlerin, yani ortaklarının sorumluluğu sınırlandırılmış şirketlerin sorumluluğu ortaklar adına üstlenen Yönetim Kurulları tarafından yönetimi. Her ne kadar Kurumsal Yönetim ilkelerinin bütün şirketlere, şirket uygulamalarından çıkartılan derslere dayanarak kamu şirketlerinin yönetimine ve hatta Avrupa Birliği yönetimine uygulanması gerektiği gibi tartışmalar olmakla beraber bunlar gereksiz ve uygunsuz genellemeler. Nasıl tercüme ederseniz ediniz ‘Corporate Governance’ anonim şirketlerin yönetimiyle ilgili bir çalışma alanı. Henüz kabul gören başka bir sözcük olmadığı için Corporate Governance’in karşılığı olarak bundan sonra "Kurumsal Yönetim" kavramını kullanacağım. Kurumsal Yönetimin amacını dikkate almamız gerek. Kurumsal Yönetimi iyileştirerek yapmak istediğimiz şey şirketlerin daha verimli ve daha karlı çalışmalarını sağlamaktır. Neden bu önemli bir amaç olarak karsımıza çıkıyor? Çünkü dünyada refahın ve zenginliğin itici gücü şu anda özel sektördür. Beğenelim ya da beğenmeyelim, gerçek bu yöndedir.
Yukarıdaki aktarımı yapmamın sebebi; bir holdinge bağımlı olan bir vakıf “üniversitesinde” görev yapan bir akademisyenin, ya kapitalist ideolojinin daraltılmış kalıplarıyla veya işvereninin anlamak istediği şekilde ya da genel geçer, vasat bilgi ile düşünme tembelliğine dayanan kısıtlı bir zihin yapılanmasıyla Corporate Governance’i betimlemesine iyi bir örnek teşkil etmesidir. Ülkemizde yönetişim üzerine yapılan akademik çalışmaların sayısı oldukça azdır. Bu durum belki akademyanın nicelliği yönüyle genel düzeyine aykırı değildir; ancak yapılan çalışmaların niteliği açısından konuya yaklaştığımızda –buradaki alıntının karşısında marksist ideolojinin dar, dogmatik yaklaşımlarına dayalı çalışmaları da zikrederek- yönetişim olgusunun global gelişim sürecinin izlenmediği, titizlikle incelenmediği ve bilvasıta daha da önemlisi alana katkı sağlayabilecek çalışmaların maalesef yapılmadığını tespit etmemizdir (zorunda kalmamızdır). Olguların yorumlanmasının çeşitlilik arz eden araştırmalara dayanması ve minimum seviyede de olsa özgünlük içermesi akademyanın sorumluluğu olmalıdır. Ancak bu zahmet, gayret ve tefekkür-zihni derinlikli işlev gerektiren çalışmalarla mümkündür. Fikri genişliğe haiz çok yönlü bir olguyu ağırlıklı olarak oportünist amaçlar için araçsallaştırmanın açtığı yol, bilimi gerek etik gerekse değer yargısının özgürlüğü açısından çıkmaza sokan bir yoldur; dahası açık toplum olmanın önünü de –“ucuz pragmatizm” uğruna- kesmektir. İdeolojilerin dar kalıplarına sıkışan türden bir akademik zihniyet ya gerçekten sadece bir aktarım işçiliğidir ya da belirli bir zümrenin çıkarlarına hizmet eden fikri köleliktir. Bu bağlamda, kadimdeki zengin ilmi, irfanı ve hikmeti gelişmenin özgün dinamiği kılmak yerine, ideolojik dogmalarla çerçevelemek bu coğrafyayı tuhaf bir hâlet-i ruhiyeye, adeta “kaçınılmazın mitosuna” mahkûm etmektir. Bunun akademya ve aydınlar tarafından yapılması her türlü yorum bir yana, tek sözcükle vicdansızlıktır.
Öncelikle, Corporate Governance’in Türkçede tam bir karşılığının olmadığını beyan ederek, buna karşılık olarak "Kurumsal Yönetim" kavramını kullanmak, Türkçeye son derece isabetli ve daha da kapsamlı bir biçimde ‘yönetişim’ sözcüğüyle aktarıldığını bilmemek, fark etmemek bir ihtimal olmakla birlikte, yönetişimin bir şirketin yönetimindeki kararların geniş yayılımlı birliktelik ve katılımla alınması hususlarının göz ardı edilerek, özellikle çalışanların katılımının kararlardaki rolü bu yolla dışlanmaktadır. Zaten sendikalaşmaya dahi yasal zorunluluklar dolayısıyla tahammül edilen ve bunun için bazı örtülü baskıcı yöntemlerin uygulandığı ‘yeni düzende’ çalışanların birkaç kademe daha ön planda yer almasının önlenmek istenişi rasyonel bir hedef olarak görülebilir. Yönetişimin kurumsal yönetim olarak tek yönlü bir sevk ve idare biçimine indirgenmesi, bilhassa anglo sakson iş dünyasında da kullanış bulan bir yaklaşımdır. Ülkemizde de özel sektörün ağırlıklı bir şekilde bu yaklaşımı benimsemesi, son yılların neo-liberalizme ve finans kapitale yaslanan kartel politikalarına uyum sağlamak açısından öncelikli tercihi olduğu malumdur. Günümüzde yönetişime dair en geniş kapsamlı ve uygun çalışmaların; demokratik, şeffaf ve çalışanları da karar alma sürecine dâhil ederek, katılımcı tarzı benimseyen Orta Avrupa ülkelerinde (başta Almanya olmak üzere, İsviçre ve İskandinav ülkelerinde) gerçekleştirilmeye çalışılması ‘yönetişim madalyonunun’ diğer yüzüdür.
Önceki bölümlerde de belirttiğimiz gibi, yönetişim bir sevk ve idare modellemesi kapsamında, önce bir öneri olarak ‘Corporate Governance’ kavramı altında BM, OECD, DB, IMF gibi ulus üstü kuruluşların “bir ülkenin her düzeyindeki işlerinin yönetiminde iktisadi, siyasi ve idari otorite kullanımı” şeklindeki tanımıyla ortaya çıkmıştır. Ancak, 1990’ların sonlarında meydana gelen büyük yolsuzluk skandallarını müteakip, devletin gerek kendi kuruluşlarına gerekse özel sektörün anonim şirketlerine yönelik olarak hukuki düzenlemelere dayanan bir üst yapı marifetiyle oluşturduğu bağımsız, özerk kuruluşları (Türkiye’de BDDK, EPDK, RK, TMSF gibi) vasıtasıyla özgül manada denetime ve lüzuma göre yaptırım uygulama yetkesiyle donatılmasıyla çok katmanlı sistemik ve karşılıklı etkileşimli bir yönetme yapılanmasına dönüşmüştür.
Yasal düzenlemelerin özel sektörü öncelikle şeffaflaşma, denetlemelerinin de kontrolü, hesap verilebilir kılmasıyla birlikte kavram, anonim şirketlerin de gündemine girmiş ve mali ve idari yönlerden onların da devletin organları tarafından takibini yürürlüğe sokmuştur. Anglo-amerikan zihniyetin hâkim olduğu ülkelerde, topluma zarar verecek herhangi bir durum oluşturmadığı takdirde her türlü girişimin özgürce yapılması düsturuna (izin verilen yapılabilir) uygun olarak ‘Corporate Governance’ tam anlamıyla kapitalist sistematiğin yeni biçimi neo-liberal yaklaşıma uygun olarak daha geniş bir serbestiyet içinde uygulanmış, fakat 2008-2009 ekonomik bunalımdan sonra devletin önleyicilik ilkesini benimsemesiyle kıta Avrupa’sındaki uygulamalara benzer hale gelmiştir. Kıta Avrupası’na hâkim olan franco-german modelin baskın düsturu ise devletin izin vermesine dayalı ağsal bürokratik bir yapı olduğundan, ‘Corporate Governance’ önleyicilik prensibine dayalı olarak işin daha baştan sıkı tutulmasıyla uygulamaya konmuştur; yani burada öncellik kanun kuvvetine dayanmaktadır. Bu model her ne kadar franco-german olarak adlandırılsa da german modeli diğerine nazaran bilhassa uygulamada daha sıkı ve özgün bir yapıya haizdir. Bundan dolayıdır ki, Almanya, İsviçre ve İskandinav ülkeleri son iktisadi bunalımdan en az etkilenen Batı ülkeleri olmuştur. Ayrıca, CG’i en farklı ve özgün biçimde dönüştüren ülkenin Almanya öncülüğünde diğer zikrettiğimiz ülkeler olduğunu da belirtmeliyiz. Burada olgunun ayırım yapmadan özel sektör şirketlerine yönelik olarak “katılımcı ve birlikte karar almaya dayalı demokratik şirketler” mottosu altında geliştirilen bir yönetim şekli olduğunu kısaca belirtmekle yetineceğiz.
İstanbul-HABİTAT II/5 toplantılarının Ülke Raporu’nun “Yönetişim Alt Bölümü” içeriğinde de belirtilen “bir ülkenin her düzeyindeki işlerinin yönetiminde iktisadi, siyasi ve idari otorite kullanımı” şeklindeki tanımdan hareketle; DB, IMF gibi uluslararası örgütler bu tanıma katılarak, gelişmekte olan ülkelerin hem neo-liberal ekonomik politikaları, hem de ‘Corporate Governance’ modelini benimsemeleri gerektiğini savunmuşlar ve bahusus yönetilebilirlik sorununa ilgi göstermişlerdir. Bu yaklaşıma göre, iyi bir ekonomi ve yönetilebilirlik problemini çözmek için anılan model, neo-liberal politikaların gerçekleşmesini sağlayabilecek uygun bir araçtır. Bu noktada yönetişime ilişkin yapılan negatif veya pozitif atıflar olmakla beraber, bunların bazılarında –haklılık yanları olsa da- yoğun ideolojik yaklaşımların oluşturduğu aşırı öznellik ağır basmakta ve verimli tartışmaların, bilgi çıkarımlarının önü kesilerek kısır döngüler oluşturulmaktadır. Hâlbuki olguların titizlikle gözlenerek bilişsel ve deneysel bağlamda teorik yapılanmaları olgunlaşmadan sert eleştirilere tabi tutulması, yaklaşımları kristalize ve atıl kılmaktan başka getiri sağlamayacaktır. Örneğin, yönetişime dair sert nitelikteki sol tandanslı eleştirilerde gözden kaçırılan önemli bir husus, yönetişim olgusunun içerdiği öz yönetimsel fikirlerin ağırlıklı olarak sosyalist kökenli olmasıdır.
Daha önceki bölümlerde yönetişimin bir yüzüyle yönetsel paradigmal bir yapılanmayı, diğer yüzüyle ise araçsallığı sayesinde yöntemselliği içerdiğinden söz etmiştik. Her iki halde de; arzu edilen yönetişimin –ister yönetimsel isterse yönetsel araç manasında- şeffaf, dürüst, iyi niyetli ve insani amaçlara hizmet eden “inşa ve imar edici” bir yapıtaşı olarak uygulanmasıdır. Ancak insanın büyük keşfi (!) olan pragmatik araçsallaştırma sayesinde yönetişim de sıklıkla her türden menfaatin temini veya meşruiyet sağlama aygıtı olarak kullanılmaktadır. Bu meyanda, önce büyük şirketlerde başlayan ve daha sonra KOBİ’lere kadar uzanan “kurumsallaşma, kurumsal yönetim” gibi kavramlar bilhassa gelişmekte olan ülkelerde yönetim-işletme alanyazınına moda akımlar olarak yerleşik bir giriş yapmışlardır.
İngilizcedeki “Corporate Identity” sözcüğü “şirket/firma kimliği” şeklinde bir anlama haiz ise de sıklıkla, Türkçeye yapılan çevirisinden ve kelimenin kendisinden kaynağını alan “kurumsal yönetim” kavramı ile ifade edilmektedir. “Corporate Identity” bir şirketin özelliklerinin (Alm. Charakteristika), özgünlüğünün toplamıdır ki, “bu toplam” bir şirketi karakterize eden nişanedir ve onu diğerlerinden ayıran niteliktir.2 Bunun dışında şirket/firma kimliğinin oluşmasına, süreçsel gelişimine eşlik eden diğer bir unsur “şirket-organizasyon ve iş kültürü” olgusudur. Bu olguyla bir şirketin zaman içinde oluşan ve gelişen “değerler tasviri” ve bunların fiili tecellileri kastedilmekle beraber, kavram belirli idealleri de temsil eder.25 Gerek kimlik gerekse kültür-iş kavramlarının iyice anlaşılması ve derinlemesine okumasının yapılmadan “kurumsal” sıfatına geçerek, buna ilaveten “kurumsal yönetim” olgusundan söz etmek yerinde olmayacaktır. Öyle ki, arada atlanan önemli bir kavram da “kurum” kelimesidir. Türkçede kelimenin etimolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte, tahminimce “kurmak” fiilinden türetilmiş olabilir. Batı dillerindeki kökü Latince “institutio”, yani tesis etmek fiiline dayanan kurum kelimesinin sosyal bilimler çerçevesinde, kavramsal açıdan üzerinde tam bir birlik sağlanamamıştır. Üzerinde mutabakat sağlanan görüş, kurumun geniş kapsamlı bir “kurallar sistemi” olarak anlaşılmasıdır. Söz konusu sistem, bireysel sosyal davranış ve aksiyonları, etkileşim içindeki katılımcıların beklentilerine göre, kendine uyumlu gruplar ve cemiyetler şeklinde düzenler, stabil kılar ve yönlendirir. Örneğin, STK’lar, resmi kuruluşlar, mahkemeler, üniversiteler ve okullar da birer kurum olarak kabul edilirler.3 
Kurumsal (İng. institutional) sıfatı kurum sözcüğünden (İng. institution) türetilmiştir. Son yılların bir hayli revaçta olan yönetim şekli olarak ön plana çıkan kurumsal yönetim konusunda literatürde farklı tanımlamalara gidilmiştir. Yapılan tanımlamaların bazılarının kurumsal yönetimin kapsamına dar veya geniş açıdan bakılarak, bazılarının ise kurumsal yönetimin özelliklerinden bir veya birkaçının ön plana çıkarılması suretiyle yapıldığı görülmektedir.4

1 http://cgft.sabanciuniv.edu/sites/cgft.sabanciuniv.edu/files/MBsemineri.pdf [Erişim: 31.05.2015]
2 http://de.wikipedia.org/wiki/Corporate_Identity
3 http://de.wikipedia.org/wiki/Organisationskultur

4 http://de.wikipedia.org/wiki/Institution  

Yönetişime İlişkin Modelleme Sorgulaması

Yönetişim olgusunun gerek kavramsal gerekse çerçeve-kapsam yönünden irdelenmesinde, çeşitli şekillere bürünen bazı problematik durumlar ortaya çıkmaktadır. Bunların başında betimlemelerin çeşitliliği, yönetişimin tarifindeki çok geniş kapsama alanı, onun bir tür yönetim teorisi mi, yoksa yönetimsel-stratejik politik bir araç mı olduğu, gerçekten de kamu yönetimindeki veya uluslararası arenada sevk ve idareye dayalı sorunsal olup da küreselleşmenin getirdiği gelişimlerin sonucunda kamuda zuhur eden ve ülke yönetimlerini ve bilhassa “yeni ekonomik, neoliberal siyasaları” tıkayan engelleri aşmak için bir gerekliliğin yerine getirilmesine yönelik çözümsel bir yol mu olduğudur. Bu türden çıkarımların sayısı arttırılabilir. Kısa bir soruyla tespit edecek olursak; “Corporate Governance” (CG) genel anlaşılır ‘değerlendirme model(ler)i’ sunmakta mıdır? Bu soru gündeme alınmadıkça ve buna dair somut cevaplar verilmediği takdirde yönetişimin öncelikle kuramsallığı ve buna eklemlenmiş olarak uygulama yöntemleri üzerinde açıklık sağlamamız mümkün olamayacaktır. Bunun diğer bir anlamı, yönetişim olgusunun açık toplum düşüncesine ve katılımcı, çoğulcu demokrasiye olumlu katkı sağlaması bir yana, bunun yerine bazı ilave toplumsal sorunların önünü açma riskinin oldukça büyük bir olasılık taşıdığını ifade edebiliriz.
Genel anlaşılır ‘değerlendirme model(ler)i’ ile ilgili soru, “Corporate Governance” kavramının yayılımlı kullanımı söz konusu olduğu takdirde, zor bir çıkarımı gündeme getirir: Hangisi “Corporate Governance” ya da en yalın şekliyle “Corporate Governance” nedir?  İlginçtir ki, Türkçedeki “yönetişim” sözcüğü açısından konunun problematik yanı daha pratik tanım-açıklamalar vasıtasıyla ortaya konabilmekte ve ortak uzlaşmaya dayalı bir betimleme mümkün olabilmektedir. Ama buna rağmen, Türkçe alanyazının ağırlıklı olarak anglo-sakson araştırmalara dayanması ya da yapılan uygulamalı çalışmaların esin kaynağını yine bu araştırmaların oluşturması, yönetişim olgusunu bize özgün düşünce-yaklaşım modelleriyle değerlendirmek yerine ya çok geniş bir sahaya yaymakta ve karmaşıklaştırmakta ya da dar kalıplı ideolojik şablonlara hapsetmektedir.
Sadece “gereklilik” önermeleri üzerinden yönetişimin okumasını yapmak, olgunun açılımı açısından belirli ölçüde pozitif olmakla beraber, çoklu tanımların arasından hangisinin ‘gereklilik’ ölçütüne göre belirleneceği önemli bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bu yönden baktığımızda, ‘gereklilik’ önermesinin karşısına koyacağımız diğer bir ölçüt “olma-varolma” teoremi olacaktır. Yani olgunun yalnızca epistemik tarafı değil, ontolojik yönü de otomatikman gündeme gelmektedir. Yönetişim epistemolojik açıdan çok sayıda bilgi kümesinin üretildiği bir olgu olmasına ve yine çeşitli görüş, yön ve yaklaşımları içermesine rağmen üzerinde fazlaca durulan yanı devletin, küreselleşme ve ortaya çıkardığı yerelleşme doğrultusunda olabildiğince uygun bir şekilde reorganize olmayı sağlamaya konsantre olmasıdır. Bilhassa devletin yasal üstyapı kurumları ile ekonomik katmanlardaki denetleyici rolünü güçlendirerek, bu alanlara taşıdığı bazı yeni dinamiklerin çerçevesinin belirlenmesi ile bu çerçevenin sınırlarının özel sektöre kadar kapsayıcı ve yaptırımcı olması da diğer etkin aksiyonlardır. Yönetişim, epistemik mantık ve buna bağlı olarak olasılık hipotezleri sayesinde devletin kendi mekanizmaları içinde –özellikle kamu kurumlarında- iç kontrol, risk yönetimi ve e-uygulamalar (e-yönetişim) gibi katmansal sahalarda bazı kullanışlı imkânlara erişimi sağlamıştır. Bunlar arasında kamu harcamalarının bütçe ile uyumlu olarak gerçekleştirilmesi, idari ve mali konularda iş kalitesinin artırılması, bürokratik kırtasiyenin azaltılması ve nihayet iletişim olanaklarının geliştirilmesi sayesinde gerek kendi bünyesinde gerekse vatandaşlara yönelik işlemlerde basitleştirme ve kolaylıklar (özellikle e-devlet uygulamaları sayesinde) gibi uygulamaları sayabiliriz.1 Ancak, burada gözden kaçırılan husus ilk sırada fikri oluşumdan pratiğin vuku bulmasına kadar uzanan süreçte epistemik yaklaşımların yegâne oluşturucu olduğu sanrısıdır. Tam da bundan dolayı CG’nin üzerinden yapılan okumaların ve ilgili araştırmaların “akademyanın bilgi boğuntusuna” gelmesi ve çıkarımların adeta toplumsal mühendislik içeren yöne doğru kaymasıdır. Hâlbuki yönetişim zatında ‘gereklilik’ çıkarımı ile epistemik bir karakter arz ederken, “olma” yönüyle ontolojik hususiyete haizdir. Epistemenin yönetişime olan ilintisi zorunluluğa evirilen gereklilik (Alm. Soll-Governance, İng. Shall-Governance), ontolojinin ki ise oluş, var-olma gerçekliğine dairdir  (Alm. Ist-Governance, İng. Is-Governance).
Epistemik yaklaşım ulus üstü kuruluşlar üzerinden ulus devletlere, bu devletlerin yasallaştırdığı özerk/bağımsız kurumları ile diğer kurum ve kuruluşlarına, bunlardan hareketle özel sektör ve sermaye piyasalarına dolaylı olarak uzanırken, ontolojik yaklaşım direkt olarak özel sektör ve sermaye piyasalarında meydana gelen yönetişim etkilerinin yeniden düzenlenerek, şirketler için uygulama alanlarının zeminini hazırlar. Ama epistemik yaklaşımın problemi üst katmanlardan alt katmanlara uzanan etki alanını oluşturmakta, düşünselin önüne çıkan bürokratik ve kısmen teknokratik engellerden kaynaklanan çatışmanın –ki eşyanın tabiatına uygundur- getirdiği yarı soyut-yarı somut yapısal, ayrıca özündeki özel alana ait çatışmalarda yönetme potansiyelindeki kısıtlardan dolayı (yönetsel akla pratik ve tam anlamıyla haiz olamama gibi) maruz kaldığı yetersizliktir.2 Kanuni yaptırımlarla aşılmaya çalışılan bu yetersizlik durumunun üst yapısal karakterini dönüştürmek önemli bir adım olmakla beraber, bürokratik gizil yetkenin baskınlığı asgari manada ‘ağırlaştırma-hantallaştırma’ yoluyla epistemeden oluşa hareketi kısıtlayıcı ve ilgiliyi bıktırıcı bir rol oynar. Zaten ‘gizil yetke’ de haddizâtında anılan epistemik yetersizliğin küçümsenemeyecek müsebbiplerinden birisidir.
CG’nin olgusal incelemesinden elde ettiğimiz yorumsal yaklaşımların önceli olan epistemik kaynağın doğurduğu riski, yani yetersizliğini aşmada bir imkân olarak öne çıkardığımız ikincil kaynak, CG’nin ontolojik hususiyetinin sunduğu olanaktır. Ancak bunu gözlemlemek ve akabinde irdelemek için verili durumların (İng. actual existence) pratiklerini araştırmak gerekmektedir. Hâlihazırda dünyadaki uygulamaları incelediğimizde, konunun prensiplerde hemen hemen aynılık arz etmesine karşın, bazı farklılıkların olduğu görülecektir. Bu durum ağırlıkla ilgili ülkelerin devlet kültürü, toplumsal gelenekleri ve tatbiki temayüllerindeki başkalıklara bağlı olarak zuhur etmektedir. Var-oluş imkânı devlet mekanizmaları düzeyinde ikincil derecede önem arz etmekle birlikte, özel sektörün büyük şirketleri açısından olgunun açılımı ve ona dair uygulamaların izlenmesi açısından önemlidir. Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmeler (KOBİ) için ise yönetişim, bizce ağırlık verdiğimiz, yaptığımız anlamlandırma açısından öncelik arz edebilecek bir enstrümandır. Ontolojik yaklaşımda sorunsalın merkezinde çatışmanın, sistemin dört ana unsuru ile bunlara bağlı belirli faktörler nedeniyle ortaya çıkan sertliği bulunur. Bilindiği üzere özel şirketlerin sistemleri “işletme, mülkiyet, aile veya ortak-paydaş bağları ve çevre” üzerinde temellenir. Buna ilaveten söz konusu dört unsura bağlı diğer faktörler de (köken, büyüklük, performans programı, üretim, IT ve organizasyon) yönetişimin optimizasyonu açısından belirleyicidir. Burada ister büyük şirketler isterse KOBİ’ler olsun, optimal yönetişim uygulamaları için güven, yönetim kurulu, hissedarların veya ortakların hakları ile sorumlulukları, ücretlendirme, iç kontrol sistemleri ve kurumsal (şirketsel) yaklaşım mekanizmal karar ölçütleridir.
Görüleceği üzere, var-oluş bir imkân olmakla beraber, bir şirket için yararlanılması veya diğer bir deyişle fırsat olarak değerlendirilebilmesi kolay değildir. Zira şirketleri sarmalayan unsurlardan mülkiyet ve aile ile bunlara bağlı öğelerden ücretlendirme ve şirket/iş kültürü gibi mekanizmalar, ontolojik sorunsalın asli kök nedenleri olarak aşılması son derece zor sistemik hale gelmiş hususlardır. Ontolojik sorunsalı oluşturan diğer bir etken yönetişime dair bakış açısıdır. Şirketi oluşturan en önemli yapı taşlarının başında gelen çalışanların da yönetime ortak olması, karar alıcıların arasında katılımcı bağlamda temsil bulması ve böylelikle beraber belirleme hakkına sahip olması yönetişim olgusunun ileri düzey uygulama ve yürütme talep-koşullarından biridir. Ancak büyük şirketlerde yukarıda belirttiğimiz aile, mülkiyet ve ücretlendirme gibi faktörler nedeniyle daha baştan, yani epistemik seviyede bu konu gündemden düşürülerek, yönetişim zihniyetinin heterarşik veya heterarşiye nazaran daha da esnek bir oluşum olan holokratik sistem çıkarımlarının önü kesilmiş olur. CG ile direkt bağsallığı olan Çok Katmanlı Sistemlerden ile ondan türetilerek geliştirilen ve Türkçeye adapte edilen yönetişim olgusu, çok katmanlı ve yoğun ağsal yapılara haiz büyük şirketlerde bu yapısallığın doğası gereği olması gerektiği şekilde çoğulcu ve katılımcı, karşılıklı etkileşime açık şekli ile yer bulamamaktadır. Bunun yerine episteme olarak yönetişim kavramı, “kurumsal yönetim” olarak adlandırılarak var-oluşuna dair gerçeklik tamamıyla dönüştürülmüş olur. Bu durumda yönetişime ilişkin bir değerlendirme modelinin oluşturulması, kurumsal yönetim kavramının yönetişim imiş gibi öne çıkartılması ile daha birincil aşama olan epistemik bağlamda kapsam dışın(d)a çıkarılmış-(kalmış) olacaktır.
1 Türkiye’deki e-devlet uygulamalarının özellikle vatandaşlara getirdiği kolaylıklar, uluslararası anlamda da prototip teşkil eden son derece başarılı bir yönetişim örneğidir. 

2 “Bürokrasinin Epistemesi” olarak nitelendirdiğim bilgi muhafazakârlığının kamusal gelenekteki tutucu duruşudur. Gerek toplumun bilgi edinme hakkını engelleme ve minimum düzeyde tutma gerekse yerini bırakacağı kadrolara aynı zihniyeti aktaran “bürokratik ideolojinin” kapalı toplumu merkeze alarak biçimlenen dünya görüşüdür.     

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...