24 Ekim 2015 Cumartesi

İş’in Teorisi 12/2-3: Sosyal Sistemler Kuramı ve İşletmesel Örgütlerde Alt Sistemler: Çok Katmanlı Sistemlerin İpuçları

Gerek Genel Sistem Teorisi gerekse onunla bağlantılı Sosyal Sistemler Kuramı ile Çok Katmanlı Sistemler esinlenmeye dayalı şekilde sistematiğin anlaşılması açısından öncül kütle teorilerdir. Günümüz dünyasında ÇKS’yi sadece kendine özgü bir teori olarak ele almamız; politika ve buna bağlı olarak ekonomik, sosyal, kültürel ve bilgi sistemleri vb. alanları daha iyi anlamamız ve bilmemiz için tek başına yeterli değildir. Bilhassa dünyayı ve yeni zamanların en önemli aktörleri olma yolunda dev adımlar atan şirketleri ÇKS üzerinden derinliğine okumak istiyorsak; alt sistemleri, bunların boyutsallığını ve bu bağlamda yönetişim olgusunu iyi kavramamız gerekmektedir.
Şirketleri anlamlı kılan; uygun, uyumlu ve hedef odaklı teknikler ve yöntemler üzerinden, kararlaştırılmış ve sınırları belirlenmiş gayeleri gerçekleştirmek için organizasyonel birimler olarak oluşturulmuş olan işletmeler(i)dir. Bir şirket için en önemli ilk katman işletmenin bizzat kendisidir. Bir işletmenin asli hukuki üst yapısının örgütsel sistemi ise biri üst katmanı olan şirket ve diğeri de ona anlam veren işyeridir. Şirket tüzel bir niteliğe haiz iken, işyeri daha çok özel vasıflıdır. İşletme ağırlıklı olarak her türden üretimin (mal, hizmet veya başka bir inşa ya da tüketim unsurunun) yaşama geçirildiği ana birim olmakla beraber, bahusus iki anasıra muhtaçtır: İş ve örgüt. İş en geniş anlamıyla duruma göre statik ve dinamik edimselliği temsil ederken, örgüt; ortak bir amaç uğruna ve hatta bu amacı gerçekleştirme adına eylemde bulunmak üzere bir araya gelmiş kişi ve kurumlardan oluşmuş topluluktur. İş, işletme açısından mecburiyeti ortaya koyar. Örgüt ise bu zorunluluğun biçemini belirleyen bir nevi organizmadır. Bir şirketin katmanları arasında örgüt hangi şekliyle var olursa olsun, derinliği yapılandıran işlevsel alt sistemik katmanların temsilidir. İşletmesel örgüt haline gelmiş olan şirketlerde öne çıkan unsur fonksiyonellik ve bunu geliştiren süreçsel potansiyeldir. Şirketlerin ve onlara bağlı olarak işletmesel örgütlerin çok katmanlı sistemlerinin mihenk taşları aşağıda belirttiğimiz alt sistemlere ilişkin anlayış ve yaklaşımda temellenir. İşletmesel örgütlerdeki fonksiyonel başat alt sistemleri özetle aşağıdaki gibi türleştirebiliriz:1
·         Birincil Alt Sistemler
a.       Sınır Alanı (Destekleyici) Alt Sistemler: Sınır alanı alt sistemlerinden birincisi, çevreden girdi temini ile ilgilidir. İkincisi ise üretim sonucu elde edilen çıktıyı elden çıkararak ya da bu sürece yardım ederek çevresel ilişkiyi sürdürmektir. Her ikisi de üretim faaliyetinin işleyişi için uygun ortam hazırlayarak ona destek olurlar. Bu nedenle destekle-
yici alt sistemler adıyla da anılırlar.
b.      Üretim Veya Teknik Sistem(ler): Teknoloji; dönüşümü (üretimi) sağlamak için insanın sahip olduğu ve kullandığı anlamlı bilgi yığınıdır. Uygulamada üç tip teknolojiden söz edilmektedir. Bunlar, zincirleme teknoloji, aracı teknoloji ve yoğun teknolojidir. Zincirleme teknoloji, belli bir üretimin başarılmasında sırayla bazı işlemleri yapmak zorunluysa, işlemler arasındaki bu mutlak bağımlılıktan doğar. Örneğin montaj hakkında standart bir malın üretimi belirli bir dizi işlemin sırasıyla yapılmasına bağlıdır. Aracı teknoloji ise, birbiri ile bağımlı olmak isteyen iki çevresel elemanı belirli bir işlem vasıtasıyla bir araya getirme faaliyetidir. Örneğin ticaret bankaları mevduat sahipleri ile kredi müşterilerini, PTT birbirleriyle haberleşmek isteyenleri, iş işçi bulma kurumu eleman arayanlarla iş arayanları buluşturmaktadır. Yoğun teknoloji de ise, belirli, istenen bir değişim işlemini yapmak için birbirinden farklı ve birden fazla teknolojiyi kullanmak söz konusudur. Ancak, bu tekniklerin seçimi, uygulanması ve birbirleriyle uyumlaştırılması müşteriden (çevre elemanı) gelecek geri beslemelere bağlı olmaktadırlar.
c.       Uyumlayıcı (Adaptif) Alt Sistem: İşletme sürekli değişen bir çevrede faaliyette bulunur. İşletme örgütü kendi dışındaki bu çevrenin değişmelerini izlemek ve onun arzu ve isteklerindeki gelişmelere ayak uydurmak, kendini adapte etmek zorundadır. İşletmenin donanım, enerji, hammadde, yardımcı malzeme aldığı kurumlar, para tedarik ettiği bankalar, rakip firmalar, müşterilerin arzu ve istekleri, teknolojide meydana gelen değişimler, sendikal istekler ile ekonomik, sosyo-kültürel, siyasal, hukuksal koşullarda meydana gelen değişimlere karşı sürekli izleme, araştırma, dış çevreyi algılama, ona duyarlı olma, tedbir alma veya karşı koyma uyumlayıcı alt sistemin görevidir. Yine bu sistem işletme faaliyetlerinin çevre üzerindeki etkilerinin tesirlerini (etkinliğini) değerlendirerek, yönetim faaliyetlerinin planlanan doğrultuda yürütülmesi için yönetsel alt sisteme gereken uyarılarda bulunur. Bu alt sistemin belki de en önemli işlevi, çevrenin ana sistem içeriğine dâhil edilmesinde oynadığı öz devinimsel roldür.

·         İkincil Alt Sistemler
a.       Varlığı Koruma Alt Sistemi: Bu alt sistemin görevi, sistemi cazip kılarak kişileri ona çekmek ve çalışmaya yönlendirmektedir. Bu durum psikolojik ve fizyolojik motivatörlerin etkin kullanımı ile gerçekleşir. Ödül ve ceza mekanizmaları kişinin örgütsel dokuya bağlılığını sıkılaştırma amacıyla kullanılmalıdır. Amaçlara ulaşılabilmesi performansın ölçülebilmesiyle doğrudan ilgilidir. Performansı ölçen standartlar çevresel şartlarla uyumlu olmalıdır.
b.      Yönetsel Alt Sistem: Yönetsel alt sistem diğer alt sistemlerin çalışması için kural ve ilkeler geliştiren, kaynakların iyi kullanımı için tabansal politikalar oluşturan, alt sistemlerin aralarındaki koordinasyonu sağlayan, alt sistemlerle çevre arasındaki ilişkileri yönlendiren ve alt sistemlerin çalışmalarını denetleyen faaliyetler bütünüdür. Yönetsel alt sistem yetki yapısını biçimlendirir. Karar mekanizmalarını belirler. Bu mekanizmaları, segmentlere ayırarak açıkça tanımlar. Verimliliği ve etkinliği arttırma çabalarını düzenler. Bu alt sistem tüm diğerlerini kapsayıcı hususiyettedir. Bir şirketin rasyonalizasyonu ve sosyalleşmesi bu alt sistemin potansiyeline göre gerçekleşir.
İşletmelerde alt sistemlerin varlığı epistemolojik karakterli olup, fark edilmeye ve bilinçlenmeye bağlı olarak organize edilebilir. Eğer bu koşul yönetsel akıl tarafından saptanıp yönlendirilemezse, bir şirketin tüm bir yaşam çizgisi boyunca belirginleşemez ve ‘ilkel işletme’ olarak nitelendirdiğimiz düz ticarethaneler de kendi algılarınca şirket ve işletme olarak vasıflandırılırlar. Özellikle gelişmekte olan ülkeler ile az gelişmiş ülkelerde bu nevi işyerlerinin sayısı bir hayli fazladır ve bunların arasında farklı sektörlerde faaliyet gösteren birkaç şirketten oluşan şirketler-grupları da (holding!) vardır.
Alt sistemlerin yönetilmesindeki katman, Koordinasyon Alt Sistemi’dir. Şirketin ana hedeflerinin gerçekleştirebilmesi için gerekli olan planlama, organize etme, eşgüdüm ve kontrol gibi temel yönetsel işlemlerle ilgilidir. Bu temel yönetsel işlemler, öncelikle işletmesel karakterli olup, hedefleri belirlemek ve gerçekleştirmek amacıyla insan ve fiziki kaynakların uyumlanarak ilişkisel dizgilerin eşgüdümü vasıtasıyla uygulamaya geçirilirler.

1 http://de.wikipedia.org/wiki/Mehrebenensystem [Erişim: 24.04.2015]


İş’in Teorisi 12/2-2: Sosyal Sistemler Kuramı ve İşletmesel Örgütlerde Alt Sistemler: Çok Katmanlı Sistemlerin İpuçları

Luhmann’ın sistem teorisindeki merkezi konumlanma, “kendi kendini düzenleme/kendi kendine gönderimsellik”, “kendini yaratma-oluşturma/kendini yaşamda tutma (autospoiein) ve “karmaşıklık” gibi kavramlar ile bunlara eklemlenen ‘iletişim’ unsurunda temellenir.  Bundan dolayı, Luhmann’ın teorisi insanları veya sosyal grupları, temelde bireyi ihmal etmekle suçlanmaktadır. Görüşümce, bu sert eleştiri Luhmann’ın sosyal sistemleri, etkileşim sistemleri, organizasyon sistemleri ve toplum bağlamında öncelikli olarak insanlardan değil de, iletişimden oluşan kapalı yapılar olarak varsaymasından kaynaklanmaktadır. Yoksa netice itibarıyla Luhmann açısından da –neticede- asli bağlantının merkezinde insan vardır ve iletişimde koordinatör rolünü üstlenmiştir. Luhmann’ın teorik yaklaşımlarına getirilen farklı tenkitler bulunmaktadır. Ama bizi SSK açısından ilgilendiren husus, sistem düşünceleri ve yaklaşımları arasında özellikle alt sistemlere ilişkin yapılan vurgu ve görüşlerdir. Yoksa SSK’nın kaynağı olan analoji, insan unsurunun geri planda kalmasına ilişkin hipotezler veya kuramın pratik ile olan bağlantısındaki zayıflık gibi faktörler bizim açımızdan ikincil derecede anlamlıdırlar.
Luhmann’ın yapısal-işlevselcilik (İng. structural-functionalism) üzerinden yaptığı toplumsal okuma, birey ile alakalı yönünden hareketle geliştirdiği “farklılaşma” tezi dikkatlice incelendiğinde üç ana sistem çıkarımı yaptığı görülecektir: İnsanların yüz yüze karşılıklı ilişkilerle oluşturdukları etkileşim sistemleri, birtakım üyeliklerle ve şartlarla oluşturulmuş örgütsel sistemler ve her şeyi kapsayan büyük toplum sistemleri. Bunların ortak özelliği autopoietik (kendini yaratma-oluşturma) olmalarıdır. Bu sistemler birbirlerine bağlı, ama aynı zamanda kısmi bağımsızlıkları da olan sistemlerdir. Bir sistem içinde farklılaşma çevresel değişimlerle baş etmektir. Farklılaşma süreci sistemin karmaşıklığını artıran bir sebep olsa da, bu süreç çevresel çeşitlenmeye cevap için sistem içinde daha fazla çeşitlenmeye olanak sağlar. Bu çeşitlenme özelliği aynı zamanda alt sistemlerin oluşarak gelişmesini de sağlayan bir vasıtadır. Oluşan alt bir sistem kurulacak bağlantıların sayısını arttırdığı gibi, gerekli kıldığı zorunlu altyapısal bir çalışma sistemin diğer unsurlarına yarar sağlayabilir; mesela kurulan yeni bir bilgisayar ağı diğerlerine fayda verebilecek bir düzeye erişerek alt sistemik bir katmanın sistemin bütünü içinde nasıl önemli bir rol oynadığını ortaya koyar. Farklılaşma düşüncesinde konumuz açısından dikkat çeken “Katmanlaşmaya Dayalı Farklılaşma”  türevidir. Ancak, Luhmann’da bu önerme sıradandır; şöyle ki etken öğe kademe veya statüye dayalı tipik dikey bir farklılaşmadır. Her bir pozisyon ya da kademede bulunanlar kendilerine tevdi edilen işlevleri yerine getirirler ve böylece sistemin sağlıklı bir şekilde yürümesini sağlarlar. Buna benzer bir tarzda, Luhmann’ın SSK yeni işlevselci yaklaşıma uygun olarak ekonomik ve sosyal sorunlar ile siyasi sorunları ayrı birer alan olarak görmez, bu üçü arasında bir ayrım olmadığını savunur. Bizce, Luhmann’ın katmanlaşmaya dair yaklaşımı son derece sıradan ve yetersizdir, kuramında yer alan alt sistemlere ilişkin değerlendirmeler derinlikli öğeler içermez. Diğer yandan, ekonomi, sosyallik ve siyasetin bileşimi ile ilgili tespiti zaten bilinen bir olgudur; ama buradaki eksiklik politikanın başatlığını atlamış olmasıdır.  
Yeni işlevselciliğin diğer bir özelliği faydacı yaklaşımıdır. Buna göre, dünya üzerindeki devletler açısından tedrici bütünleşme süreçsel bir karakter arz eder ve bu süreçlerin ana aktörleri ulus devletin üstündeki ve altındaki aktörlerdir. Ulus devletin altındakiler çeşitli çıkar grupları ve siyasi partiler iken;  üstündeki aktörler çok uluslu bölgesel bütünleşmelerdir. Aktörler bütünleşmeyi teşvik eder, çıkar gruplarının gelişmesini sağlar ve bürokratlar ile teknokratlar aralarında yakın ilişkiler kurarak her ikisini de sevk ve idare eder. Yeni işlevselciliğe göre, bütünleşmede ulus devletin rolü sadece yaratıcı uyumluluk olmalıdır. Yani devletler, ya ulus üstü ve altı isteklere uymayı seçecek ya da kendilerini buna zorunlu hissedeceklerdir. Ama burada önemli olan husus, entegrasyonun sadece bir süreçler kümesi olduğu ve bir sonuç olmadığıdır. Çok katmanlı sistemler ve yönetişim olgularının işletmesel sistem çerçevesindeki eşgüdümünde bu tespitimizin açılımlarına ayrıca girilecektir. Şimdilik vurgulamak istediğimiz sonuç olarak adlandırılanın da yeni başlangıç ve ihya süreçleri olduğu ve bu süreçlerin özetle işletmesel sistemin tanınabilen bütünlüğünün olabildiğince korunarak sistemi oluşturan parçaların kendilerini bilimsel (ve ilmi) bilgi yenileme, genleştirme ve böylelikle geliştirme yoluyla gerek kendisi gerekse etkileşim alanı için istikrarlı ve sıhhatli kalabilmesidir.


23 Ekim 2015 Cuma

İş’in Teorisi 12/2-1: Sosyal Sistemler Kuramı ve İşletmesel Örgütlerde Alt Sistemler: Çok Katmanlı Sistemlerin İpuçları

Luhmann’ın formulasyonuyla ortaya konan SSK, sosyolojiye bir katkı olmasının yanı sıra, toplumsal düzenlerin açılımları ve onlara sağladığı esinlenimler sayesinde kendine özgün bir sistem kuramı oluşturmuştur. Luhmann’a göre -tezimizden farklı olarak- bütün (biyolojik, psikolojik veya sosyal) sistemler ‘iç/dış’ daha doğrusu ‘sistem/çevre’ ayrımı dolayısıyla karakterize olurlar. Ama aynı zamanda çelişkili gibi görünse de, Luhmann hiçbir sistemin kendi çevresinden bağımsız olarak ele alınamayacağını yahut belirlenemeyeceğini de belirtir. Bu belirtim onun tarafından şu şekilde yorumsal bir biçimde tanımlanır:  Bir sistemin işlemleri, çevresine dâhil olmayan şeylerden onu ayırt eden sınırı çizer. Sistem ayrımlar, farklılıkların gösterilmesi ve gözlemlerin sonucu olarak mevcut olur. Sistemler operasyonel olarak kapalıdırlar, yani onlar yalnızca kendi spesifik sistem operasyonlarında ele alınabilir ve gözlenebilirler.1 Luhmann’a göre bugünkü toplumsal sistem içinde yaşanan ayrımlaşma biçimi, toplumsal sistemin çevresi, toplumun maddî ve manevi kaynakları, eşya ve insanlar üzerinde o derece büyük etkiler doğurmuştur ki, bu etkiler neticesinde ‘çevre’, geleceği belirleyen merkezî faktör konumuna yükselmiştir. Çevrenin gittikçe artan önemi, toplumsal sistem içindeki ayrımlaştırıcı yapıyı intibaka zorlayacak ve bu suretle sistem içi ayrımlaşmanın ağırlığını yeniden azaltacaktır. Görüleceği üzere, Luhmann çevreyi bir yanıyla dışta kalan, ama sistem üzerinde son derece etkin belirleyici ayrı bir faktör, adeta münferit bir sistem olarak varsaymaktadır. Ancak, bu varsayım üzerinden yapılan yorumlamadaki problem sistem düşüncesinin ortaya konmasındaki ‘direkt analojiye’ dayalı çıkarımların oluşturduğu yaklaşımlar ve bu yolla ortaya çıkan benzeştirmeden kaynaklanan anlama eksikliğinin dışavurumudur. Şöyle ki, sosyal bilimlerde doğa bilimlerinden yapılan benzeştirmelerde dolaysız ve tam aktif aktarımlar, insan ve toplumla ilgili konularla tam olarak örtüşmediği durumlarda anlamsız sonuçlar ortaya çıkabilir. Yaygın olarak sosyal mühendislik olarak nitelendirdiğimiz, insanı ve toplumu tasarımlamaya yönelik alan çalışmaları, kurgusal-saptırıcı komplo teorileri, new-age-mistifize akımlar, mental seyahatler, kuantum sıçramaları, modern ve post modern bilimcilik vs. konuları buna örnek olarak verebiliriz. Luhmann’ın SSK da kısmen bu kategoriye girmekte olup, ağırlıklı olarak organik analojiye dayanması nedeniyle toplumu kapalı sistemik ve kendi kendini düzenleyen öz devinimli bir bağlamda okumaya çalışmaktadır. Bu nevi okumaların barındırdığı risk, Platon ve Hegel üzerinden, kısmen Marx’a kadar uzanan ve sonuçta günümüzde de yeni eğilimlerle –değişik biçemlerde de olsa- totaliter türden kapalı toplum görüşlerine kapı aralayan ve insanı salt insan ve birey olarak görememeyle malul abartılı sistem düşüncelerinin zemin hazırlayıcısı olabilme olasılığıdır. Hâlbuki bizim bahis konusu yaptığımız ÇKS felsefesi, bu tür rizikoları göz önünde tutarak, her şeyden önce insan için açık toplum anlayışını vaz’eder ve çevre unsurunu durumsallıkla alakalı olarak görse de dışarıda tutmaz ve sistemik katmanlarda etkileri olan doğal anasır olarak kabul eder.    
Luhmann’ın teorik açıklamaları çözümleme birimi olarak bireyler veya grupları değil, sistemleri temel almaktadır. Bu sistemler ise ağırlıkla iletişimlerden oluşur, bu yüzden de toplum dışında iletişim yoktur. ‘Toplum’ dünyayı anlamlandıran diğer sistemlerle irtibatlı olduğundan, sosyal dünyadaki ilişkilerin temel biçimi, birey ve toplum arasında değil, sosyal sistem ve çevresi arasında şekillenir. Modern toplum iktisadî, siyasî, hukukî ve dinî bir takım alt-sistemler ile bunların kendi çevreleri temelinde farklılaşmış bir toplumdur. Teori ‘insanlar’ı ‘kendi kendini tanımlayan’ hem biyolojik, hem psişik düzlemde yaşayan ve bilinçleri aracılığıyla anlam üreten sistemler olarak görür. Bununla beraber Luhmann, ne bireylerin ne de insanlığın önemini inkâr eder. Fakat ‘bilinç’ ile ‘iletişim’ arasında ayrım yapar ve bunların her birinin anlamlar dünyasının ayrı otonom alanları olduğunu vurgular.2 Burada, Luhmann’ın da diğer pek çok –bilhassa- işletme-yönetim gurusunun (duayenler ola- rak da nitelendirilen) genelleyici bakış açısının baskın olduğunu söyleyebiliriz. Sistem ve insan ayrıma dayanan bu görüşe göre, örgütsel işlerin yürütülmesi sistemiktir ve bundan ötürü aksaklıklar ağırlıklı olarak sistem kaynaklıdır. Bu konuda W. E. Deming’in işletmesel yönetimlere dair aşağıdaki tespitleri iyi bir örnektir:3
Bütün organizasyonların başarı veya başarısızlığı tepedeki kaliteye dayanır. Hatanın yıllardır süregelmesi, sorunun sistemde olduğunu gösteren bir itiraftır. Sistem hatalı olduğunda sistem içindeki insanlar suçlanmamalıdır. İki tip hata vardır: 1. Hata sistem kaynaklı iken (genel hata), biz onu özel hata olarak ele alırız, 2. Hata, özel bir hata iken ve tanımlanıp, imkân varsa yok edilebilecekken, biz onu sistemden kaynaklanan bir hata, yâni genel hata olarak ele alırız. Eğer organizasyonunuz yavaş yavaş kötüye gidiyorsa ve yönetim buna önem vermiyorsa, birinci tip hata var demektir. Benzer hatalar uzun süredir tekrarlanıyorsa, hatalar sistemden kaynaklanıyor demektir. Hatayı şahıslarda aramak zaman israfıdır. Eğer şoför, arabadan gelen takırtıya kulak vermez, sürmeye devam ederse ve krank mili kırılırsa, ikinci tip hata yapmış olur. Bir organizasyon başarısız ise; kusurun beşte biri çalışanlarına bağlanabilir. Kusurun büyük kısmı yöneticilere, idarecilere veya kurmaylara bağlıdır. Pek çok organizasyondaki çalışanlar, sistem yüzünden sınırlanmışlardır, sistem ise yönetime aittir.
Deming’in durum saptamasındaki dilbilimsel mantık, analitik yöntem ve çıkarımlar her ne kadar uyumsuzluklar içerse de, bir yandan pragmatik açıdan sistem olgusuna eleştirel bir yaklaşım, çıkış noktası olması yönüyle, diğer yandan hümanist bir pozisyon alış olması hasebiyle yaygın, tipik ve soyutlayıcı bir bakış açısıdır. Burada biri sual, biri tespit olmak üzere iki husus diğer analizlere gerek olmaksızın söz konusu görüşlerin maluliyetini ortaya koymakta yeterli olacaktır; sistemi kuran kimdir? Sistem bir yönüyle soyut bir olgu iken, diğer yönüyle aidiyeti yönetime mahsus kılınmaktadır; yani sistemi oluşturan eninde sonunda insandır, onun getirileri de insan içindir ve sorumlulukları, götürüleri de insana mütedairdir.
Yoldaş’ın belirtiminde olduğu gibi, Luhmann modern toplumu bir takım işlev sistemlerine ayrılmış bütünlüklü bir sosyal sistem olarak düşünür; ancak bu alt işlev sistemleri kendi perspektiflerinde geçerli olan kendi kodlarını kullanırlar. Buna göre bir işlev sistemi diğer bir işlev sisteminin görevini üstlenmez. Düşünülen bütün iç sistem ilişkilerinde, hiçbir sistem bir başkası için yerini değiştirmez. Luhmann modern toplumun karmaşıklık üreten   yapısından dolayı, gelecek konusunda da pek iyimser değildir. Ona göre modern dünya, normların paylaşılabilmesine ve hatta değerlerin genelleştirilebilmesine izin vermeyecek kadar karmaşıktır. Luhmann’a göre, aslında bizi birleştiren, “sistemleştirilmiş olan yapısal belirsizliklerin ortaklaşa kabul edilmiş olmasıdır”. Modernliğin rasyonel temelinden kaynaklanan çevresel, ekolojik ve küresel tehlikeleri modernitenin olumsuz yönleri olarak gören Luhmann açısından, bu endişe verici durum aynı zamanda insanlarda bir bilinç artışına da yol açar. Ancak bu durum bile, yaşadığımız çağın aslında “maskesi düşürülmüş bir kaygı çağı” olduğu gerçeğini gizleyemez.4

1 N. Luhmann, Form und Funktion sozialer Netzwerke in Wirtschaft und Gesellschaft, VS Verl., 1. Aufl., Wiesbaden, 2004, s. 44-45
2 M. Fritsch, “Religon im System”, Orientierung, Nr. 11, Zürich, Juni 2003, s. 126-131
3 http://www.deming.de/Deming/Deming.html [Erişim: 12.05.2015]
4 M. Rühl, Journalistik und Journalismen im Wandel: Niklas Luhmann (Hrsg.), VS Verl., 1. Aufl., Wiesbaden, 2011, s. 128


22 Ekim 2015 Perşembe

İş'in Teorisi 12/2: Sosyal Sistemler Kuramı ve İşletmesel Örgütlerde Alt Sistemler: Çok Katmanlı Sistemlerin İpuçları

Ludwig von Bertalanffy’nin ‘Genel Sistem Teorisi’nden hareketle önce Talcott Parsons’un “On Building Social Systems Theory: A Personal History” adlı eserinde ortaya koyduğu ve Niklas Luhmann’ın “Soziale Systeme”1 isimli çalışmasıyla taban bulan ve üzerine halen tartışılan çok yönlü içeriğe haiz “Sosyal Sistemler Kuramı (SSK)”nın yapılandırılması titizlikle incelendiğinde, söz konusu teori her ne kadar organik bir analojiye dayanmış olsa da, toplumsal yapı ve kurumların genel yapısını kapsamlı bir şekilde işleyen ‘yeni işlevselci’ yaklaşımıyla; H. Knoblauch’un deyişiyle “sistem teorisi Luhmann’ın katkılarının ötesinde artık farklı disiplinlerin alanında, çok geniş soyutlama düzeyi ile gelişim sürecinde olan bir teori durumuna gelmiştir.2
Önceki kısımlarda bahsettiğimiz üzere; sosyal bilimsel niteliğe dönüşme sürecinde sistem teorisi, farklı bilgilerin bütünleşmesini ve çeşitli alanlarda “teorik uygunluk” olarak  kullanılabilmesini mümkün kılan bir meta-teori olarak şekillenmiş; teorik gelişime bağlı olarak ‘sistem’ kavramı, içerdiği birbiriyle uyumlu unsurların toplamını aşan yeni bir yapıyı ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır.
SSK her şeyden önce ‘yapı (Alm. Struktur)’ ve ‘işlev (Alm. Funktion)’ kavramlarını temel almaktadır. Bu çerçevede ‘yapı’, bir sistemin içinde oluşan ve belli ölçüde istikrarı mümkün kılan düzenlilikler ve kurallılıkları, ‘işlev’ ise sistemin korunması ve sürdürülmesinde parçanın katkısını ifade eden anahtar kavramlar durumundadır. Yapı ve işlev halen kullanılan kavramlar olmakla beraber, Luhmann’ın bunların yerine, kendi kendini düzenleme/kendi kendine gönderimsellik (Alm. Selbstreferentialität) ve kendini yaratma-oluşturma/kendini yaşamda tutma (Alm. Selbsterschaffung/Selbsterhaltung veya Autopoiesis, Grc. autospoiein) temel öncüllerini de kavram olarak tercih ettiği görülmektedir. Değişime bağlı olması nedeniyle ‘yapı’ kavramı teoride öncelikli bir öneme sahip değildir, yapılar yalnızca göreli bir istikrarı gösterirler. Sisteme dâhil olmayan şeyler ise sistemden daha karmaşık olan ‘çevre’ kavramıyla ifade edilir.3 İşte tam da bu noktada, çevre ile ilgili dikkat çeken husus “sisteme dâhil olmayan” ifadesidir ki, çalışmamızda odakta yer alan çok katmanlı sistemler ve onun üzerinden yönetişim olgularının geçerlilik arz ettiği işletmesel sistemlerde ‘çevre’ kavramı pratik açıdan kullanışlı değildir; zira bugün sistem dışı gördüğümüz herhangi bir ’şey’, yarın sistem içinde önemli rol oynayan bir unsur olabilir. Bu nedenle insan zihninde, hangi surette olursa olsun, ihtimal olarak dahi zuhur eden ve işletmesel sistemle irtibatlı olarak görülen herhangi bir öğe es geçilmemeli ve bir varsayım –uzak bir gelecek için olsa bile- olarak yedekte tutulmalıdır.
Bizim çok katmanlı sistemlerin işletmesel örgütlerdeki yapılanması ve işlevi ile ilgili olarak ön plana aldığımız yaklaşımlarda ‘çevre’ olarak nitelendirdiğimiz, sistem teorisindeki gibi ‘dışarıda, ilgili olmayanı” değil, sadece durumsal ve o anın süreci için “olasılık” olarak varsayılanı ve her an “içeride olabilecek şey”i kastetmektedir. Buradaki gayemiz çok katmanlı sistemlerin işletme mantığına bağlı olan önemli bir özelliğine, GST ve diğer sistem kavramlarından ayıran farklı bir bakış açısı olarak ‘çevre’ olgusunun boyut olarak sisteme dâhil edilmesinin yanı sıra, kapsamdaki iki alana vurgu yapmaktır: Olanaklar ve riskler. Aktüel süreç(ler) esnasında çevreye ait olarak dışarıda bırakılan herhangi bir unsur; bir işlet-  me açısından, örneğin; inovatif girişim için zemin oluşturan yarar getirici fikri bir olanak olabileceği gibi, diğer yandan başka bir ‘çevresel öğe’ risk ve akabinde zarar verici bir olasılık  içerebilir. Varsayımların işletmeler için önemi sadece dâhilde değil, çevre olarak nitelediğimiz alanlar içinde de yer alırlar ve onlar olanakları olduğu kadar riskleri de barındırabilirler. Bilhassa işletmelerin tasarım düşüncesi ve proje işlevleri yönüyle bu türden bir varsayım yaklaşımı avantaj sağlayıcı önemli bir öğedir. Aslında varsayım hem olanağı hem de riski içeren düşünsel ve özgün bir araçtır.
Olanaklar ve riskler hadd-i zâtında zıtlık içeren olgular değildir; her biri yekdiğerini içkin kılan paradoksal görünümlü olgulardır. Sistem düşüncesinin içselleştirilmesinde öncelikle çevre kavramının dışarıda kalan bir saha olarak algılanmaması, sonra da olanaklar ve risklerin birbirinden tamamen farklı olgularmış gibi anlaşılmaması gerekir. Sûfi öğretisinde yer alan ve “ikiyüzlü dünya” olarak temsil edilen bu yaşamın bir yüzü ‘âlem-i imkân’ iken, diğeri ‘âlem-i misal’dir ve bunlar “çarkıfeleğin ikizleri”dir.* Bu bağlamda örgütsel sistemler açısından bir nevi eşyanın tabiatı olan çok katmanlılığın haiz olduğu önemli hususiyetlerden biri yönetim olgusunu olabildiğince genleştirebilme kabiliyeti ve böylelikle “ferasete haiz** akıllı yönetim”i yapılandırabilmesidir. Ferasetin gücü de yalnızca kapsamda olanı öngörebilme değil, dışarıda addedileni de lüzumu halinde fark ederek içeriğe katmakta yatar.
Görüşüme göre, bir şirketin ve onun baz-alanı olan işletmesel örgütün genel amaç ve hedeflerini belirleyen politikadır. Politika, bilhassa işletmesel sistemin temel yapıtaşları olan alt sistemlerin hedef ve standartlarını bütünleştirici kapsayıcı strateji ile bunun uygulama öğelerini belirler, kontrol altında sevk ve idare edilmesine aracılık eder. Bu yönetme işinde en önemli anasır, teşkil edilen ilişki üzerinden şekillenen iletişim düzenini sağlamak ve bunu mutlak surette en etkin şekilde koordine etmektir. Eğer ilişki ve eşgüdüm sağlanamazsa iletişim sözde kalacaktır. İşletmesel kapsayıcı sistemin üst yapısını oluşturan vizyon, misyon, değerler, ilkeler ve standartlar bağlamında yönetmelikler, prosedürler, kurallar, iş ve görev tanımları vd. işin-edimin bizzat uygulanarak gerçekleştirildiği derinlik dinamiği olmadan su üstündeki ve/veya buza yazılı yazılardan farksızdır. Alt sistemler işletmelerin derinliğini belirler ve her türlü işin, ilişkinin, iletişimin ve dolayısıyla etkileşimlerin cereyan ettiği, yaşam bulduğu katmanların üst çerçeveleridir. Bir işletmenin hakiki kalitesini belirleyen en önemli öğeler kümesi şirketin alt sistemleri ve bunu oluşturan boyutlar ile işin başarılı ve etkin bir şekilde ifa edilmesidir. İşletime dair başarılı ve etkin nitelemeleri verimlilik, katma değer, istikrar, problem çözme, bilgi ve deneyim aktarımı, iyi ilişki-iletişim, öğrenme, sosyallik vb. unsurları içermelidir.
Alt sistemlerin bir işletmenin derinliğini belirlemesinde belirleyici asli faktörün ne olduğu önemli bir sorudur. Ancak ‘ne’ sualinin cevabını müteakip tekrar ‘ne’ ile başlayan sorular sıklıkla soruluyorsa, ilk ‘ne’ sorusuna karşılık olarak saptanan yanıt büyük ihtimalle isabetsizdir. Çünkü doğru ve isabetli cevabı takip edecek sorular “nasıl ve niçin” şeklinde ise alt sistemlerin özelliği ve gerçekliği, aynı zamanda fonksiyonları işletmesel örgütün mahiyetini anlamamızı sağlayacaktır. Bir şirketin değiştirilemez en önemli gerçekliği insandır; insanın işgören olmasına ilişkin vasıflandırma işlevselliği ön plana çıkarttığı için değil, rasyonelliği ve daha da mühimi sosyalliği mündemiç kıldığından ötürü şirket ve işletmesel örgüt açısından önem arz eder. Sosyalliğin olmadığı insana ilişkin ortamlarda ne motive edici canlılıktan, dolayısıyla ne de rasyonellikten söz edilebilir. Geçmişte de, günümüzde de birçok şirketin gerekli sosyalizasyonu sağlayamadıkları için sistemik yönetimi olgunlaştıramadıkları sıklıkla yaşanan bir realitedir. Daha da doğrusu –radikal bir söylemmiş gibi gelse de- pek çok kuruluşun bu hususlarda bilgi sahibi dahi olmadığını söyleyebiliriz.

Genel anlamda sistem kuramı ve çıktıları olan sistem düşüncesi, sistem yaklaşımı ve ilgili modellerinin çalışma yaşamına dair katkıları kritik yönleriyle beraber, işletmeler açısından kullanışlı pratikler sunmaktadır. Bu görüşümün akademyada pek de kabul görmediği aşikârdır; çünkü sistem teorisi ve bazı fikri çıkarımlarının işletmesel örgütler açısından uygulanabilirlik olanakları üzerine, teorinin kütleselliğinin karmaşık bulunması nedeniyle yeterli olarak düşünülmediği kanaatindeyim. Örneğin, sistem teorisi üzerine Türkiye’de yapılan az sayıda çalışmalara önemli bir katkı yapan Doç. Dr. Y. Yoldaş dahi, bu karmaşıklığın teorik açıklamalara hâkim olan soyut ve anlaşılmaz kavramların bileşimi, aynı ifadelerin farklı cümle kalıplarıyla yeniden tekrarlanması, bu teoriyi anlamaya yönelik 
çabaları son derece güçleştirmekte olduğu ve teoride pratik örneklere yeterince yer verilmeyişi, sistem teorisini pratiğe aktarma açısından da büyük güçlükler doğurduğu gibi sebepler ileri sürmektedir.4 Bir teorinin yapılandırılarak ortaya konmasının zaten öncül pratik bir işlev içerdiği ve kuramların ille de –bahusus sosyal-beşeri bilimlerde- uygulamaya yönelik açılımlarının yalnızca kuram yapıcı tarafından değil, daha çok ilgililerince-araştırmacılarca yapılması gerekliliği bilinmelidir. Ayrıca, sosyal nitelikli teorilerden doğa bilimleri kuramlarının teknik ile pratik bulması gibi bir beklenti yerinde olmaz; zira sosyal nazariyeler doğası gereği diğerlerine nazaran çok daha düşük ölçüde teknik aktarım marifetine haizdir. Teorileri sorgulayan, irdeleyen, tahlil edip araştırmalar yapanların teori-pratik problemini iyi kavrayarak, bu sorunun bir kilitlenmeden maada kurama yönelik praktikaların neler olabileceği üzerine tefekkür edilmesine işaret ettiğini fark etmeleri ve uygulama alan(lar)ıyla bağlamlar oluşturmalarının bilimsel araştırmanın mantığına uygun olacağı hususunu atlamamaları gerekmektedir. Gerçi bu tutumun sosyal-beşeri bilim çevrelerinde –maalesef- bir alışkanlık haline getirildiği de sıklıkla rastlanan bir durumdur. Hâlbuki en azından bir işyerinin işletmesel fonksiyonlarının kavranması ve işletmesel örgüt oluşumunun öneminin bilincine varmak gibi ağırlıklı soyut temellerin farkındalığı yönüyle olsa dahi sistem olgusunun işlevselliği tecrübelerle de ortada olan bir realitedir. Ancak, gerçek anlamda iktisat gerçekliğine uyum sağlanmak isteniyorsa, sistemselliğin sosyal boyutlarının mutlak şekilde dikkate alınması kaçınılmazdır. Zira düzey değeri ne olursa olsun, sosyallik insanın işlevselliğinin ön koşullarından biridir; özellikle topluluklar halinde yaşanıyorsa…

1 N. Luhmann, Soziale Systeme, Grundriß einer allgemeinen Theorie, neue Aufl., Frankfurt am Main, 1984, 2001
2 H. Knoblauch, Religionssoziologie, Sammlung Göschen, Walter de Gruyter, Berlin, 1999
3 http://www.systemische-beratung.de/systemtheorie.htm#Systemisches Denken–heute [Erişim: 08.05.2015].
*  Çarkıfelek, kökeni antik çağlara dayanan felsefî bir kavramdır. İnsanın kaderine ve alın yazısına bağlı olarak elde edeceği kayıp ve kazançlar ile ödül ve cezaları temsil eder. Çarkıfelek sözcüğü Türkçede, Farsça kökenli "çark" ve Arapça kökenli "felek" (dünya) sözcüklerinin birleşimiyle oluşturulmuştur.
** Söz konusu izahlara göre feraset, “varlık veya hadiselerin perde arkasını görmek, bir meseleyi doğru ve hızlı değerlendirmek, çabuk kavramak, hükümde isabet etmek” demektir. Doğru telaffuzu “firâset” olan bu meleke, biri kesbî (çalışılarak kazanılan), diğeri vehbî (Allah vergisi) olmak üzere iki kısımdır. Kesbî olanı bir çeşit ilim yahut sanattır ki “zahirdeki emarelerden hareketle akıl yürütüp işin iç yüzüne vâkıf olmaya” derler. Bu türlü ferasetle mesela bir insanın eşkaline, kıyafetine, söz ve davranışlarına bakılarak onun ahlâkı, karakteri, mizacı hakkında doğru bir hükme varılabilir. Tecrübeye, bilgiye, akıl yürütmeye dayandığı, talim ve terbiye ile geliştirilebildiği için kesbîdir.
4 Niklas Luhmann’ın sosyal sistemler kuramı üzerine yaptığı açılımlarının bir yerinde Yoldaş’ın ileri sürdüğü çıkarımdır. Yunus Yoldaş, İşlevsel –Yapısal Sistem Kuramı, 1. Baskı, Roma Yayınları, Ankara, 2004, s. 156 



BİLGİ VE YÖNETİM: Genel (Kritik) Bakış

Küreselleşme, uluslararası ilişkileri ve bu alanda karşılıklı etkileşimi sınır aşan ölçüde kapsayan bir olgu olmakla birlikte, yerelin-yerel olanın yer aldığı ortamdaki-ülkedeki ve dahi kısmi sektörel anlamda ülke aşırı önemini de arttırmış ve yerel kümesi bilhassa kendini yöneten kuruluş (örneğin Belediyeler) üzerinden, çevresi ile interaktif davranışlar dizini içinde ortak bir ağ sistemi oluşturmuştur. Ülkemizde bu düşünce; bu hususta başı ve dikkati çeken ilk ivmeyi kazandıran -1990’lı yıllarda- bir siyasi partinin, ismen Refah partisinin, belde belediyeleri aracılığıyla tabana indirdiği yerel yönetimde birebir hemşeri ilişkisi kurumunu etkin kılmaya başlamasıyla pratiğe geçirilmiştir. Bu çalışmaların teşkilatlanmasında bilgi ve iletişim teknolojisi o zamana göre üst düzeyde kullanılmıştır. Daha önce 1970‘li yıllarda çeşitli sebeplerle başarısız olan ve Bülent Ecevit’in aynı zamanda taslak proje plancılığını üstlendiği “Köy Kent” projesini de örnek olarak verebiliriz. Yani günümüzde gerek AB kriterleri arasında bulunan gerekse ülkemizin iç dinamikleri tarafından realize edilmeye çalışılan yerel yönetim projesi, son on yılda yasama organının da girişimleri ile belirli bir seviyeyi yakalamamıza aracı olmuştur. Yani her hâlükârda kürevi gelişime ayak uydurmanın temelinde yerel ve periferisinin önemli bir rolü bulunmaktadır. Bu gelişim bir yönüyle dış, diğer yönüyle de iç dinamiklerin inter-aktif olmasını gerekli kılmaktadır. Eğer günümüzde yaygın bir şekilde bahis konusu olan küreselleşme olgusunu pek çok gelişim, değişim ve hatta geniş çaplı savrulmaların aktive edici unsuru olarak ön plana çıkarıyorsak, küresel etkinliği yerel gelişimin dışında göremeyiz. Yereli doğuran kürevi dünya görüşü, (Alm. Weltanschauung) birçok farklı olgunun hem oluşturucusu hem de eklemleyici aygıtıdır.
İçinde bulunduğumuz milenyum zamanı/yeni zamanlar, toplumlar açısından BT/IT’nin zirveye tırmandığı dönemdir. Bilgisayar ve iletişim olguları hızla değişmekte ve dönüşmektedir. 2000’li yıllara değin belirli alanlarda hüküm süren enformasyon kütlesi, özellikle son 15 yıldır ağ tabanlı ortamlarda işlevsel hale gelerek insanın etkin olduğu ortamlar arası düzeye terfi etmiştir. Bu etkinlik internet sayesinde kişisel olarak da geçerlilik kazanmıştır. Tabi burada ortaya çıkan soru şudur: Realitede; insan mı, yoksa bilgi mi etkindir? Özdeşleşilen, öne alınan gerçekte nedir? Bilgi mi, insan mı? Bu soru irdelenmediği sürece insanın öz-ü-gürlüğü ve dolayısıyla egemen olmanın natürü askıda kalacaktır. Askıda veya diğer bir deyişle muallakta, belirsizlikte kalan bir husus zanların ve dahi vehimlerin türetici zeminini oluşturacaktır. Böyle bir zemin üzerinde ne sağlıklı bilgi üretimi ne de onun yönetimi mümkün olamayacaktır. Ya da diğer bir deyişle, yöneten yönettiğinin kuşatması altında kalacak ve bir nevi onun bağımlısı olacaktır.
Görece soyut düzlemden somut olarak nitelendirdiğimiz her türlü bilgi ve onun ürünlerinin üzerimizde kendi ellerimizle kurduğumuz hâkimiyetini fark edebiliyorsak, iki ana seçenek karşımıza çıkar: Ya bunu araçsallaştırmak ve menfaatlerimiz doğrultusunda herhangi bir ahlaki kaygıya düşmeden kullanmak veya birinci seçeneği de fark ederek tersine hareket etmek. Her iki durumda da bilginin yönetimini üstlenmemiz gereklidir; ancak bahsettiğimiz yönetim seçenekleri fazla sayıda varyasyonları içerir ve neticede yönetme işlevinin çekirdeğinde yer alan “egemenlik sorununu” uzlaşma ve barış ile aşabilmek neredeyse olanaksızdır. Ayrıca, bu sorunu bize bahşedilen egemenlik potansiyeline bağışıklık kazandırabilme sayesinde aşabileceğimize dair garantilenmiş durumlar da yoktur. Bu iki seçeneği fark eden ve bunlardan birine ya da belirli ölçüde sentezlemeye göre yürütmede bulunanlar küçük bir azınlığı oluştururlar. Dünyamızda cereyan eden ve sıklıkla dillendirdiğimiz rekabetin derininde yatan egemenlik mücadelesinin asli taraflarını bu üç akım temsil eder. Üçü de bilginin kudretini iyi kavramışlardır; basit bir deyişle bunlar “İyi, Kötü ve Araf’ın” yeryüzündeki kompartmanlarıdır. Bazen ayrışmaları keskindir, bazen ise iç içe geçmişlerdir. İyi ile kötünün zıtlar olarak tek kümede var olması gibi. Bireysel anlamda da kişinin bilgi ile olan ilişkisinde belirleyici unsur, kimin veya neyin, kimi veya neyi, nasıl yönettiğidir! 

Literatürde umumi olarak öne sürülen ön kabulün -hammadde ve sermayenin de önünde birinci öncelikli faktörün bilgi olduğu- abartıldığı görüşündeyim. Her üçü de eşit ağırlıklı ve öncellenmeleri konjonktürel olan öğelerdir. Eğer bilgi olgusu günümüzde öne çıkartılan bir faktör ise, bunu sağlayan unsurlar, teknolojiyi tamamlayan finans kapital, kaynak materyaller ve yüksek direkt-endirekt kazançlardır. Klasik endüstriyel üretimin ürünlerinin getirisi BT ürünlerininkinden daha düşüktür, hatta çoğu kez hizmetlerinkinden de. Varsayalım ki elinizde insanlığı derinden etkileyecek, sarsacak bir bilgi olsun; eğer finansman ve diğer kaynaklara ulaşacak olanaklarınız yoksa söz konusu bilgi atıllığa mahkûmdur. Bilginin değer özelliği kazanması para ve ek kaynaklarla mümkündür. Bir de rafta tuttuğumuz bilgiyi metaya dönüştüreceğimiz uygun zamanlama ve konumlandırma ile.

10 Ekim 2015 Cumartesi

İş’in Teorisi 12/1: Çok Katmanlı Sistem Teorisi ve Yönetim: Karşılıklı Bağımlılığın Rasyonalitesi, Bilimcilik ve Ulusal Geleneklerden Çok Katmanlı Yönetsel İkileme

Ulusüstüleşme çok katmanlı sistemlerin belirgin ve merkez yansımalarından olan politik etkinliği, ulus devletlerin bileşik ve karşılıklı bağımlılık içinde oluşturdukları işbirliklerini zorunlu kılar. İşbirliklerinin baskınlığı ekonomi üzerinden şekilde görünür olsa da, arka planı ve esası politika belirler. Örneğin, AB’ye bakıldığında dikkat çeken birleştirici unsur ekonomik faktörler gibi görünse de, temelinde kıta Avrupa’sında ve oradan da dünyada etki yapmaya yönelik olan Almanya ve Fransa’nın politik baskınlığıdır. Burada Almanya’nın ağırlıklı olarak iktisadi ve siyasi aklı, Fransa’nın ise askeri enstrümanı öne çıkarttığı görülmektedir. AB içinde yer alan İngiltere ise Kıta Avrupa’sında merkezileşen politik güce adeta A.B.D.’nin koordinatörü olarak eklemlenmiştir. Yoksa birleşik-entegre ülkeler birliği anglo sakson siyasetin başkaları için tercih ettiği, ama kendisi için kesinlikle karşı olduğu düşük ilişkili parçalar bölünmüşlüğü yönetilmesi politikasına ters gelen bir pozisyondur. Aslında birleşik krallık mecburiyetin bir dayatmasıdır.* AB’nin varlığı İngiliz politik aklını yaşamsal manada ilgilendiren bir unsur değildir. Bundandır ki, İngiltere ekonomik gücün yansımalarından olan ortak para birimine dâhil olmamıştır. Öyle ki, son yıllarda İngiliz siyaseti içinde AB’den tamamıyla ayrılma fikri oldukça tartışılır bir hale gelmiştir ve günümüzde AB içindeki Yunanistan sorununda İngiltere oldukça mesafeli bir tutum almıştır. Aslında A.B.D.’nin siyasi istemi devrede olmasa, büyük ihtimalle İngiltere daha önce AB’den ayrılma konusunda çoktan referanduma gitmiş olurdu. Bu tip örnekleri çoğaltabilmek mümkündür. Bu durum, çok katmanlı sistemlerdeki ilişkilerin ve girişimsel uygulamaların çeşitli ve çok yönlü şekillerde olabileceğini gösterdiği gibi, aynı zamanda bir yönüyle ÇKS’in bünyesinde barındırdığı karşılıklı, çok yönlü ve karmaşık etkileşimini ve eşgüdüm gayretini; ya da tam tersi diğer yandan ise ÇKS’in politik-sosyal bir görüngü olarak izahının doğa bilimlerinden aktarma bir analog kümesiyle tam olarak açıklanamayacağını gösterir. Biyoloji, fizik veya bir başka doğa bilimi sektörüne ait herhangi bir sistemik yapı ile siyasal-sosyal ve ekonomik değerler dizisi arasında benzerlikler olabilir; ama aralarında bu benzerliklerin olması homojenik işlerliğe işaret etmez veya benzeşen çıkarımlar yapmamıza netice açısından olanak sağlamaz. Doğadaki düzenlilik ve istikrar sosyal yaşamda aynı biçimde karşılık bulmaz.  
Ancak ÇKS ile ilgili olarak fikri yayılım bu doğrultuda değildir. Şöyle ki, ÇKS’in oluşumuyla beraber başlayan ideal düşünce, sistemin unsurlarının ortak-bileşik bir amaca beraber yürüyerek en azından simgesel bir sonuca ulaşmaktır. Örneğin, AB’de söz konusu netice baskın biçimlenme olarak ulus devletlerin-toplumların “Avrupalılaşma”sıdır. Nitekim bu erek başı çeken Almanya ve Fransa’nın istediği yönde evirilmiştir; her ne kadar bağlar görünene göre daha zayıf, düzensiz ve istikrarsız olsa da. Avrupalılaşma düşüncesi, politikanın tüm süreçlerinde (İng. polity) ihtivasını (İng. politics) ortaya koyarak görünür yapılanmasının (İng. policy) çatısını oluşturur ki, kendisini en saydam şekilde gösterdiği alan hukuk ve ekonomidir.
AB gibi –ki dünya üzerindeki en ideal örnektir- bir yanıyla politik ekonomiyle belirli durumlarda tek taraflı ve karşılıklı bağımlılık şeklinde, diğer yanıyla sosyo-kültürel biçimiyle simgeleşen birlikler, lokal otoritelerin gücünü zayıflatıp yerel uygulamaları kendi çeperleri içinde tam meşruiyetin dışındaymış gibi gösterirler. Bu gibi etkiler, birlik içinde direnç hatta çatışmalar oluştursa da, asli tesir bu gibi etkileşimler aracılığıyla bilgi-bilim seçkinlerinin ortaya çıkan hâkimiyeti ve kürevi geçerlilik verilen “bilimsel-leştirilen” temelli rasyonalite modelleridir. Bu modeller bireylere yerel ve ulusal bağlardan, hiyerarşik kontrollerden bağımsızlaşma imkânı verirler ve bu sayede yaşamın hemen tüm alanlarına nüfuz eden piyasalarda bireysel girişimin yolunu açarlar. Politikanın örtülü kalan yanı ise, temeli oluşturan “bilimcilik (İng. scientization)” ve “piyasalaştırma (İng. marketization)” anasırlarının felsefi içerikli vizyonudur. Bu vizyon küresel bağlamda (bazı) bireylerin diğerleriyle ortak çıkarlar oluşturdukları organizasyonlar vasıtasıyla önemli ve belirleyici aktörler olmalarını sağlar.
Bu serbestiyet vasıtasıyla bölgesel iktidarların diğer tarafında bulunan toplumsal yaşamdaki hiyerarşi dar sınırlara doğru itilmiş olur. Bu aksiyon insan eylemlerinin koordine edilmesiyle birlikte pazarlarda-piyasalarda verimli sahaları hazır eder. Von Hayek’in de ifade ettiği gibi, yaşam pazarlar sayesinde açık eşgüdümü meydana getirir. Pazarların oluşturulması ise eylemler sayesinde gerçekleştirilir. Tasarımsal fikir eyleme nazaran zayıf bir olgudur.1 Her ne kadar von Hayek tasarımı ikinci plana atsa da bunun ‘eksik’ bir saptama olduğu ortadadır. Zira eylemlerin arka planını ve temelini inşa eden tepkisellik dışında hemen her zaman tasarımsal yaklaşımdır; bu nedenle her iki işlev de tamamlayıcı unsurlardır. Eylem somut sahada, tasarım ise soyut alanda tezahür ederler, ama eylemin ‘anası’ sonuç itibarıyla tasarımdır. Çünkü tasarım bizatihi farklı bir eylem biçimi olarak aksiyonu mündemiç kılan yaratımcı bir süreçtir. Örneğin, başlangıçta söz mesabesinde sorunsal açıdan soyut gibi görünse de, psikolojide çözüme yönelik fikirler ya sağaltım ya da psikiyatri-psikopatoloji aracılığıyla eylem olarak tezahür ederler. 
Yönetim olgusunun bilimselleştirilmesinin ve piyasalaştırılmasının günümüzdeki yoğun eğilimlerin, yaşam tarzının bireyselleştirilmesinin ve yaşama dair fırsatların bölüştürülmesinin yapısal sistemler içindeki unsurların birbirleriyle olan tesadüfi ilişkilerinin dışında derininde yatan sebep şudur: Yönetselliğin ulusüstülüğü ve sosyalizasyon. Bunlar iki ana süreç olarak özellikle dikkatten kaçırılmamalıdır. Aynı zamanda bu her iki husus süreçsellikleri, başat prosesler olan bilimselleştirmenin ve yönetselin piyasalaştırılmasının aşamaları içinde toplumsal olayların ve çok katmanlı sistemik yönetimin ulusüstülüğünün, yani karşılıklı bağımlılığının sonuçları olarak muhteviyata dönüşürler. Çok katmanlı yönetsel sistematiğin ilginç bir özelliği de zaten budur; süreci içeriğe evirmek. Bu hususiyet ama aynı zamanda ÇKS’in uzantısı olan yönetişimin bazı türevlerinde zuhur eden yönetsel ikilemi de doğurur. Bu dilemmanın temelinde bireysel ekonomik ve sosyal refaha dayanan avantaj veya tersine dezavantaj yaratan bakış açıları yatar. Gerek bizdeki gerekse batı literatüründe basitleştirilmiş bir şekilde siyasetin sağ ve (yeni) sol söylemleri dâhilinde sınırlandırılan söz konusu perspektifler, aslında ÇKS’in çok yönlü boyutsallığına mündemiçtirler. Yani burada söz konusu olan sağ veya sol ideolojilerin kısır döngüleri değil, yönetici erklerin ya yararcı ya da dengeleyici yaklaşımlarıdır. İkilemi oluşturan da sanıldığı gibi tabii diyalektikten maada bilimselleştirmeden kaynaklı yaklaşımlardaki belirgin veya ince ayrımlardır.
ÇKS’in siyaset kurumları açısından kapsayıcılığı ve AB uygulamaları ile oluşan süreçlerde gelişen bilimci politikalar, birer vasıta olarak genel anlamda yönetim modellerini işin pratiğinde yer alan aktörlerden çok akademik uzmanların eline bırakmıştır. Mart 2000 tarihinde Portekiz'in başkanlığında, Lizbon'da yapılan Avrupa zirvesinde, ön planda AB ekonomisini yeniden yapılandırmayı, Avrupa Birliği'nin genel gelişme perspektifini belirleyen plan olan Lizbon Stratejisi (Lizbon Ajandası) arka planında bilim toplumunun etkinliğini siyasal ve sosyolojik eğilimler bağlamında baskın kılarak demokratik yönetimden ziyade bilimsel yönetime aktarımın güç odaklarını belirlemiştir. Merkezinde çok katmanlı sistemlerden türetilmiş çok yönlü, ama ayrışmaya yatkın yönetişim modellemelerinin yer aldığı bu politikanın üst ve alt yapılarının mimarları akademik uzmanlardır ve bunların kullandığı başlıca usullerin ana unsurları; bilimciliğe vardırılan bilimselleştirme, piyasalaştırma, ulusüstücülük ve derinleştirilen post modernist izafiyetçiliktir. 
Bilimcilik hakkında en sert eleştirileri yapan Paul Feyerabend, bilimin bir yandan bir piyasa aracı haline getirilmesi, diğer yandan ideolojik hiyerarşik bir sistem haline dönüştürülmesiyle kendine münhasır bir “kilise” ve sömürü aygıtı olarak kullanıldığını vurgulamıştır. Ona göre, hakikat arayışında bilginin edinimi yalnızca modern bilimle değil,   insanın gelenekselleştirdiği diğer yollarla da mümkündür. “Bilimsel yönteme hayır” mottosuyla bilimler teorileri alanına ‘anarşist modellemeler’ gibi görüşleri taşıyan Feyerabend, “karşılaştırılamazlık kuramı” vasıtasıyla teorik yapılanmaların eninde sonunda izafilikleriyle malul olduğunu sıklıkla tekrarlamıştır.2 Feyerabend’ın bu yöndeki yaklaşımları gerçekten de bilimi dogmatik bilimciliğe dönüştürerek bilim cemaatleri oluşturan ve bunun üzerinden her türlü sömürüyü meşrulaştıranlara karşı girişilen yerinde, bir yanıyla devrimci ama diğer bir yanıyla bazen izafiyetçiliğe eğilim gösteren bir mücadeledir.  
Bilimsel bilginin, tarihsel bağlantı içerisinde yeşeren yaşam anlayışı ve bu gelenekselliğin sağladığı sağlam meşruiyeti bir noktaya kadar insan topluluklarına göre farklılıklar arz etse de galebe çaldığını söyleyebiliriz. Geleneğin değerli geçerliliğinin, bilimsel bilginin yaşam tarzlarını devam eden süreç içinde dönüştürmesiyle oldukça yitirildiğini ifade etmek yanlış olmayacaktır.3 Zaman-mekan bağlamında üretilen modellemelere bağlı bilgi, norm ve davranış stillerinin batının bilimi karşısında sorgulanır bir hale gelmesi tabii olarak kabul gören anlayışları bozguna uğratmıştır. Tarih kökenli bağlantılar çerçevesinde oluşan bilgi, örf ve davranış biçimleri, bilimin baskınlığı vasıtasıyla kendi nitelikleri doğrultusunda geçerliliklerini kaybederler; hatta bunlar dünyadaki kültürel bağlamlarında genel olarak bilimsel olanla ilişkili olarak amaçlara erişim için araçsal rasyonalite ile bazı değişim ve dönüşümler açısından kullanışlıdırlar. Örneğin; bilginin (tartışmalı) ilerlemeci gelişimi ve maddi refah seviyesindeki artış, araçsal aklı somutlaştıran başat etkenlerdendir. Bu meyanda çevreyle ilgili problemlerin refah artışı için tehlikeli bir hal alması durumunda, yine bundan erinç devşirmeye yönelik araçsal akıl bu sorunu da bertaraf etmek için devreye girer.
Özellikle John Meyers’in neo-kurumsallaştırma olarak nitelendirdiği yaklaşımla, batının etkisiyle biçimlendirilen dünya kültürü anlayışı aracılığıyla rasyonel pratiğin bilimsel temelli modellerinin yayılımı açıklanabilirdir. Şöyle ki, bilimsel ve rasyonel batı kaynaklı dünya görüşlerinin malum prensiplerine göre; dünya sahnesinde yer alan bireyler, organizasyonlar ve ulus devletler öncelikle akılcı aksiyon alan aktörler vasfını elde ederler ve bunun üzerinden yeni düzenin aktörleri olarak hareket etmeye kendilerini zorunlu hissederler. Zira rasyonel hareket eden aktörlerin meşru statülerini kazanmaları için bu başlıca koşullardandır. Böyle bir ortamın inşası açısından küresel uzman ağların ve uluslararası örgütlerin ilişkisel tanımlayıcı güç olarak uygulamacı merciler haline gelmeleri büyük önem arz eder ki, bunu realize etmek rasyonel davranışın asli öğelerindendir.4    
Çok katmanlı sistemler kuramlarının bir çıkarımı olarak yönetişim olgusunun biçimlenmesinde demokratik idareyle alâkalı olarak bilimciliğin tesiri oldukça önemlidir. Bilimcilik zihniyeti yönetişimi transnasyonalist/ulusaşırı ötesi bir çıkarımla kürevi bağlamda çok katmanlı uluslararası sistemin zeminine taşır ve böylelikle parlamentoların, siyasi partilerin ve kuruluşların yetkelerini baskılayarak zayıflatır. Bu durum bilimci uzmanların, danışmanların ve farklı komisyonların güç devşirmesini sağlar.5 Örnek olarak; söz konusu güç kaymasının en üst meşruiyet düzeyine eriştiği nokta, yönetişimin Avrupa formu üzerine yapılan bilimsel tartışmalarda erişilenidir. Bu tartışmalarda güç kayması artan bir şekilde anlam kazanan teorilerden dışa yansır. Söz konusu kaymayı özellikle AB’de düzenleyici bir devlet çerçevesinde tanımamız mümkündür. Ancak düzenleyici devlet biçeminin, dağıtıcı ve milli sosyal (refah) devletinin yerini aldığı da diğer bir gerçekliktir. Düzenleyici devletin ana yürütümü denetleme işleviyle şekillenir; politikacıların ve tipik-klasik bürokratların yerine uzmanların, danışmanların vesayeti belirleyici unsur olmaya başlar. Örneğin, AB’nin komitolojisinin kurullarındaki tartışmalara dayalı pazarlıklar, demokratik karar alma mekanizmalarını çözeltileyen, dönüştüren faktörel öğeler başında danışmanlar ve uzmanlar gelmektedir.
Bu türden bilimsel kurgular parlamentoların, partilerin ve diğer kuruluşların meşru temellerinin uzmanlar aracılığıyla güçsüzleştirilmesine yol açmaktadır. Bu bağlamda klasik bürokrasinin de çözüldüğünü ifade etmek yanlış olmayacaktır.6 19. Yy. dan bu yana gittikçe güçlenen ve teknolojik sıçramalarla zirveye çıkan bilim olgusu, yine bilgi teknolojilerinin buna paralel sağladığı geniş kapsamlı imkânlarla politikanın üretken desenlerini de değişimlere ve dönüşümlere müsait kılmaktadır. Örneğin çağımızda dikkati çeken hızlı ve kapsayıcı stratejik iletişim olanakları politikanın yenilikçi yapılanmalarında (İng. policy) önemli bir rol oynamakta ve “bilimsel toplumun” temel taşlarını oluşturmaktadır.  
Parlamenter sistemi ve bilimciliğin bir hayli örtülü kıldığı açık toplum hedefini zayıflatarak, kitle iletişim araçlarının şekillendirdiği politik iletişimin oyun sahasını görünürde amaçsızca büyüten yönelim(ler) bilgi toplumunun bir gerçekliği olarak karşımızdadır. Bunun bir neticesi toplumun malûmat tarzındaki bilginin adeta bombardımanı altına girmesidir. Ancak bu durumun yol açtığı diğer bir biçimlenme yeni türden entelektüel bilgi kümelerinin oluşturulmasına da imkân sunmaktadır. Şöyle ki, insanlığın asırların süreçsel süzgecinden geçirerek eriştiği kavramlar, eklemlenen yeni zihinsel bulgularla çeper genleşmesi kazanmaktadırlar. Bu da günümüzde yeni bir kavram** olarak neşet eden “büyük veriye” ilave olmaktadır. Büyük veri açısından insanı ilgilendiren en önemli husus, her nedense onun yönetiminde odaklanmaktadır. Bu her yönüyle anlaşılır olmakla beraber; büyük verinin yönetiminden önce onun eleştirel süzgeçten geçirilmesi, karşıt bilgiler aracılığıyla taşıdığı pek çok verinin elimine edilmesi gerekmez mi acaba? Örneğin, politik iletişimi karmaşıklaştıran kitlesel ve kütlesel enformasyonun Dikkat Ekonomisinin normları doğrultusunda kritikçi incelemesinin yapılması iyi bir önerme olarak kullanılabilir mi veya benzer sınamalara dayalı sorgulamalar yapmak nasıl olacaktır?..    
* Sultan II. Mehmed’in düşündüğü ve nihayet padişah II. Abdülhamid’in istihbarat siyasetiyle körüklenen yoğun protestan-katolik ayrılığına dayalı çatışma ile oluşan İrlanda sorunu merkezdeki İngiltere’yi birleşik krallığa razı eden sebeplerden biridir.

1 F. A. v. Hayek, “Die Ergebnisse menschlichen Handelns, aber nicht menschlichen Entwurfs…” (Türk. “pazarların-piyasaların oluşmasını insanın eylemlerinin sonuçları oluşturur; onun tasarımının neticeleri değil.”) in: ders.: Freiburger Studien. Gesammelte Aufsätze, Tübingen, 1969, 97–107.
2 P. Feyerabend, Erkenntnis für freie Menschen, veränderte Ausgabe, Frankfurt, Suhrkamp Verlag, 1980
3 G. Drori, World Society and the Authority and Empowerment of Science, in: dies. (Hg.): Science in the Modern World Polity, Stanford, 2003, 23–42.
4 J.W., Meyer, Weltkultur: Wie die westlichen Prinzipien die Welt durchdringen, Frankfurt/M., 2005
5 R., Münch, Constructing a European Society by Jurisdiction, in: European Law Journal, 14/5, 2008, s. 519–541; ders.: Die Konstruktion der europäischen Gesellschaft Zur Dialektik von transnationaler Integration und nationaler Desintegration, Frankfurt/New York, 2008
6 C. Joerges, J. Neyer, From Intergovernmental Bargaining to Deliberative Political Processes: The Constitutionalization of Comitology, in: European Law Journal, 3/3 (1997), 273–299

** Büyük veri, yeni bir kavram gibi gözükse de; Kur’an’daki şu ayet ironik bir şekilde bu hususa işaret etmektedir: “Tevrat'ın yükü ile onurlandırılmış iken bu yükü taşıyamamış olanların durumu, sırtına kitaplar yüklenmiş (ama onlardan habersiz bulunan) merkebin durumuna benzer...” (Kur’an-ı Kerim, 62/5)    

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...