17 Aralık 2013 Salı

İş’in Teorisi – 6/4: Birey ve Benlik Problemi


“Etiğini gözetmeden isyan eden insan, en önce nisyan ile maluldür.”

İnsanın bütünlük karakterini, fıtratındaki enerji vasıtasıyla yaşamı araç kılarak zihinselin ürettiği bilişsel kabiliyeti ve becerileri parçalara (algılama, okuma, anlama, kavrama, öğrenme, hatırlama, tahayyül etme, fanteziler türetme ya da düşünmenin formları “düşünüp taşınmak, seçmek, karar vermek, niyet oluşturmak ve planlamak, stratejiler oluşturmak ve izlemek, önceden görmek ve kestirmek, tahmin-takdir etmek, belirlemek, ağırlık vermek, muayene-kontrol ve teftiş etmek, gözlemlemek-izlemek, gözetmek, denetlemek, uyanıklık ve farkındalık, yoğunlaşma, odaklanma ve hatta para-psikolojik hipnozdan trans hallerine kadar uzanan ‘derin uyanıklık ve zihinsel soğukkanlılık’ gibi bölünmüş bilinç-dimağ durumsallıkları) ayırma benliğin birey üzerinden bireyciliğe uzanan serüveninin diğer bir yansımasıdır. Bunun diğer bir okuması, bireyin kendi düşüncesinden hareketle, öznelin nesnelleştirilmesi olarak, kısmen de olsa sosyalleşmenin göbeğine oturtulan nesnel kılıklı öznel(ci)liğe meyletmesi ve bunu yaşamda gerçekleştirebilmesidir. Bu mefhum, insan ilişkilerinde açık ve/veya gizli baskı ve sömürü-zulüm ile tecelli eder. Tarihsel gelişimde “terbiye” edilmemiş üretim kaynaklı ilişkiler içinde, İş’in çerçevelenmesinde bu tecelli adeta ‘eşyanın tabiatına’ uygun bir hal almıştır. Öyle ki günümüzde “asgari ücret” isimlendirilmesi altında iş’in değeri devlet erki ile “biçilmektedir”. Bu öylesine çelişkili bir değer biçmedir ki, masa başında yapılan 8 saat süreli hafif bir iş ile bir maden ocağında yapılan son derece ağır-tehlikeli ve gayrisıhhi 12 saatlik işin değeri çok rahatlıkla eşitlenebilir. Asıl ilginç ve tuhaf olan değerlemenin ücretlendirme zaviyesinden yapılmasıdır. Benliğin “İş”e dair en acımasız problemlerinden biri bu sakil, çirkin ve gayri medeni bakış açısıdır. Genel ekonomiden, sektörele ve dahi işletmelere-şirketlere değin uzanan bu berbat zihniyet, diğer yandan gösterişli fiziki kütleleri ve sözde hümanist yaklaşımları ile sömürünün abidesinin dışını insan hakları (bunun bir de temel olarak adlandırılanı var!), kalite sistemleri, sosyal haklar ve aksiyonlar, eğitim, bilimsellik vs. riyakâr kılıflar ile süsler. Bir uçta kuantumun bilmem nesi, diğer uçta kaynağa indirgenen insan evladı, diğer bir yanda çevre hassasiyeti olarak “pompalanan ve gazlanan” olgu ile aslında insandan soyutlanan en doğal bütünselimiz, enaniyetimizin insancılık komedyası ile darmadağın edilmektedir. Bu durumda abandone olan insan evladı, havucun ardında koşulan tavşan misali edilir. Evet, edilir; edilgenleştirilir. İnsanın edilgenliği, yabancılaşması ve zamanla tek boyutlu suretlere bürünmesi, asliyeti ve ondan beslenen özellik ve özgünlüklerini ve de bu bağlamda öz(ü)gürlüğünü unutmasıdır.

            İnsanda tezahür eden drama, kendini afak ve enfüs ile parçalayıp, her iki halde de oluşturduğu ötekilere nazaran kendini tanımlamasıdır. Kendindeki birliği unutan, hatırlatıldığında inanmayıp uzaklaşan insan, idrakinin dışında olduğunu varsaydığı yabancılaşma problemini, bu ön kabul devam ettiği müddetçe tanıyamayacak, hatta çoğunlukla böyle bir şeyin olup olmadığını fark etmeyecektir. Yeni zamanların “farkındalık” modası tam da bu nedenle metaya yoğunlaşmıştır. Meta içselleştirilendir aynı zamanda. Bu böyle olduğu sürece de yabancılaşma ve güçleşen boyutları insan idrakinin dışında kalacaktır. Sorunu içinden çıkılmaz kılan etkenlerin başında da bu gelmektedir. İnsanın haiz olduğu asli kabiliyetin, yani kesret içindeki birliğini fark edememesi, paradoksal olarak onun zihinsel işlevlerini tek boyutluluğa sürükleyecektir: Yani yabancılaşmasına.

            İş’in teorisi, insan emeğinin baskın olarak tek boyutlu ele alınmasına işaret eder. Bu boyut emeğin, ağırlıklı olarak ücrete endekslenerek değerlemesidir. Bu başlı başına adil olmadığı gibi, bizatihi bu değerlemenin kapitalin gösterdiği performansa –kapitalin emeğine- göre adaletsizliği de aşarak zulüm haline dönüştürülmesidir. Kapitalin kendi ürettiği emeği de para ile değerleyerek ölçmesi, paranın değerli madenden kağıda evirilmesine değin süren “insan zekasının hokkabazlık-üçkağıt (acaba hangi zeka türü –duygusal, ruhsal veya ???- ile bunu becermiştir!)” serüveni nihayetinde, metanın elde edilmesinde mübadele aracı olan parayı bizzat meta, hatta daha da ileri giderek kağıt, plastik ve her türden sanal bir nemenem’e  dönüştürmeyi becermiştir. Nemenemden kasıt her halde garabettir; nasıl ki bilgi çağı olarak adlandırılan periyot büyünün, falcılığın, bir takım post modern metafizik, mistik cazibe suretlerinin ve türettiği bilgi yığınlarının çağı olmaya başladı ise… Ve dahi bu dönemin artık sözde bilgelik çağı olacağından dem vurulsa da; çok şükür buna dair işaretlerin okumasını yapan akl-ı selim bazı insanlar, gelenin bilgelik değil, daha da ustalaşmış tilkilik (tilkiden özür ile) çağı olduğunu fark etmişler ve uyarılarını yapmaktadırlar. Dinleyene gerçekten aşk olsun: Bilgeler iyi atlara bindiler ve gittiler. Meydan tilkilerindir artık. İnsan evladının enaniyet-benlikten başlayan macerası haklı nedenlerle bireyleşmeye yönelmiş iken, doyumsuzluk ve bencillik baskın bir biçimde galebe çalmış, birey bireyciye dönüşmüştür. Bu düzeye erişmiş canlı türünün sınırları tanıması, haddini bilmesi ve edep ile ahlakı şiar edinmesi çok zordur. Tümü birer yitik mesabesindedir artık. İnsan evladına bahşedilen en değerli armağanlardan biri olan iş ve aksiyonu çalışmak kirletilmiştir. Zira karşısına çıkarılan neredeyse yegane önemli değerleme enstrümanı ücretleme, yani paradır. İnsanın en lüzumlu sorgulaması varoluş, bırakın alt sıralara geriletilmiş olmayı, çoktan bir alt lige küme-düşmüştür. Her insan bilmelidir ki, kendini sorgulamadığı sürece gerek eylemleri gerek üretime dair fikir ve çıkarımları etiğin derinliği ile hemhal olamayacaktır. Etik ile hemhal olamayan “şeyler” ise tükenip yokluğa gömülmeye mecburlardır.   

 

29 Kasım 2013 Cuma

İş’in Teorisi – 6/3: Birey ve Benlik Problemi

Bireyi belirleyen benliğin durumudur. Bireyin gelişimi, benliğin seyri, evirilmesi (tekâmülü) ile paralellik arz eder. Benliğin aktif olmadığı birey akli, hissi ve genel anlamda zihinsel açıdan mükellefiyetten beridir, muaftır. Bu halde herhangi bir biçimde ahlaki yüklenim, dolayısıyla yetkinlikten söz edilemese de, insani fonksiyonlardan tamamen ayrılık, yani en başta haklardan mahrumiyet söz konusu değildir. Zira beden en azından organizma olarak muhtaçtır. Dikkat edilirse “benliğin oluşmadığı değil, aktif olmadığı” söz konusudur burada; zihinsel engelli olarak nitelendirilen bir insanda benliğin durumu, engelsizden aktivite dışında kesinlikle farklı veya ayrıcalıklı değildir. Asıl ayrıcalıklı olan engellinin durumudur. Normal bir seyir içinde bu ayrıcalık engelsiz kişi açısından pozitif yüklemli olmalıdır. Bunu kavramak ve uygulamak “boyun borcu”dur. Çıkarım olarak; benliğin durumunun bireyi belirlemekte, bireyin de haklar, sorumluluklar ve yetkinlikler ile donatıldığını ve bunların etkileşim içinde olduklarını; bundan hareketle etkileşimin odağında zihinsel işlevin oluşturuculuğunun, yani zihnin, gerek benliğin gerekse buna bağlı olarak bireyin gelişimi ve konumlanmasında öncel derecede belirleyici ve insana has bir varlık ya da “şey” olduğunu varsayabiliriz. Buna göre; zihnin, benlik ile bağlantısı sorgulanabilirlik aşamasına erişir. Bu noktada veya daha önce “zihin” olarak adlandırılanın ne olduğu ve burada onunla kastedilenin kavramsal çerçevesini belirtim elzemdir.
 
Gerek Türkçede gerekse diğer dillerde zihin dendiğinde anlaşılan nedir? Ortak nokta, zihin sözcüğü birliğe dayalı, tek ve bütünsel anlamlı içeriğe haiz olmamakla birlikte, sözcük umumiyetle tarihsel gelişime bağlı olarak felsefe, teoloji, psikoloji ve günlük dilde/bilgide, hatta bilim teorisinde farklı anlamalara, kullanımlara haizdir. Ayrıntıya girmeden bizim burada zihin ile işaret ettiğimiz, insanın bilişsel yetenekleri ve özelliklerinden hareketle bilhassa düşünme ve tefekkür ile bunların ürettiklerini, somuttan-deneyimden beslenmesinin yanı sıra soyuta ve bunların arasında gidip-gelen türetimlere ilişkin olanları –soyut, somut ve ikisinden de sentezlenen basitten karmaşığa olan bağlamda- çevreleyen, aynı zamanda çevrelenen varlık ya da “şey” olduğunu vurgulamamızdır. Özellikle 19. Yy.dan itibaren yozlaştırılan, yapısalcılığın (pozitivizm) dogmatik duruşuyla zihinsel yolsuzluğa uğratılan ve yeni zamanlarda post modernist yaklaşımlarla adeta sırf bilime karşı yüceltilen “saçma metafiziğin” kaynaklık ettiği değil (bu bir aşağılama değil, post modernin zamanla oluşan küçümseyici diline karşı abartılan bir deyiştir); özgün felsefi üretim ve birikimi sağlayan esnek ve eleştiriye açık felsefi yapılanmayı ve onun ürettiği bilim öğretilerinin ve teorilerinin dayandığı, aynı zamanda kendisinden başka her türlü farklılığı kabul eden ve özsaygısı ile onlara da saygıyla beslenen zihinden söz etmekteyiz. Hele ki sıklıkla -dini teolijinin başlıklarından olan ve- Türkçede ve bazı diğer dillerde de nedense (soyut benzeşme?) “ruh” kelimesi ile özdeşleştirilen kavramsallaştırmadan tamamen ayrı bir olgudan bahsetmekteyiz “zihin” kavramı ile. Zihin tasvir, tarif, anlama-kavrama, anlamlandırma, öğrenme, açıklama ve tekrar sunma, yönlendirme ve öğretme gibi boyutlarla donandığı gibi, hatırlama diye adlandıracağımız muhteşem işlevin karmaşık bir araçlar sistemidir. Bu sistem, beyin, zekâ, akıl ve hatta belli bir ölçüde sezgi-keşif olarak çevrelediğimiz mefhumlarla bağlantıda olduğu için, bunlar arasındaki etkileşim de son derece karmaşık ve çok sayıda varsayımsallığa müsaittir. Ancak, anılan mefhumlar ile ilgili yapılan saptamalar; örneğin beyine ilişkin araştırmalar ve bunlardan yapılan çıkarımların dayanağı deneyler, gözlemler ve izlemeler henüz yetersiz ve tartışmalı olduğundan, halen alan hâkimiyeti soyutundur. Maddi olana mal edebilme çabaları yetersiz kaldığından, materinin anlam, içerik ve kapsama sahası defalarca revize edilmiştir; öyle ki enerji madde kavramına içkin kılınmıştır. İdeoloji ve buna bağlı dogmatik, doktrin tutkusunun kolaycılığı ve hazinliği burada da zuhur etmiştir. Bizim burada zihin kelimesini kullanmamız, ağırlıklı olarak felsefe ile olan bağlantısına dayanmaktadır. Felsefeden kastımız ise, felsefe (philosophia) sözcüğünün etimolojik anlamı olan “hikmet-sevgisi”dir.

Benliğin biçimlenme alanı maddeden zihinsele değin kapsayıcıdır. Zihinselin işlevi insan için üst düzeyde belirleyicidir. Yetenekler inkâr edilemez, ancak zihinle olan bağıntı zayıf ise körelirler. Zihnin, düşünme, bilinç, tecrübe, donanım, yetkinlik, araştırma vb. birçok özellikler üzerindeki etkinliği, bunların ve böylelikle benliğin gelişimindeki rolü yadsınamaz. Ama burada asli soru bunlardaki gelişimin geri dönüşümsel tesirinin ne olduğu; daha doğru bir deyişle zihine herhangi bir katkısının olup olmadığı ve daha önemlisi katkının kalitesi ile zihinde genleşme-genişleme sağlayıp sağlayamadığıdır. Anlama ve kavramaya ilişkin iyileşme veya zihnin çabuk işlerlik kazanmasının yanı sıra daha fazla ve çeşitli, etkin bakış açılarının kazanımı zihnin durumsallığı açısından birer göstergedir. Tüm bu oluşların değeri küçümsenemez. Ancak, benliğin gelişimi ve durumuna ilişkin zihnin işlevselliği bireyin durumu açısından daha önemlidir. Zihnin özgür ve titiz fonksiyonu, bireyin de o ölçüde ve izafi –bu bağlamda görecelik tipik anlayıştaki düşünmedeki kısmi savrulmayı ve buna bağlı izafiyetçiliği kast etmez; maksat çeşitliliğin-zenginliğin vurgulanmasıdır- olarak öz(ü)gürlüğünü, bağımlılığa karşı tavrını, hareket sahasını, gelişimini, karakteristiğini ve özellikli sıfatsal kalitesini belirler. Bireyin bireyleşme yolundaki köprüsü bunlardan oluşur ve bunların seviyesi görece de olsa bireyselliğin biçimlenimini belirler. Zihnin benlik üzerindeki formasyonu, önce bireyleşmeyi ve bunu müteakip bireyselleşmeyi içeren entegrasyon süreçlerini kapsar. Fakat diğer yandan benlik de aynı prosesin içindedir, yani bireyselliğe yol alan insanın benliği de aynı gidişata mündemiçtir. Bu nedenle, iki oluşumun ayırt edilmesi zordur ve bizler insana dair konuşurken onun kişiliğinden söz ederiz; kişilik-kişisellik olarak nitelediğimiz aslında benlik ve bireyselliğin yekpare hale getirilmesidir. Ancak, özünde bu tümlük bir sistem olarak benliğe özgüdür ve bir sistem olarak benliğin durumu, seviyesi onu sarmalayan sistemlere ve kendine özgü unsurlara bağımlıdır. Benlik yaşayan ve varoluş izafe edilen, en başta yaşamaya, varolmaya ve buna ısrarla devam etmeye son derece bağımlı, madde ve mana yönü bulunan “şey”dir. Benliği “şey” olarak nitelememiz soyutluğunun ağırlığından, somutunun ise tezahürde yansımasından, görünürlüğündendir. Benliği “şey” düzeyinden varlıksalıma/mevcudiyete taşıyan sırasıyla bireyleşme ve kısmen bireyselleşme olup, toplum içinde karşılığı ‘birey olma’dır.

Bir anlamda bağımlılığın göreli azaltılması, özellik-bütünsellik hissine paralel oluşan bireyleşmenin seviyesi, bireyselliğin erişimini gösterir. Yani, her sistemin bireysellik derecesi onu kapsayan sistem ve onun unsurlarına bağlı olarak belirlenir. İnsan açısından anlaşılabilir, tolere edilebilir düzey bireysellikte kalabilmesidir. Ancak, insanın tüm bir yaşam içindeki uyumlanma ve bütünleşme sürecinde sistematik olarak bireysellik derecesi artar, fakat aynı zamanda ters orantılı olarak insanı gerçek anlamda insan yapacak olan sistematik öğeler, enaniyetin-benmerkezciliğin etkisi ile zayıflamaya meyillidir. Bu aşamadan sonra, insanın sorgulaması gereken bireyselliğin neye dönüşebileceğidir? Bu yapılmaz ise, bir sonraki aşama bireyselliğin “tamlanması-mutlaklaştırılması-yegâneleştirilmesi”, yani bireyciliktir (individualism). Bu safha barındırdığı riskler ile insan için ya kemalâta ya da zıttı cehâlete yönlendiricidir. Maalesef sıklıkla yaşanan bireyci kişinin içine sürüklendiği enaniyetin zindanıdır ki, halk arasında bencillik olarak adlandırılır.

Benliğin birey üzerinden bireyselliği ve oradan bireyciliği oluşturma kabiliyeti, insanın ayrılmaz niteliği ve sınırlı ürünü “kütle’yi” veya İbn Haldun’un kavramsallaştırdığı “asabiyye’yi”, günümüzdeki modernist tabirle cemaatları-cemiyetleri, çeşitli sıfatlarla nitelik kazandırdığımız toplulukları, müteakiben toplumu, yani neticede bireyciliğin çeşitli formlarını adeta yaratır. Bu yaratım temelde günümüzdeki modern devleti de ortaya çıkarandır. Dayanağı milliyet-çiliğe, bu demden de “milli çıkardan (national interest)” güvenlik ve “kendini zorla kabul ettirme (self-assertion)” ve dahi bunun için tüm araçları meşru kılan “devletin asli nedenine (Fr. raison d'État, İng. reason of the State)” değin uzanır. Velhasıl, en küçük örgütten devasa organizasyonlara, aygıtların mekanizmaları ve sistemsel çıkarımlarının tohumu-çekirdeğinde benliğin aktivitesini okumamız mümkündür. Ama bu okumanın derinliği, samimi olarak anlamayı koşullar ve kendisi ile gerek modernist yüzeysellik gerekse post modernist izafiyet anlayışının veya her ikisinin analitik bakış açılarını “yegâne” haline getiren yaklaşım, diğer bir deyişle “ideolojik dogmatizm” ve/veya “kısır pozitivizm/olguculuk” arasına en baştan mesafe koyar. Okumamızın dayanağı, aklın eleştirel potansiyeli ile insanileşmenin akıl ve gönül dengesini önceller.

         

12 Ağustos 2013 Pazartesi

İş’in Teorisi – 6/2: Birey ve Benlik Problemi


“Ben’in çıplaklaştırılması” bireyin gündemine alması gereken bir aksiyondur. Giydiğimiz yığınla elbisenin şişirdiği ve ağırlaştırdığı egomuz, yavaş ve sinsi bir biçimde yol açtığı hantallığımızı sürekli besler. Bu denli hantal bir benlik, kendinde oluşan rehavetin meydana getirdiği hal içinde meşguliyetin esiridir; kendisi ile olan uğraşın içinde. Hem meşguliyet hem de rehavet, garip ve paradoksal olan; rehavetin mıymıntılık, sünepelik, bıkkınlık vb. özelliklerini bilmeyen için doğal olarak alelacayipliğe yol açmasıdır. Rehavetin bu türden özellikleri kişinin (hiper)aktivitesi nedeniyle ona yönelik olarak hissedilmez; ama önemli olan da bu değildir zaten. Aslolan dışında addettiği yaşama karşı olan rehavettir ki, bu hal enaniyetin sarmaladığı bireyin merkez figür olarak sadece “bakmak” düzeyinde olmasındandır. Zira çarpık öğretimi, sorgulamaya açık olan eğitimine galebe çalmıştır.

 Çalışma hayatının içinde olanlar açısından kendilerine ayna olabilecek ilk imkân alanı çevreleridir. Çalışanlara âcizane tavsiyem; çevrelerine dikkatlice baksınlar, diğer çalışanları izlesinler ve “görmeye” çalışsınlar; meşguliyet içinde telaşla koşuşturan, düşünür gibi olan ve bazen bıkkın bir halde şikâyet eden azımsanmayacak sayıda insanın bu hal içinde sürüklendiğini fark edeceklerdir. Ve bunlara sorulduğunda alınacak cevap “çok yoğun oldukları, vakit bulamadıkları ve hatta bezdikleri” olacaktır. Böyle olunca, kişinin gerçek anlamda kendine yöneltmesi gereken sual şudur: Çalışma hayatım meşguliyetlerle mi, yoksa rasyonel işlerle mi örülüdür veya çevrilidir, kendimi tüketiyor muyum, yoksa gerçek çözüm ve sonuçlar içeren üretime yönelik olarak mı çalışıyorum? Yaptığım işin maddi-manevi kalite düzeyi nedir? Çalışmam anlam ve yarar üretiyor mu, yani reel anlamda değer oluşturuyor muyum? Ve daha başka “ne’ler, nasıl’lar ve niçin’ler”… Belki daha da önemli olan kişisel sorgulamamız, bu denli meşguliyetin ve yoğunluğun insanlığımızı ne hale getirdiği üzerine olmalıdır!

 Yaptığımız iş ne olursa olsun, insan oluşumuzun çalışmaya yönelik tarafı üzerine sorgulama ve bunun sonucunda ulaşılan çıkarsamaların kritiğini yapmadan çalışmanın özünü ortaya koyamayız. Çalışmanın odağında, bilgi, işler, metotlar, yapılanmalar, araçlar ve üretim vb. varsayımsal anasırlar bulunur. Tabiidir ki bunların niteliği önemlidir, niceliği ikinci planda kalır. Bunların haricinde üstte tüm bunlardan aşkın bir konuma sahip olan birey ve onun ayrılmaz, baskın varoluş kaynağı olan benlik yer alır. Birey (fert, Lat. individuum = bölünmeyen, tek olan şey) kendinde özgünlüğü barındıran teklik ile ifade ve vurgusunu bulur iken, benlik bireyin ne olduğu, ne olmak istediği ve çevresince nasıl tanındığı konularındaki bilincin seviyesini tayin ve temsil eder. Bireyin kelâmının temsildeki rolü tebliğ ile vücut bulur ve felsefi boyutta ise değerin sadece –belirli bir ölçüde de olsa- bir yönünü oluşturur (gerçi irfani boyut çok daha kıymetlidir, ama herkesin harcı değildir): Anlamın dillendirilmesini. Tamamlayıcı unsur temsilin kendisiyle, özgün olanıyla ilgilidir: Yaşam tarzı ile. Yani erinç ve erincin ne olduğu ve ne olması gerektiğinin farkına varılması ile. Bu noktada, insan için önemli olan, iki durum arasındaki farkı kavrayabilmekten geçer. Ancak, çoğunlukla bu hâsıl ol-a-madığı için iki ayrı pozisyon, birey ve benlik, değer oluşturma hususunda sentezlenerek bileşim haline gelir. Bu bileşim her ne kadar üstte konumlansa da asli öğeyi bu oluşturur; yani odakta yer alan anasırlar, asli unsur karşısında altyapısal suretlere dönüşürler. Zira bileşimin -bireyin ve benliğin- ortaklaşan aktivitesi, odaktakileri birebir belirler ve aktive olan bu bileşimin tecellileri olarak gerçeklik kazanırlar. Aslinin fark edilmemesi suretleri, unsurlar olarak değerlendirmemize yol açar. Bundan dolayıdır ki, çalışma yaşamında öne çıkartılan, önemli ve değerli sayılanlar bunlardır. Ve ilginçtir ki bunlar kişinin sömürüsüne dayalı olup, oluşturulan basit düzenek üzerinden garabet bir rekabet formatı sunarak bireyi, benliğinin kurbanı yaparlar. Çalışma hayatında günümüzün iş anlayışı, olabildiğince düşük maliyet, insan haklarının asgarileştirilmesi, statü karmaşası ile derin iş yapış farklılıkları ve “eleman çok” vb. dayanaklar üzerinde temellendirilmektedir. Emeğin en azından belirli, tatmin edici ve hakkaniyeti gözetici maddi karşılığı son derece dengesizleşmiştir. Her alandaki taşere iş gördürme yöntemi, yani alttakini çalıştırma yaygınlaşmış, bu usul maddi durumsallığın yanı sıra sosyo-psikolojik sorunları da oluşturmuştur. Her geçen gün sorunsal derinleştirmekte ve gerilim artmaktadır. Problemin adil ve gerçek çözümü yerine, mevzuya karşı normalleştirme, duyarsızlık ve “hale şükredilmesi” sloganı kestirip atma katılığını uygulamak çıkış yolu olarak sabitlenmiştir. Bu da vicdanın baskılanmasına ve iç yaşamın körleşmesine neden olmaktadır. Böyle bir körlükten “görme” ve edimini beklemek boşunadır. “… Kalpleri olup da gerçeği kavrayamayan, gözleri olup da göremeyen, kulakları olup da işitmeyen… Körcesine dalıp gitmiş olanlar işte böyleleridir… (Kuran, 7-179).” Böyle bir ortamda iş yaşamının normalizasyonu sağlanamaz. Oysa normalize edilememiş bir işyeri, yani insan ve onun oluşturduğu hakiki ve özgün değerler yerine kopyalanmış bazı lafları sarf eden – tüketen, harcayan- zihniyet taklitçidir. Böyle bir zihniyet uygulamada kendisi için fırsat kollayıcıdır.

Gerek birey ve benliğin anlam(lar)ının tam olarak kavranamaması gerekse asli ile suretin karmaşası, (suni) sentezi oluşturur ve sağlam kılar. Hal böyle olunca da birey ve benlik, bireyciliğe ve bencilliğe evirilerek belirleyiciler olarak yaşam bulurlar; baskın çıkarım ise enaniyettir. Enaniyet birey ve benliği eritir, karmaşık bir terkip zuhur eder. Böyle bir insan mükemmel donanımlara da sahip olsa karakter sunamaz. Karakter sunamayan insan için ise söylenecek fazla bir şey yoktur: “… Hayvan sürüsü gibidir bunlar; hayır hayır, doğru yolu kavramakta onlardan da aşağı… (Kuran, 7-179).”

 Enaniyet, kişinin kendisine müstakil bir benlik atfetmesi, hem kendi varlığını hem de etrafındakilerin varlığını Yaratan’ından bağımsız görmesi ve böylelikle davranışlarını, bakış açısını bu zihniyete göre düzenlemesi anlamına gelir. Enaniyet Arapçada, "ben" anlamına gelen "ene" kelimesinden türemiştir. Fiili yansıması farklı şekillerde, tarz koyucu özellikler olarak ortaya çıkabilir. Örneğin kibir bunlardan biridir. Bir insan kendisini dünyanın merkezi olarak görmeye başladığında, kısa sürede Allah'ın kendisine verdiği imkânlar ve özellikler doğrultusunda bir büyüklenme psikolojisi içine girer. Her zaman ve her durumda kendisini en ön planda, en üstün konumda görmeye ve göstermeye başlar. Tüm kazanımlarını tırnakları ile kazıyarak elde ettiğini sıklıkla vurgular. Böyle bir düşünceye sahip olan kimse, kendisine ilahlık vasfı veriyor demektir. Kendini üstün görmenin bir başka türü de gizli enaniyettir. Gizli enaniyete sahip kişiler, tavır olarak klasik enaniyetlilerden farklıdırlar. Aralarındaki en büyük fark, klasik olanın dışarıdan çok rahat fark edilebiliyor olması, fakat gizli enaniyete sahip olanların zaman zaman dışarıdan anlaşılmasının mümkün olmamasıdır. Örneğin sahte tevazu sayesinde…

         Enaniyet genleşmeye son derece müsait olduğundan karşıt önlem çabası olmazsa insanı benmerkezci bireye dönüştürür. Örneğin, günümüzde gündeme sıklıkla gelen ve olumsuz etkileri ön plana çıkarılan narsist insan tiplemesi şiş(iril)miş bir benlikten sorgulamaksızın ve sömürürcesine beslenen bireyin doğurduğu varlıktır. Bu varlık, başka biçimlere de bürünebilme potansiyeline sahiptir. Yapılan işler, ortamlar, savrulmalar olası formların oluşmasında ve aktif olmasında önemli rol oynarlar. Bunların belirgin yansımalarından birisi çelişkiler ve daha da zorlaştırıcısı tutarsızlıklardır. İnsan ve işe dair pek çok deneysel-sorgulamaya dayalı araştırmalarda ortaya çıkan netice nitelikli verilerde araştırmacının kafasını en fazla karıştıran hususların başında mantıki okumayı bloke eden bu nevi tutarsızlıkların yansımalarıdır. Bu yansımalar, çoğunlukla imkân kapsamı çok geniş ilgileşim alanları oluşturur ve araştırmacı açısından şüphelere yol açar. Araştırmacıya ilave çalışma gerektiren bu durum bazen bıktırıcı dahi olabilir. Aynı, yüksek düzeyli enaniyetin oluşturduğu bıktırıcılık ve can sıkıcılık gibi. Birey ve benliğin kritiğini rasyonel ve kapsamlı bir şekilde, sadece dışında değil içinde de yer alarak –mekânı ve zamanı iyi okuyarak- irdelemeyen hiçbir sistem bu oluşumunu yeterince anlayamaz, anlamlandıramaz ve oluşacak ortamı dengeleyemez. 

            İş, birey ve benlik içinde etkin olmadan, insani bilinç düzeylerinde gerçekleşemez. İnsan yerine onun yaptığı aletlerin gerçekleşmede oynadığı rol yine insan üretiminin bilinç alanına dâhildir –her ne kadar çabuk unutulup, insan yaptığı aletin aracı haline dönüşse de-; hatta bunların dışında oluşan vakalar, oluşlar ve prosesler de birey ve benliğin bunlarla karşılıklı kuşatımına mündemiçtirler. İnsanın mühendisliğe ilişkin tarafı, birey oluşuna izafeten edimlerinin altyapısını oluşturur, benlik açısından ise özdeşleşebileceği bir etikettir. Ama benlik bu etiketi, sentezin kuvvetli tarafı olarak bireye adeta dayatarak yüklemeye programlıdır. Benliğin devreye girmediği mühendislik, birey üzerinde adlandırmadan öteye gidemez. Bu aslen kişi açısından olumlu olsa da, mühim olan benliğin yönetimine ve denetimine dair olandır. Yani benliğin sadece harekete yönelik bir araç olmasının bilinerek, birey(e)i esir almasının/hâkim olmasının mümkün olabildiğince setlenmesi ve normalize edilmesi amacıyla, kişinin samimiyet ile gönüllü olarak ve enaniyetin ne olduğunu anlamak, öğrenmek ve eğitilmek için bu ayar üzere devreye girmesidir. Tasavvufta seyr-i süluk olarak adlandırılan ve benliğin eğitimini (nefsin tezkiyesi) kapsayan süreç, öncelikle kişinin tekâmülünü vazife edinir. Vazife kavramı tezahürde çift taraflı gözükür. Sistemin vazifesi ve kişinin ki.
 
 Burada dikkat çekici olan insanın doğa ile olan sıkı bağıdır; her ne kadar insan o müthiş benmerkezciliği ile doğayı çevre mesabesine indirgese de. Meselâ, bu bağ-lantı yalnızca bilişseli değil, deneyseli ve hatta doğal öznel pratiği de sarmalar. Doğadaki mekaniğin yansımasını fark eden/keşfeden insan bunu taklit ederek, diğer yandan günümüzde sıklıkla bahsettiğimiz teknolojinin temel taşlarından birini de türetmiştir. Ama daha ilginci, belki de insanın en büyük icadı ve/veya keşfi olan “araçsallaştırma” fikridir. Tüm bulgularımız, erişimlerimiz veya kazanımlarımız paradoksal bir şekilde izafeten de olsa değer ihtiva ettikleri gibi, diğer yandan oluş(turul)an değer(ler) tarafından da kuşatılır. Bunda bireysel yaklaşımın yanı sıra benliğin pozisyonu ve hareket tarzı da rol oynar.

 

22 Temmuz 2013 Pazartesi

İş’in Teorisi – 6/1: Birey ve Benlik Problemi

Büyük olarak nitelendirilen birkaç şehirden oluşmayan bu ülke, tikel yerelliğe de sığamayacak kadar büyüktür. Büyüklüğü sadece yüzölçümü, nüfusu, üretimi vb. verilerinden değil, barındırdığı ve fakat buzdağı misali görülmediği, ama kısmen, sıradan da olsa duyulduğu veya bilindiği halde sırladığı “keşf-i kadimden beslenerek vaz-ı cedide” yönelmede insana çeşitli yollar ile seçenekler sunan potansiyelindedir. Bu yönelmede ilk adım, dünyanın sadece kendimizin addettiği olmadığını fark edip, kendimizle veya daha derin anlamda benliğimizle özdeşleştiklerimizin neler olduğunu görüp ben’i çıplaklaştırmaya başlamaktır. Bu, şeylere karşı-dair mesafe koymakla, nötr olmakla; bir nevi müsavi duruş oluşturma için çalışmakla başlar. Mesela Montaigne’in çarpıcı bir ifadesini ele alalım: İnsanın kendisiyle arasındaki fark, bir başkasıyla arasındaki fark kadar büyüktür. Böyle olduğunu farz ettiğimizde, bu ifadenin içeriğindeki iddiaya karşı mesafe koyabiliriz ya da tamamıyla kabulünde ise verileni üstlenmenin dışında çerçevelendirmeyi gerçekleştirerek, ucu açık kalabilecek daireyi kapatarak çemberi oluşturmuş oluruz. Kapatılan her daire, çerçevelenen her verilmişin kabulü çoğunlukla farkına varamadığımız karantinaları, tecritleri yapılandırdığımız anlamına gelir bir bakıma; bilinçli ya da bilinçsiz. Ama neticede, Pinky’nin The Wall’indeki gibi “… Böyle olduğu sürece, kendimiz dâhil her şey duvardaki bir tuğladan ibaret (all in all you're just another brick in the wall)” noktasına sürükleniriz. Ve zindanımızın duvarlarını yakın ve uzak olduğumuz objelerle beraber örmeye başlar ve devam ederiz. İnsan olarak bizi etkileyen her türden oluşa karşı öncelikle mesafeli duramıyor, kabullenmelere açık oluyorsak; özgünlüğümüzün bloke edilmesine, sürüden bir eleman olmaya kapıları açıyoruz demektir. Hal böyle olunca bahsettiğimiz özgürlük ve özgünlük verilen kadarı olacaktır, alınmak-erişilmek istenen değil.  

Sıhhat bulması istenen bir rahatsızlığı dairelerle kuşatmaya mahkûm ettiğinizde bu anlaşılabilirdir. Ama sıhhatlinin aynı uygulamaya maruz kalması başlı başına problematiği doğurur ve bunun çözümü oldukça zordur. İster tavsiye, ister takviye veya fikri açılım sunduğunuz bir temada sorunsalın aşılması, çerçeveleneni sahiplenenin (ısrarlı) tutumu nedeniyle neredeyse imkânsızlaşır. Bu bağlamda kritik bir nokta da zihinselin kristalleşmesi ile bir işin uzmanı olmak arasındaki –kısmi de olsa- tuhaf bir ilişkinin olabilmesidir. Bu durum şu ters orantısal münasebete neden olabilir: Benlik duygusundaki gerilim ne denli yüksek seyrederse, farklı yaklaşımlara açık olabilme özelliği de o denli düşük düzeylerde seyredebilir. Bu asal çelişki genelde kaçınılmaz kılınan olarak karşımıza çıkmaktadır. Kaçınılmaz kılınanın kemikleşmiş halinin bir kademe ötesi, hangi adlandırma ve/veya sıfatlandırma ile olursa olsun, herhangi bir anlatının mitleşmesidir. Her ne kadar bilimsel teoriler ideal anlamda bu tasniflemenin dışında tutulsa da, gerek sözde bilimsel olabilen önermelere dayalı formülasyonlar gerekse bilhassa post modernin getirisi olan çeşitlendirilmiş fikri açılımlar güçlü bir mitleşme potansiyeline haizdirler. Nitekim günümüzde neredeyse bilimin reddiyesine vardırılan post modern metinlerin bazılarının, hatta çoğunun terminolojisi bir nevi keyfi biçimde yine bilimden kotarılan olmasıdır.

İnsanlık tarihinde yerini alan mitoslar, ortaya çıktıkları zaman ve mekân ile o konumlanmada kullanılan lisan ve kelamın tarafımızca tam olarak bilinmesi durumunda mahiyeti ve anlamı yönüyle kavranabilir olacaktır. Yani gerek şifahi gerekse yazılı olarak aktarılanların anlaşılması için “bağlam” olmazsa olmazdır. Peki, bu türden sunulanların bağlamı nasıl ortaya konabilir? El cevap: Hiçbir şekilde! Zira mitlerde “araştırmanın mantığı” yoktur, sadece mantıksal görünümlü tamlamalar vardır. Bağlamsız anlatılar da bol miktarda ve küçümsenmeyecek oranda alegoriler, mecazlar, semboller aracılığıyla sadece hoş anlatılanlar mesabesinde kalmazlar. Bağlamı sağlamak için insan marifetiyle sözde tarihsel ilişkiler tesis edilerek belirli bir zemine oturtularak talepkârlarına arz edilirler. Bunların irrasyonel metodolojisi çoklu analojiler türetmektir. Batıllığın en alt seviyelerinden biri olarak nitelendireceğim bu nevi tarihsiciliği besleyen ana akımlar hiçbir etik sorumluluk taşımayan ve para ile güç devşirmenin aracı haline getirilen ezoterik, okültizm, spiritüalizm, parapsikoloji, mistisizm derken post modernin tekrar yaygın canlanma-tazelenme sağladığı yeni sürüm öğretiler aracılığı ile metafiziğe entegre edilen alanlardır. Düzeyli, ortalama bir şekilde rasyonel durmaya çalışan insana karşın; burçlar, kehanetler, fallar ve enerji varlıklarla hareket eden insan yüzyılımızda iyice belirginleşmiştir. İnsana dair keşfettikleri maddi ve manevi boşluğu öncelikle kendilerine özgün oluşturdukları “kişisel gelişim” anlatıları-bıdı bıdıları ile doldurmaktadırlar.
 
New-age akımlardan olan Gaudiya Vaishnava teolojisine göre mantra olarak kullanılan Hare Krishna, 70’lerin başında cemaat niteliğine bürünerek başta gerçekten samimi gençlerin batıya taşıdığı mistik akımların ilk ses getirilenlerinden biri olarak doğu mistisizminin öne çıkan hareketi olmuştur. Sonraki on yıl içinde pop kültür yansıması haline gelen mistik akımlar 80’lerle birlikte batıda taban bulmaya başlamış ve post modernin fikri yaklaşımlarında önemli rol oynamıştır. Batının rasyonalitesinde kırılma noktası, post modernitenin dünya görüşlerinde bilimsele karşı geliştirdiği alternatif düşüncelerden belki daha fazla ses getiren mistifikasyon günümüzde kişisel gelişim olarak adlandırdığımız alanı sarmalamıştır. Marx’ta toplumsal manipülasyon ile gerçekliği çarpıtmaya yarayan mistifikasyon, günümüzde gerçekliği çeşitli şekillere bürüyebilen etkili bir araç olarak iş dünyasında özellikle yönetici sınıfı arasında önemli bir rol oynamaktadır. Bu satırların yazarı, yaşamın hemen her alanında çok sayıda insanın çeşitli gurular, şeyhler, hocalar (!) aracılığıyla kişisel gelişim yolunda nasıl dramatik durumların kurbanı olduğuna şahit olmuştur. Paramparça olan, yıkılan yaşamlar, intihar vakaları, cinnetler, savrulmalar vb. Soğuk savaş döneminin nispeten eziklik duyan insanı için birey olabilmesinin yolunu açan bu programların etkinliği ilginç pratik tarzlar ortaya çıkarmıştır. Astrolojisiz girişimde bulunmayan iş insanları, icat edilen bireye yönelik spritüal yöntemselliği öne çıkaran lider olma saplantılı yöneticiler ve pek çok sayıda kişi bir yandan hazcılığın eşlik ettiği birey olma arzusu, diğer yandan secret-vari kuantum sıçramaları vasıtasıyla tanrılaştırılan evren rabıtası ile özgüvenin temelini atmıştır. Bu temel üzerinde yapılandırılan benlik, içselliğinde (?) bilginin sırrını (!) nihayet yakalamıştır: Ne istiyorsan elde edebilirsin, yeter ki pozitif düşün ve ol!                  

 

27 Haziran 2013 Perşembe

Pazarlanan Liderliğin Sorgulaması: Kırılgan Gerçeklik ve Mitos

Sürüyle makale, kitap, araştırma veya konuşmanın konularından biri olan “Liderlik” olgusu, hakkında yapılan belki yüzlerce tanım ile günümüzde tam anlamıyla başı-ucu belirsiz bir sarmaşık halini almıştır. Bilhassa kaliteye ilişkin tematiğin yaygınlaşmasıyla, modernitenin çalışma yaşamına dair türettiği ilgi çekici alanlarından biri haline gelen ve post modernizmin çapraşık sistematiği içinde oluşan çeşitli akımların bir kolu olan yeni tarihsici yaklaşımı ile moda hüviyeti kazanan liderlik, başta belirttiğimiz olgu kavramının da dışına çıkmış; tanımlar, modeller izahında yetersiz bir hale bürünmüştür. Bu durumda, liderlik çoğullaşarak, kişiye veya gruplara göre farklılıklar arz eden izafi karakterli elemanları barındıran alanlar kümesi-kümeleri haline mi dönüşmüştür? Liderliğe ilişkin alan çalışmaları gözden geçirildiğinde çeşitleme daha belirgin olmaktadır. Öyle ki insanlık tarihinde lider olarak öne çıkartılmış olanların hangi liderlik grubuna daha uygun olduğu hususunda dahi araştırma yapabilmenin, bunu tartışabilmenin önü açılmış, ancak konunun tasnifi ve kategorize edilebilmesi nicelik, nitelik, modalite ve bağıntı, bilhassa özelliğin geçişkenliği-geçirgenliği nedeniyle neredeyse olanaksızlaşmıştır. Hatta siber platformun yatay iletişimi vasıtasıyla “kim söylüyor”dan, “ne söyleniyor”a geçiş gerçekleştiği için lidere ihtiyaç kalmadığından, önemli ve gerekli olanın kitlesel ortak akıl olduğu vurgulanmaktadır. Wall Street olaylarından esinlenerek yorumlanan bu açılım bir mottonun da -“occupy”- türemesini sağlamıştır. Liderliğe ilişkin marjinal-alternatif karşı nokta olarak öne sürebileceğimiz bu söylemin pratik değeri tartışılabilir. Ama diğer olumlanan kutuptaki oluşların bazısı eğlenceli olabiliyor; liderlik ile ilgili bir eğitimin tanıtım bilgi notunda olduğu gibi: “Başarıları dünyaca kabul görmüş tüm büyük liderler, tüm büyük organizasyonlar, bireyler üzerinde büyük bir sadakat hissi yaratırlar diyerek  ‘Yetkin Liderlik Denklemi’ni’ çok güzel özetliyor Simon Sinek. İşte bu ‘sadakat’ hissini yaratmak için Duygusal Zekâ’yı, öte yandan da içinde çalıştığımız pazarda bizi öne çıkartacak Pozitif Farklılığı geliştirmek için, Yaratıcılığı anlayıp, bu Denkleme eklememiz gerekiyor. Tüm bu değişkenleri enine boyuna tartışıp, denklemimizi birlikte oluşturmaya bekliyoruz hepinizi” –şu sadakat konusu da ayrıca irdelenmesi gereken bir problemdir- çağrısı veya dönüşümcü liderlik, vizyoner liderlik, etik liderlik, moral liderlik, kültürel liderlik, öğretim liderliği, entelektüel liderlik vb. liderliğe ilişkin isim sıfat tamlamalar olguyu adeta efsaneye evirmektedir. Yeni zamanlarda mitos, çekici ve getirim oluşturucu metaların sahasıdır. Değerlendirilmeyi bekler. Rantın çevrimiçi olabilme özelliği ticaret, iş ve emek gibi geçirgen ağlarda mutena bir şekilde gerçekleştirilebilir ve sömürü için de neredeyse katışık olmayan ortam düzenleyicisidir ki, bu nitelik sömürgene zengin imgesel kabiliyet kazandırır. Bu sayede, iş hayatına yönelik olarak, son yirmi yılın pek çok moda akımı, zirveler-seminerler, konferanslar ve çeşitli eğitimler ilgili slogan-başlıklar marifetiyle piyasada arz edilmekte, ülkemiz açısından bilhassa ithal -ağırlıklı anglo amerikan- mevzular lüzumlu olup olmadığına tam anlamıyla vâkıf  olunmaksızın dolgun taleple pazar oluşturmaktadır. Böylelikle, iş dünyasında bu denli etkin bir alan oluşturabilen pek çok mit-tema gibi artık liderlik de ticaretin metası olmuştur. Yalnızca bu konuya dair düzenlenen eğitim programları satışının getirisi dünya çapında milyon dolarlık bir mini sektörü (!) pazara sokmuştur. Burada parasal ve mental getiri satıcı için nettir; peki ya alıcı için?... 
 
 
Konuya ortada olan bu gerçeklik tezahüründen yaklaşacak olursak; post modernizmin devreye girdiğini görürüz. Post modernin belirgin tecellilerinden olan “çok çeşitlilik ve yararcı görelilik” şeylerin ve ilişkili şeylerin bir yandan önünü açarken, diğer yandan karar mekanizmalarında savrulmalara ve işlerde çok katmanlı yapılara, muhtelif ihtimallere sebebiyet verebilir ve bunların haiz olduğu imkânların arenasını da sunar. İmkânlar her ne kadar zenginlik gibi gözükse de, karmaşık yapılara bürünen işler nedeniyle tercih alanlarını genişletmek yerine kişinin gerek somut gerekse soyut anlamda, bilhassa zihinsele bağlı yaşam hareket sahasını daraltabilir. Bu zıtlık, çelişken durumların yansıması olup, insanı öncelikle havsalası açısından son derece hızlı bir şekilde aktiflikten edilgenliğe, zengin düşünsellikten tinsel bocalamaya sürükleyebilir. Bocalama, insanın sosyo-psikolojik yönden olumsuzluğun damla zerki ile getirildiği bir hal ise devamı orta şiddette gerilimdir. Burada diğer bir soru; gerilimin asal olup olmadığı ve genel olarak uygulanan çözüm yöntem(ler)idir.
 
 
Diğer yandan mitleştirme öylesine bir safhadadır ki, yaygın kabul lider figürünün adeta gökyüzünden inmiş bir kişilik, özellikleri ve yetkinlikler yönüyle üst bilinç seviyesinde yaşayan ve sürekli olumlu yükleme ile beslenen yarı insan-yarı tanrısal karışımı bir varlık mesabesinde algılanmasını sağlamaktadır. Böyle bir lider tipolojisi, insanların hayranlık duydukları, hep iyiyi beklediği, esinlenim/ilham aldıkları ve takibine ihtiyaç, hatta zorunluluk duydukları billur bir tipe dönüşür. O diğerlerine göre çok farklıdır, insani katmanların en üstünde yer alır. Takipçileri kitleselleşmenin ötesine geçemezler, yani toplumsalı temsil etmezler; ama temsil toplumsalmış gibi yansır ve ses getirir. Hususuyla son otuz yılda tanıtımı yapılan lider olağanüstü-dışı bir kişiliktir. Ancak, bu tanımın tek bir kategoriye dayanması, bölümlemenin tabiatına aykırı olduğundan liderlik olgusu yukarıda değindiğimiz çeşitlemeler vasıtasıyla çoklu bakış açılarına yelken açarak lider-cik-ler yaratılmıştır. Hele kalite öğretisinin bu yöndeki girişimleri ve çekici kılmasının yaygınlaştırması ile her birey birer lider-cik haline getirilmiştir. Ama yaşamın realitesi bu bakışı taşımamaktadır. Örneğin iş hayatının akıntısında bunun şişirme olduğu ve anında dışlanması açık seçik ortaya çıkmaktadır. Liderliğin yapay betimlemeleri, özgüven pompalanan genç çalışanları işlerin gerçekliği ile yüzleşmeleri neticesinde soğukluğa ve yabancılığa taşımaktadır. Öğretim-eğitim süreçlerinde tanıtılan iş dünyası ve bireyin kendisine dair oluşturduğu resim, çalışma hayatının gerçeklikleri ve doğruları ile örtüşmemektedir; pompalanan lider tipine rastlamak bir yana iş odaklı yaşam tarzı beklenti içindeki genç insanları hayal kırıklığına uğratmaktadır. Ama daha da berbatı günümüzün iş yaşamının stili ve koşullarının oluşturduğu durum, lider(ler) yerine çıkar kliklerini ve yanlarında yer alan periferiyi beslemek üzere kurulmuştur. Bu kurgunun içinde ara sıra bir veya daha fazla sayıda lider(cik) çıkartılması gerekiyorsa, sistem bunu regüle edecektir. İş hayatında sıklıkla karşılaştığımız bu tür lider tipleri hakkındaki önce garipseme, düşük yoğunluklu şaşırma ve şüphe, daha sonra deneyimler arttıkça bu –tayin edilmiş- lider(cik)lerin birer balon olduğunun anlaşılması bundandır.  
    
 
Liderlik hakiki sorunların saptanmadığı ortamlarda romantik eğilim içeren bir meşguliyettir. Ya içsel suni bir tatmin konusu ve aracı ya da aç insana güzel bir filmi anlatmak gibidir. Peki, bu nevi liderlik oluşturmasının hitap ettiği bir kesim yok mudur? Pekâlâ, vardır; fikri üretimin her zaman hakiki bir tematiğe veya maddi bir ürünün gerçek bir ihtiyaca yönelik olarak pazar oluşturması gerekmez; öyle olsa idi, pazarda yer alan sayamayacağımız kadar çok gerekli-gereksiz çeşitliliğin, ıvır-zıvırın üretilmesine lüzum olmazdı. Örneğin kaç kişi bir akıllı telefonun tüm fonksiyonlarını tam anlamıyla kullanmaktadır. Yalnızca ihtiyaç ve fayda değil; arzu, etkilenme ve maddi-mental çekicilik de metanın, genel anlamda pazarlamanın paraya tahvilini belirler. Hele 80’lerden bu yana içinde bulunduğumuz “Cilalı İmaj Devri”nde (Can Kozanoğlu, İletişim Yay., 1992).  Piyasada, liderlik dışında da pek çok yönetsel-gelişim ile ilgili temaya ilişkin yaklaşımlar da (örn. soft skills eğitimler) istisnalar hariç parıltıyı pazarlamanın ve satmanın araçlarıdır. Markalaşmış odaklar da getirinin hem ortakları hem de paydaşlarıdır.
 
 
Pazarlanmayan liderlik var mıdır? Evet, vardır; lakin o da günümüzdeki pazarlamanın analoğu haline getirilmektedir. Hakiki liderlik kritik, karmaşık, zor işlerin ve umutların tükenmekte olduğu zaman ve mekân boyutlarında zuhur eder. Bu belirme genelde ya çok açık bir şekilde temaşa edilir, ya da fark edilmesi son derece zordur. Her ikisinin en belirgin ortak yanı üstlenilen büyük risktir. Çünkü lider adayının kendisiyle yapacağı çetin mücadeleyi gerektirir. Kadim ve daim bilgide nefsin terbiyesi olarak adlandırılan bu mücadele sonu olmayan, beklentilerin bir bir terkedildiği, hatta terkin de terkedildiği hiçleşme sürecini kapsar, bunu da aşar ve çok zorlu bir iç seyahati mecburi ve kaçınılmaz kılar. İnsanlığın içinden örneklemek yerine, fikir vermesi açısından liderlik mevzusuna değer verenlere kambur balinanın yaşam serüvenini incelemek yeterli olacaktır. Hatta artacaktır…  
 
 

9 Haziran 2013 Pazar

Batıllaşma-2: Bölümlenen ve Araçsallaşan Maneviyata Dair…

İnsanın manaya dönük yönü olarak adlandırılan ve genelde insan üzerinden yapılan söylemlerde bölümlenen kısımlardan biri olarak bir nevi ayrıştırılan “maneviyat” bahsi, belki anlama açısından pratik bir amaç taşısa da, birçok diğer hususta olabildiği gibi parçalanan öznelliğin, özneler arasının veya nesnelliğin –her nasıl anlıyorsak- özgünlüklerinden uzaklaşmamıza ve süreç içinde alışkanlıklar gibi kısmen zorunluğa ve yapaylığa bürünür. Söz konusu zorunluluk şartların getirdiği baskılama gibi eş anlamları taşımayan, kendiliğinden, tabiatıyla oluşan huy-laşma meyilli, öz devinimli hareket tarzıdır. Bu türden parçalanmanın diğer bir çıkarsaması da indirge(n)medir. Burada indirgemeden kasıt tam olarak, felsefi bir öğreti olanı (reductionism) –her ne kadar bilim öğretisi/teorisi alanına taşındığında (ki kaçınılmazdır), tümevarım gibi, post modernist veya sözde bilimsel (pseudoscience) biçeme bürünme ihtimali bir hayli yüksek olsa da- değil, bireyin zihinsel kopukluğuna ve kısırlaşmasına yol açabilecek olandır. Anlama, kavrama, öğrenme vb. özgünlük barındıran zihinsel yetilerimizi verimsizleştirdiğini düşündüğüm bu tür indirgemelerin insanı, ona has olan derinlikli mana yönüyle de daralttığı, sığlaştırdığı kanısındayım. Yunus’un dediği gibi: “Ne Hak buyruğun tutarsın ne kul sözün işitirsin / Hiç bilmezsin mana nedir, ne dilde çağırmak gerek”; kapsam ve içerik açısından lisanımız, sayemizde genişliğinden ve bütünleyici, barındırıcı zenginliğinden ödün vermiştir. Maddi ya da manevi veya başka şekilde oluşturduğumuz ayırımlar bir yönüyle anlayabilmemiz için kolaylaştırıcı bir düşünceye dayanmakta, ancak diğer yandan ayrılan parçaların ait olduğu bütünlüğün sıklıkla unutulmasına, bütünlükten kopuşumuza sebep olabilmektedir. Yani sorun, mananın bilinçsizce anlamlaştırılmaya çalışılması, bu süreçte mevzunun çok yönlü değerlendirilmesi yerine kısıtlı boyutlarda ele alınması ve dar çerçevesel bir tarzda işlenmesidir. Buna eşlik eden ve çoğunluğunu hafıza marifetiyle zihnimize taşıdığımız, kendimizden ve çevremizden menkul düşünme tarzımız, bakış açılarımız, bilumum kondisyonlarımız (beynimizde köklenip güçlenen, saplantılı-betonlaşmış, erk_sel fikri yapılar) mananın olağan yaratımcı potansiyelini zedelemekte, bize bahşedilen zenginleştirme yetisini de köreltmektedir.

            Bu meyanda, mana üzerinde yapılan ayrışım, bir yandan zihinsel işlevimiz açısından kolaylıklar sağlamakla beraber (örneğin düşünmeye sağlanan analitik işlev), diğer yandan bunun getirisinin zenginlik olduğu şeklinde kavranabiliyor ve tüm bu çeşitlilik hususunda kişiyi olumlu anlamda donatabiliyor -bir arı gibi zehirli-zehirsiz ayrımı yapmadan topladığından lezzetli ve şifa verici balı ürettiği gibi-, her türlü ayrımcılıktan, dışlayıcılıktan, adaletsizlikten, taassuptan, daha özel anlamda batıllaşmadan uzak tutuyor ise; kişinin gerek anlam gerekse yarar içeren değerler üretmesine vesile oluyorsa yaşama değer katacaktır.

Bu konunun asıl önemli yanı unutulmuş olan kadim bir bilginin, hakkın taaddüd (çoğalma, bölümleme) etmeyeceği, yapay olarak edildiği takdirde maneviyatın sömürüsü vasıtasıyla batılın kullanılması temasının (özellikle İbn Haldun’da vücut bulan), sosyal benzeşmeli (analojik) düzlemde tazelenmesi gayesini taşımasıdır. Yine Yunus Emre’den bir dörtlük ile meramımızı sunmaya çalışalım:

“Aşkın odu geldi yüreğim harlar
Âşık olan âr u namusu neyler
Behey Yunus, sana söyleme derler
Ya ben öleyim mi söylemeyince?

Hoşa pek de gitmeyen bir konudur hakikatten bahsetmek. Berlinli bir arkadaşım vardı, şu sözü hoşuma giderdi: “Hakikati söyleyenin kulağını ısırırlar.” Kulağı sık sık ısırılanlar bir süre sonra söylemekten kaçınır hale gelirler, hatta bazıları iç dünyasına döner, bazısı küskünlüğe bürünür, bazısı her şeye rağmen, ama usulü değiştirerek söylemeye devam eder. Söylemek fiili hak, hakikat ile ilgili ise mevzu genellikle hassas-ayrıcalıklı mecralara seyreyler. Özneler arası (intersubjektif) bağlamda konu gelir göreceliliğe kadar dayanır. Görecelik bir nevi nesnelleş(tiril)ir, sanki… Herhangi bir konuda felsefi gelenekten veya gerçekten donanımlı oluştan kopukluk ki, ikincil derece sözde düşünsel diyebileceğim yaklaşım biçemi, sıklıkla çıkmaza girdiğine inanılan ve zayıf-sallantılı hale gelmeye başlayan fikri tartışmamızı kişiselleştirerek, tartışmada yer alan kişisel fikirleri izafiliğe dayandırır ve böylece karşıt görüşleri de aynı düzeye taşır. Zira ağırlıklı yaklaşımımız, münazarada galibin ve mağlubun olması gerektiğine dair saplantımızdır. Oysa bir tartışmanın asli amacı, yararlı, zengin, çözümleyici, geliştirici ve iyileştirici fikirlerin-çıkarımların elde edilmesidir. Ama gelin görün ki, çok kere münazara platformları egoist pehlivanların mücadele çayırına dönüştürülmüştür. Ortaya çıkan paradoksal ‘bana ve sana göre’ tekilliği ya da çoğulluğu olur. Fikri üretkenliği budayan bu yaklaşım, sıkça dillendirilen “renkler ve zevkler tartışılmaz” yaklaşımını andırmaktadır. Ama arada önemli bir fark vardır. Renkler veya zevkler hususunda kişisel keyfiyetten dolayı problem olmamakla, hatta ferdi özgürlük açısından fayda bulunmakla birlikte; geliştirici, iyileştirici ve değerli çıkarımlar yapabileceğimiz eleştirel tabanlı münazaralarda “kolaycı izafileştirmenin” yöntem haline gelmesi başlıca iki yönden duraklatıcı, engelleyici ve dahi buyurganlığa neden olabilir. Epistemolojik açıdan bilhassa karşılaştırılamazlık (incommensurability) teorisinde öne çıkan, vurgulanma gereksinimi duyulan bilgi(ler) ve yapıları arasında yaşam tarzlarından, anlayışlara ve hatta dönemselliklere; kültürlere, medeniyetlere göre değişen farklılıklar, kapsam, içerik, doğruluk ve hakikat açısından birbirlerine karşı herhangi bir üstünlüğe haiz değildirler. Buna göre örneğin antik Yunan’ın çok tanrılı inanç temeline dayalı bireysel-toplumsal tabanlı bilgiler (-ve bunlara özgü praktikalar) ile günümüz arasındaki derin farklılıklar ve bizim her yönden çok ileri ve gerçekçi bir aşamada olduğumuz düşüncesi, söz konusu teoriye göre karşılaştırma, kıyaslama yapılamayacağı gerekçesiyle son derece izafi bir yaklaşımdır. Hatta ağırlıklı olarak Aristo ile temelleri atılan ve günümüz biliminin başlangıç noktası olarak kabul edilen bilginin kategorileştirilmesi, bilginin (teorinin) ayrımlaştırılmasına, böylelikle bilim dışı varsayılanın karşılaştırılmasına yol açmış ve üstünlük kabulünü oluşturmuştur. Bilhassa K. Hübner’in, mitosu, bilim teorileri ve tarihsel bakış açılarından tartışması ve felsefi tartışmalara yeni kapılar açtığından bahisle, ontolojik olarak mitos ve logos tarihsel bakışa göre kendi paylarına haizdirler, biri diğerine göre çürütülebilir, reddedilebilir veya tercih edilebilir değildirler. Çünkü mitos ve logosun ontolojileri karşılaştırabilir değildirler.

            İzafiyetin getirilebileceği bu nokta da, mananın –ki anlamların, anlamlandırmaların zenginliği içerir- geniş anlamda potansiyeli veya gücü ve bütünselliği de indirgenir mi? Kişi bu sorunun yanıtını vermediği müddetçe, mana üzerine olan bakış(lar)ı, yaklaşım(lar)ı ve anlayış(lar)ı, dolayısıyla düşünceleri, fikirleri, tarif ve tanımları ya yüzeysel düzeydedir ya da olası bu derinliği atlamıştır. Veya bu durum sorgulamasına girdiğinde, manaya ilişkin bu problem, aslında problem değildir, yani kişi zamanın moda tabiriyle “kuantum sıçraması” yapmıştır! Asırlardır çeşitli şekillerde, bağlam(lar) örgüsü içinde oluşan ve insandan kaynaklanan zihinsel işlevlerin ve edimlerin insanlığın yaşamını bütün yönleriyle nasıl etkilediği ortadadır; mantıklı, saçma, akıl dolu, anlamlı, anlamsız vs. ne şekilde olursa olsun, tüm yaşanmışlıklar, eylemler veya olaylar, şifahi veya yazılı her türlü üretim ve türetim anlam(lar) içerir ve kapsayıcıdır. Yaratılan her şeyin, her zerrenin ve derinliğin mana ile ilişkisi-ilintisi vardır ve öznel olarak mana, insanı istese de, istemese de sabitesi (Arşimet’e atfedilen, "Bana bir kaldıraç-dayanak/sabite noktası verin, Dünya'yı yerinden oynatayım.") olan maneviyata taşıyacaktır. Ne şekilde varsayılırsa ya da hiçbir biçimde kabul edilmeyecekse de, insan duyular, duygular, düşünceler ve açabileceğimiz her türlü donanımları ile tüm zıtlarıyla birlikte anlam oluşturuyorsa maneviyat ile bağlantılı, yine anlam yönüyle değer oluşturucu ve çok kereler sabitenin türevi sübut (öznel şüphe-siz gerçeklik) ile iç içedir. Dilin kullanımında, izahta, vurgulamada sözlü-sözsüz her türden iletişimde maddi ve manevi ayırımı yapılabilir; ancak bu ayırım eğilimlerin işaret edilmesi veya açıklanması ile ilintilidir. Maneviyattan bahsi sadece inanca, daha radikal bir deyişle dine bağlamak, yüklemek veya mal etmek din sözcüğünün kavramsallığının getirildiği ortam ile yakından ilgilidir. Öncelikle batıda din anlayışı (religion) kurumsallaşma (kilise) nedeniyle, sonrasında ise aydınlanma sürecini müteakip modernite vasıtasıyla dar bir çerçeveye sıkıştırılmış, yaşam içinde bir bölüm haline getirilerek meal olarak daraltılmıştır. Hâlbuki semavi ve diğer bazı  dinlerde, kavram tüm bir yaşamı kapsayan ve tam anlamıyla kişinin yaşam tarzını ifade eden içeriğe haizdir; yani din insanın yaşam tarzıdır. Yoksa onun yaşam tarzının bir kısmı, mütemmim cüz’i değildir. Bu tarz maddeyi de, maneviyi de içerir; her ikisi de yaptığımız ayrıştırmadan bağımsız olarak mana-lar taşır. Öncelliği bireye ilişkindir; sosyolojik anlamdaki kapsayıcılığı dahi bireysel zaviyeden kopuk olarak ele alınamaz (Dinde zorlama yoktur. Artık doğru ile yanlış, birbirinden ayrılmıştır: O halde, şeytani güçlere ve düzenlere (uymayı) reddedenler ve Allah'a inananlar, hiçbir zaman kopmayacak en sağlam mesnede tutunmuşlardır: Zira Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir. Kur’an, 2-256). Bundan dolayıdır ki, Kur’an açıkça “Sizin dininiz size, benimki bana!” (109-6) mealindeki ayetle din kavramının özünü vurgulamıştır. Buna rağmen, genel anlamda bizim için de daraltılmış anlam geçerlidir, din diyanet (religion) mesabesine indirgenmiş; bir zamanlar meleklerin cinsiyetini tartışan içler acısı durumdaki Bizans’ı silen Osmanlı, kahve ve tütün; Türkiye’de ise sağlık-deniz-sakız-oruç ve benzeri tuhaf konular hakkında fetva talepleri olmaktadır. Toplumların anlayışında diyanete indirgenen din siyasete ve getirime, siyaset ve getirim de dine araç kılınmıştır. Bu araçsallaştırma, hakkın batıla veya batılın hakka evrilebilmesinin önünü açmıştır.

Politik açıdan batıllaşma, bir tür hatadan muaf, ilahileştirilmiş, adeta ruhanilik kazandırılan ruhban ideolojisine, klerikal (Fr. cléricalisme) yönetim biçimine, hatta bunu da aşarak yobazlaşmış, yozlaşmış hali ile totaliter gericiliğe (Fr. obscurantisme) dahi dönüşebilir. Bu totaliterlik sadece toplumsal açıdan değil, bireysel eğilim veya grupsal kollektivite şeklinde de tezahür edebilir ve uygulanabilir. Batıl yönetim tarzları, en ileri, en gelişmiş ve modern yaklaşımları, evrenselliği barındırdıklarını ifade ve iddia etseler dahi klikleşmiş, bireyin sinsice baskılanan kontrolüne dayalı sistematik yapılanmaları bünyelerinde oluştururlar. Örtülü-merkezi işletim vasıtasıyla, tavizsiz bir kuşatma ile oluşturdukları yerel-çevresel güç odaklarının marifetiyle tepeden inmeci yönetimselliği hayata geçirirler. Dünya üzerindeki pek çok büyük konsern  (Eng. group of companies), kapitalin hâkimiyet doktrini gereği bu yönetim tarzını tam olarak veya kısmen de olsa yürütmektedir. Kapital hâkimiyet tesis etmeye kilitlenmiş yayılmanın (Eng. imperialism) kutsanmış aracıdır. Alan uluslararası olabileceği gibi örgütsel-örgütler arası da olabilir. Hak ne denli çoğaltılmış, bölümlenmiş ve ayrıştırılmış-ayrımlaştırılmış ise yapaylaşma, çürütme ve karmaşıklık, yani batıla özgü özellikler de o denli güçlü kılınmış olur. Gerçeklik hak ve hakikatin kendisi, aslisi zannedilir. Zan sağlanmış ise, insan öz-gürlüğü o derece indirgenmiş ve dolayısıyla manipüle edilebilir olmuştur. Gerçekliğin çoğulluğu, sömürüyü de çeşitlendirir ve bulanıklaştırır, düzensiz ve sıklıkla değiştirilebilir kategorizasyon kolaylaşır; dilimlenmiş pek çok bilinen, yeni, farklı ve gelişmiş olarak sunulur. Böylelikle insanın "bilgili cahile" evirilmesinin önü iyice ve genişletilmiş şekilde açılır. Dedikodu, söylence, yönlendirilmiş-çarpıtılmış haber vb. dahi bilgi olarak piyasaya sürülür. Batıllaşma, en hoş ambalajlarla arz edilerek hâkim zihniyet haline getirilir. Batıllaşan ortam(lar) ışıltılı, modern (!) görünümlüdür ve rahatlık vaz’eder. Satın alır, satılabilir, tüketilir, tüketir. Batılla içselleşen birey, hakkın, hakikatin zahmetli ve derinlikli karakterine mesafeli durur; bedelini karşılamak istemez. Ama batılın getirisi olan kaygı, korku, tatminsizlik, dumurlaşma, vehim, vesveseleri vb. bedel olarak tam anlamıyla fark edemez. Paranoyaların fikir olduğu sanrısı, hakikat yerine üretilen suretleri de hak sanmalarına yol açabilir (bilhassa son yıllarda gittikçe artan mistikleştirme…).     

Batılın tanınması, bilinmesi gerçeklik, hak ve hakikatin kavranması ve bilinmesi açısından gereklidir. En azından bunu başarabilen birey, “ben hakikatim” ya da en azından “hak ve hakikatin arayıcısıyım” diyebilmelidir. İnsan bu yolda kendi gerçekleşmesini geliştirebildiği, hakikat (içsel) ile gerçeklik (dışsal yansıma) arasındaki bağlantıyı ve farkı kavrayabildiği sürece, bakış açısı, değerlendirme yetisi de gelişecek; hurafeye-kandır(ıl)maya dayalı yaşam tarzı, gerçeklik ve hakikat yönünde olumlu bir dönüşüme adım atabilecektir. Bu türden hurafeceliğin yanında; türbelere, ağaçlara bağlanan çaputların yansıması olan hurafecilik hafif kalır (ikincisi en azından samimidir). İşin en trajik yanı ise, aydınlanmamızın post modern bilgiç, çürüme ve yolsuzluğa meyleden hal-i pür melali batıllaşmayı doğallaştırması ve şişirmesi, buna karşın mana ve maneviyata dair yüzeyselleşmenin bir o kadar yaygınlaşması ve kuvvetlenmesidir. İnsan özgün gelişimini yakinen irdelemelidir. Bağımlılığı artmakta, öz-gürlüğü budanmakta mıdır? Sömürü ve evirilme ile olan ilişkisi nasıl seyretmektedir? Vesaire…  

30 Mayıs 2013 Perşembe

Bir Sahneden Bin Oyuna: Cambazın İpi

1990’lı yıllarda Türkiye’nin kuzey odağı, daha doğru bir deyişle İstanbul-Kocaeli havzası, Anadolu sermaye hareketi ile değişik bir çekişme (rekabet değil) içine girmişti. Zamanın zihniyetine (Zeitgeist- özellikle ruh demiyorum) uygun olarak motto “yeşil sermaye”, “Anadolu kaplanları” vb. idi. Zaten, C. von Clausewitz’in de ifade ettiği gibi, stratejik düşünce (akılcılık) “Liderler, şimdi ölümcül bir rakip olarak gördüklerini, ilerisi için ciddi bir müttefik olarak görebilme yetisine sahip olmalıdır. Bunun tersi de doğrudur” diplomatik bakış açısını kendi etiği içinde yapılandırır. Buna uygun olarak –insani yapımıza da- (negatif anlam yüklü değil) sloganlar eşliğinde yürütülen çekişme 2000’lerde dinmiş gibi görünüyor. Hatta genel olarak unutulmuş… Bu ve benzer eylem-olayları iyi okumanın önemli olduğu düşüncesindeyim. Birey(ler) için farklı yansımaları olan ve özneler arası ilişkilerde “cambaza bak ve bağır-çağır münakaşa et” siyasası, derinliğinde sarsıcı sosyolojik çalkantılara, toplum üzerindeki oyunun amaçlarına hizmet eder. Bu nevi siyasalar, stratejik araçsallığa haizdirler ve “Mutlak Politika” tarafından üretilip emir er(ler)i rolünü üstlenirler.
Mutlak Politika olarak adlandırdığım olgusal kavram uzun vadeli, ince planlara dayalı üretken oyundur. Ağırlıklı olarak sahneye sürülen strateji kavramı söz konusu politikayı perdelemek amacıyla kullanılan suretlerin etkili olanlarındandır. Yani politika “unsur” olandır. Dikkat ediniz, dünya üzerindeki ekonomik kurumların taşıyıcı çekirdeği olan şirketler ve bunlara bağlı olarak geliştirilen çalışma yaşamı olgusunda en sık kullanılan kavramların başında strateji sözcüğünden türetilenler gelir. Zaten stratejinin kategorik biçimlenmesindeki önemli yapı taşlarından biri olan “derin bakış açısı” (perspektif) çalışma yaşamına belirli yönetimsel, gelişimsel vb. modellemeleri sunar. Çoğunluğu bilimsel altyapıdan ve iş pratiğinden yoksun sürüyle konu, ardına “yönetim” takısı getirilerek veya “liderlik” sözcüğü eşliğinde yüksek fiyatlara satılır. Amaç paraya tahvilin yanı sıra işletmesel denetimin yapılandırılmasıdır. “Kapitalist, tıpkı dizginleri, gemi, mahmuzları, havucu, kamçıyı ve doğuştan gelme eğitimini kendi iradesini dayatmak amacıyla kullanan binici gibi, yönetim aracılığıyla denetim sağlamaya çabalar. Denetim ise, bütün yönetim teorisyenlerinin örtük ya da açık olarak kabul ettikleri gibi, tüm işletme yönetimi sistemlerinin merkezi kavramıdır(Emek ve Tekelci Sermaye, Braverman). Örneğin son yılların sıklıkla vurgulanan satış sloganı ve oluşturulan propagandası “Müşteri Memnuniyeti Yönetimi” bilinen amaçları dışında işgücünün denetimini de kapsar ve tipik baskı araçlarından biridir. Diğer yandan her nedense bu konu, çalışana kendine verilen değerin, müşteriye verilen değerden daha değersiz ve kendisinin de sonuçta bir müşteri olduğunu da tespit ettirir ve genelde tek yanlı sorgulamayı tetikler, yanıtları olan ama sonuçları olmayan bir sorgulamayı. Modernist-kapitalist yaklaşım çalışma ortamını, çalışan açısından pek çok bu cins sorgulamalarla başkalaştırır ve böylece çalışan zihnini bloke eder, karmaşıklaştırır. Odaklanma düşük ücrete ve bununla ilişkili sömürüye yönelir, sendikal örgütlenme ücrete yoğunlaşır ve diğer sömürü öğeleri gölgelenir, hatta zaman zaman unutturulur (mesela çok yönlü bir soru: emek bir meta mıdır, yoksa değerli bir insani işlev mi?). Bu süreç bir yandan başkalaşmanın oluşturduğu bıkkınlık ve güçsüzlüğün, diğer yandan yasal üstyapının oluşturduğu dezavantajlı açıklığın getirisi olan çaresizlikle kuşatılır. Çaresizlik hali, oluşturulmuş ortam ilintili dönemlerle, örneğin ekonomik belirsizlik, istikrarlı işsizlik vb. desteklenir. 2008’den bu yana devam eden yeniden biçimlenmenin küresel ölçekteki kritik-belirsiz dönem oluşumu, her türlü çalışan hakkı arayışlarını tamponlama açısından fırsat olarak görülmüş ve ortam dönüşümü istenilen kıvama getirilmiştir. Sigortasız, düşük ücrete dayalı ağır ve ucuz maliyetli iş ortamı, işgücü arz ve talep dengelemesini, dolayısıyla aranılan üst nitelikli işgücü ücretlerini dahi olması gerekenin altında tutmak için imkân sağlamıştır. Günümüzde bazı işverenlerin yetişmiş, kalifiye işgücü açığını dillendirmelerinin arka planının irdelenmesi gerekmektedir. Bu sorunsalın merkezinde sadece bu tür işgücündeki açık (!) değil, düşük ücrete ilişkin tutum da yer almaktadır. Ayrıca, genel olarak işyerlerindeki (azımsanmayacak) eksiklikler, kusurlar ve kötü, hatta rezil diyebileceğimiz çalışma koşulları da sorgulanmalıdır. Ve ayrıca adım adım ıskartaya çıkarılan sosyal devlet ilkesi!        
Kapitalin karakteristiğinin temel taşlarından biri fizikle ilintili analojiden (evrenin gen-iş-le-ş-mesi) esinlenmiştir adeta: Ribâ; yani artma, çoğalma, şişme, genleşme. Ribâ sözcüğünü tercihimiz “yeşil sermaye” olarak adlandırılan, ancak sonuçta kapitalist zihniyetin belki farklı olma iddiasındaki bir yansıması olan kısmının da nasıl arkadan dolandığını göstermekten kaynaklanmaktadır. Bilindiği üzere, Türkçemizde faiz denilen ekonomik enstrüman söz konusu kesim tarafından haram olduğu gerekçesiyle reddedilmektedir (bulaşmadığı kıyı-köşe, toz zerresi dahi kalmadığı halde). Semavi dinlerde, özellikle Kur’an da şiddetle yasaklanan, hatta şirke eşdeğer olabilen ribâ gerçek anlamıyla bizim kullandığımız faiz kelimesinin tam karşılığı mıdır acaba? Latincedeki karşılığı varlık değeri anlamındaki zensus kelimesi olan bu kavram, hem menkul- hem de gayrimenkul kapital için geçerli kullanıma haizdir. Asli anlamda, kullanıma giren kapitalin her türlü adaletsiz, haksız yollarla çoğaltılması, genleşmesi ribâdır. Ayrıca, kullandığımız manadaki faizin karşısına konan kar payı sözcüğü, “gerçek anlamdaki kar-zarar ortaklığı”, yani ticaretin etik bir öğesinden- idesinden türetilse de neticede aynı faiz gibi oransal bazda reklamı yapılan ve herhangi bir kişisel emek içermeyen pasif edim-yatırımın karşılığıdır. Zaten dikkat edilecek olursa, piyasa açısından ikisi arasındaki değer paralelliği anında görülecektir. Kapitalin kendi içindeki “ninnisi” çevresel şartlara ve gelişime göre şekillenir. Önemli olan çok kazanmaktır. Çok kazanmak tek bir hedefe odaklanmaz; paradan güce, düşünselden, etkin olmaktan sömürünün gelişmiş ve geliştirile(bile)n her türüne. Sermaye kendine düşman kesilen ideolojik boyutlu fikri bileşkelerden dahi faydalanır. Karakteri gereği fırsatçı ve faydacıdır. Öyle ki belki de yegâne paradigması yararcılık üzerinde kurulu olandır. Kendi içindeki savaşımı ortak asgari zemini oluşturmak ve asli karşı fikri yapıyı ideoloji(lere)ye dönüştürmek, gerekli ise fiilen yapılandırmak ve ihtiyaç duyduğu düşmanı, ötekini sahneye sürmektir. Kapitalin türleştirilmesi, türlerin isimlendirilmesi ve karşıt her çeşit propagandalar ana amaca hizmet eder: Başat hedeflerin döngüsünün dengelenmesi. Marx’ın teoreminde bahsettiği üzere kapital para olarak, daha yüksek para için yatırım aracıdır, yoksa tüketime veya istiflemeye yönelik bir değişim aracı değil. Para ücret olarak, mübadele aracı rolünü metanın el değiştirmesinde oynar. Kapital dolaşım ve üretim sürecinden oluşan bileşkesiyle döngüyü oluşturur. Genleşmek için işgücünü satın alır ve buna sunduğu pay kendisi için hayati olan artı(k) değer için zorunludur. Günümüzde durum döngüye ilave edilen yeni araçlarla çeşitlendirilmiştir; küresel bankacılıktan borsalara, taşere işgücünden siyasi-sosyal-ekonomik, hatta psikolojik ortam oluşumlarına kadar. Öyle ki, yardımlaşma kuruluşlarından sivil toplum örgütlerine, sosyal medyadan post modern maddi ve manevi bilimcilik (!), tefecilik, simsarlığa değin sürekli genleşen –evren gibi !- bir toplumsal model. Ve bu modellemeler üzerinden pratiğini insan ve toplum mühendisliği üzerinden gerçekleştirme çabaları. Tüm karmaşa içinde –ki amaçlananlardandır- adım adım ilerleyen zihinsel çürüme: Küçük bir örnek; niçin doğanın katliamını veya çevreye ilişkin kirlenmeden söz ediyoruz da, katledenin veya kirlenenin bizzat insan olduğunu direkt söylemek yerine, lafı dolandırıp duruyoruz ve araya aracılar koyuyoruz. Evet, insan kirlenmiştir ve temizlenmedikçe kirlilik daha da artacaktır (İnsanların kendi elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde bozgun çıktı. Yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır ki vazgeçsinler. Kur’an, 30-41).

            Yeryüzünde dolaşan fiziki ve sanal para miktarı nedir? Dolaşımı izlenebilmekte midir? Karşılığında ne sunulmuştur? Sahiplenilmesindeki aşırı dengesizlik, alacak-borç miktarı, kazanılanın dağılımı vs. Ve traji-komik durumlar neyin nesidir: Reklama bakın; sürüyle yaşlı insan, kadınlı-erkekli kredi alabilmek için bankanın birine koşuşturmakta ve daha sonra askeri düzende sıralanıp kameraya poz vermektedir. İnsan yaşamının bir bölgesi para, kredi, kazanç, mülk için koştururken, diğer bir bölgesi açlık ve her türlü zulüm altında inim inim inlemektedir. Birileri bunu daha da körüklerken, birileri de kendi çapında düzeltmek için varını yoğuna katmaktadır. Özellikle son 20 yıldır dünya üzerindeki ayrışmanın her türlüsü keskinleşmektedir. İktisadın temel ilkelerinden biri haline getirilen ''insan ihtiyaçları sınırsız, kaynaklar ise kıttır'' önermesi sömürüdeki sözde legaliteyi haklı kılmak isterken, heva ve heveslerimizin dizginlenemeyen şahlanışı da normalize edilmiştir. Önermedeki ihtiyaç kelimesinin doğrusu “heva ve heves”tir. Bu olağanlaşma, zamanı geldiğinde ümitsizlik dolu bir şaşkınlığın ve gecikmiş bir uyanışın zemin hazırlayıcısı olacaktır (Yer, o şiddetli sarsıntısıyla sarsıldığı, ağırlıklarını dışa atıp-çıkardığı ve insan: “Buna ne oluyor?” dediği zaman; O gün (yer), haberlerini anlatacaktır. Çünkü senin Rabbin, ona vahyetmiştir. Kur’an, 99, 1-5).

Peki, bunca gelişime, işarete, bilinene rağmen geldiğimiz aşama nedir: Gözlerin çoğunluğu cambazdan maada ipe odaklanmaya başlamıştır, artık...

26 Mayıs 2013 Pazar

İş’in Teorisi Üzerine-5 – Sömürünün Çıkarımı ve İdealizm


“Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.”
                                                                                                                        Hz. Muhammed

Yönetim olgusunu aşırı şekilde bölümleyen, iş ve çalışmayı olabildiğince detay-boğucu süreçlere ayırarak ve görevleri yeni unvanlarla ve yapay yetkinliklerle çeşitlendiren, “böl, parçala, yönet” anlayışını -yaşamın tüm alanlarına yayılma hedefli- iş hayatına da entegre eden kapital, örgütlenmeyi mümkün olabildiğince atomize etmeye çalışacaktır. Amaç, gerektiğinde karmaşıklaştırmak ve yoğunlaştırmak, böylelikle bireyin yabancılaşmasını diri tutarak sürdürülebilir hale getirmek ve özellikle idari sahayı ön-tali çevrelere (peripheries) ayırarak ve bunların her birini kendine bağlı, bağımlı ve sadık, aynı zamanda kontrollü, yarı özerk birimler haline getirerek merkezi güçlü ve etkin kılmaktır. Yenidünya düzeni olarak adlandırılan ekonomi-politiğin sistematiğinin hedefi, çalışma yaşamına izdüşümünü de derin stratejik odaklar ve ortaklar vasıtasıyla en uygun bütünleşmeyi (küreselleşme) parçalara (yerele) izafe ederek post modern merkezci yapıyı oluşturmaktır.

Hiyerarşinin sözde esnekliği ve organizasyonda yerelleştirmenin hedefi, dağıtılan yetkinliklerin sağladığı etkin aksiyonların merkezi gücü geri beslemesini –birimler ve elemanlar aracılığıyla- sağlamaktır. Bu da amaçlanan sıkı merkezi kontrolün hâkimiyetini, somut ve metodik gözleme-izleme ve kayıtlama ile bunların dayandığı teknolojik imkânlar vasıtasıyla kolaylaştıracak ve sağlamlaştıracaktır. Bunun yanı sıra oluşturulan kavramların sloganlaştırılması ya da uzun zaman gayret sarf edilerek oluşan yaşanmışlıkların, tecrübelerin kadim edinimlerinin indirgenerek propaganda malzemelerine dönüştürülmesi, algıdan başlayan ve anlamaya varan süreci “ölçü ve uyak gibi kayıtlara bağlı olmayan deyi şekline” bürümüştür. Bu tür yazılı veya şifahi kaynaklar post modernizmin tipikleri olup, ortak özellikleri pek çok bilimsel kavramı içermesi, ancak uygulamada kullanılabilirliğe yatkın olmamalarıdır. Bu bağlamda anlama, kapsamı geniş görünümlü ve fakat içeriği yetersiz, uygulaması kısır ve verimsiz bir işlevdir. Dolayısıyla öğrenme ve prosesleri zayıf ve bağımlıdır. Yani anlama ve öğrenme özgür gibi görünen, ancak kökten “verilen ve kabul edilen” niteliktedir. Günümüzde de iş hayatındaki yönetim temelli ve önemli uygulamalar –istisnalar hariç- iki ana nokta belirler: Sömürü ve duyarsızlık. Sömürü maddi ve manevi anlamda asgarileştirmede başat bulur. Bireye, onun üzerinden çevresine çeşitli yansımalar oluşturur. En sinsilerinin başta geleni ve tezahürü şudur: Asgarileştirme gerek parayla, gerekse sosyo-kültürel cahillikle araçsallaşır ve bireyde süreklilik arz eden ama karşılanmayan şikâyet halini alır. Bu hal dışa vurulduğu gibi içe de atılabilir. Ama her hâlükârda menfi bir biçimde içselleşir. Sömürü “baskın” olan olarak sahnede yerini alırken, “negatif içselleşme” bu şekliyle çekinik olandır. Sömürü iradesi, şikâyet halinin örgütlenmesini ya baskı ile engeller ya da oluşumu çeşitli yöntemlerle -örneğin hukuki üst-ve altyapı düzenlemeleri, yani devlet erkinin tepeden inmeci yaklaşımıyla veya gerektiğinde etkin bir yöntem olan satın alma ile- malulleştirir. Bu durum için sendikalaşmanın önüne geçmeyi veya yozlaştırılmasını örnek olarak gösterebiliriz. Böylelikle oluşan “şikâyet kültürü” gelenekselleşir, adeta bulaşıcı bir hastalığa dönüşür. Şikâyet, birey açısından -pansuman da olsa- gerilim boşaltım aracı olabileceği gibi, depresyona yol açabilecek gerginleştirici de olabilir. Çalışma hayatında kötümserliğe neden olabilecek bu türden bir gelişim, olumsuz içselleşme olarak adlandırdığımız bireyselden grupsala ve hatta toplumsala evrilebilme riski taşımaktadır. Bu aşamayı çalışma ortamının cinsleşmesi, terslenmesi olarak görebiliriz. Cinsleşme örgütte hâkim olan ve çözüm üretildiği halde uygulanmayan ortamı, terslenme ise bu ortam sonucu oluşan örgütsel sosyo-psikolojik hale işaret eder. Sorunun çözümlenmesi ertelenir veya umursanmazsa yaygın deyişle manası zenginleştirilen “asosyalleşme”, bizim deyişimizle “duyarsızlaşma” başlar. Bu zihin halini (mood) asosyalleşmeden ayıran şey, kişinin çevresinden soyutlanması dışında kendi iç yaşamından da kopuşudur. Yani insan gerek çevresine gerekse kendine önce yabancılaşmış ve sonrasında duyarsızlaşmıştır. Bu halin reel oluşu haricinde maskelenmiş durumu da mevcuttur. Ancak, kişinin duyarsız rolünü oynaması dışa yansıma ve etkileme yönüyle gerçek olandan çok da farklı değildir. Duyarsızlık belli bir aşamayı müteakip dumurlaşmaya dönüşür ki, asıl düşündürücü olan budur. Zira dumurlaşan bireyler örgütleri olumsuz etkilemelerinin yanı sıra kötümserliğin bulaşıcı hale gelmesine de neden olurlar. Aynı durum toplumsal olarak da geçerlidir. Dr. Mustafa Merter’in literatüre kazandırdığı “Kaliforniya Sendromu” bu çöküşü son derece etkileyici bir şekilde tasvir etmektedir.

            Sömürü hem kendine özgü (sui generis-nev’i şahsına münhasır) hem de süreç içinde kazandığı yapısı itibarıyla siyasal-sosyal-ekonomik boyuttan sosyo-psikolojik boyuta değin sarmal bir karakter geliştirmiştir: Taşeron işçilik, çocuk çalıştırma ve her türlü istismarı, kadın istismarı, kara para kazanımı, totaliter siyasal rejimler, bölgesel savaşlar, her türlü ticari sömürü, organ pazarı, doğa katliamı, fikir hırsızlığı ve bilumum insanı kirleten bu tür gerçekler… İş ortamında ve yaşamda sorunlarla mücadele içinde olan insan, içinde bulunduğu duruma göre moral-isteklendirme açısından şekillenir ve çoğunlukla bu sarmalın farkında olamaz. Kendi durumu her zaman daha trajik boyutlardadır, kendi sarmalı daha bunaltıcıdır. Farkına varanların birçoğu ise “dramatik kaderci” pozisyondadır; elinden bir şey gelmediği saplantısı otomatik devreye girer ve bu tip insanlık sorunlarını bertaraf eder. Kendi saplantısını kader kılan insan, bu kaderi nedeniyle kendini hesap vermekten de beri kılmış olur. Günümüzde moda olan pek çok hümanist akım denize yönlenmiş nehir gibidir, ancak denizle birleşip birleşmediği müphem olan birer nehir… Hangi iş olursa olsun, en azından bir yaraya merhem olmuyorsa, ister yüksek başarıya ulaşsın isterse harikalar oluştursun, sabun köpüğünden öteye gidemeyecektir. İnsan evladının ulaştığı başarıları, yaptığı atılımları bir de bu zaviyeden değerlendirelim; acaba hangi sahnelerle karşılaşacağız, aynada hangi suretler belirecektir? Bir işyeri çok iyi yönetildiği, büyük başarılara imza attığı yönünde ön plana çıkabilir, ama o şirketin bir çalışanı dahi adaletsizlik nedeniyle acı duyuyorsa, zamanı geldiğinde bunun hesabını verecektir. Bunun kaçışı yoktur, hangi açıklamayı getirirseniz getirin, ölçü artık aklın ve mantığın dışına itilir. Açıklamanızın adı bahaneden, kılıftan öteye gidemez. İşte, sömürü dediğimiz böyle habis ve sinsi bir çıbandır.

            Hangi şirket veya hangi insan olursa olsun fark etmez; değer tartışmasına da girmeden, kendine tek bir hedef belirlesin ve bu hedefe olan yaklaşma derecesi performansı belirlesin. Var mısınız? Hedef şu: … Kriterler ve şartlar çerçevesinde sömürüye yol açacak veya açabilecek şu ve şu… Hususlarda her türlü sömürünün titizlikle önüne geçilecek ve tüm misyon, vizyon, politikalar, amaçlar, ıvır-zıvırlar, nihai hedefimiz daim surette bu yönde olacaktır! Aşırı idealist değil mi? Gerçeklikten kopuk ve uzak, irrasyonel… El cevap: Kerbela’yı, Çanakkale’yi, Sakarya’yı ve dahi benzerlerini bir daha gözden geçirin. Anlama işlevini bağlamdan koparmadan. Hüseyin’in Kerbelası mı, Yezid’in Şam’ı mı? Karar ve seçim bizlerin.

 

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...