12 Aralık 2016 Pazartesi

Toplumsal Gelişimin Katmansallığı: Çok Katmanlı Sistemlerin Ağsal Özelliğinden Yönetişimin Araçsallığına-1

Sivil toplum kavramı demokrasi kuramlarının etkin bir öğesi olarak -demokrasi kuramcıları için- demokrasinin vazgeçilmez bir bileşeni, kişilerin farklı paydaşlara seslerini duyurabilmeleri ve örgütlenmeleri için çeşitli sahaların sunulmasıdır. Devlet, sivil toplumdan ayrı gibi görünse de aralarında hiçbir bağlantı olmadığı söylenemez. Tocqueville’in de vurguladığı gibi, devlet gündelik yaşamın kendini yenileyerek var oluşunda rol sahibidir ve dolayısıyla devlet ile sivil toplum aslında iç içe geçmiş unsurlardır.1 Ginsborg da, “gündelik yaşamda örgütlenme alışkanlığı teşvik edilmezse, demokrasinin hayatta kalma şansının düşük olduğuna” vurgu yapar.2 Nitekim adı geçen düşünürlere göre gönüllü oluşumlar kurma ve de bunlarda yer alma edimi, üyelerine yurttaşlık yetilerini ve değerlerini öğretmekte; gönüllü oluşumlar “demokrasi okulları” olarak hizmet vermektedir. Burada toplumsal katılımın, halk katılımına yarar sağlayan bir yan ürün olduğu düşüncesi hâkimdir.
Sivil toplumun önemli bir yansıması olan toplumsal sermaye kuramları da, temsili ve katılımcı demokrasinin birbirlerini tamamlayıcı özelliklerini ve bu kapsamda yer alan sivil toplumun rolünü daha iyi kavramamıza; bireyler ile gruplar arasındaki ve toplumun genelindeki güç/iktidar ilişkileri üzerine düşünmemize yardımcı olmaktadır. Putnam tarafından gündelik söyleme katılan toplumsal sermaye kuramı, Tocqueville’in sivil toplum ve örgütlenme yaşamına olan ilgisini temel almaktadır. Putnam toplumsal sermayeyi “bireyler arasındaki bağlantılar, yani toplumsal ağlar ile bunlardan kaynaklanan karşılıklılık ve güvenilirlik normları” olarak tanımlamaktadır.3 Putnam, yerel örgütlere katılmanın ve bu örgütlerde yer almanın başkalarına duyulan güveni ve ortak değerler algısını pekiştireceğini ve böylece katılımcıların “ben algısını” genişleterek kolektif yarar yaklaşımlarını daha olumlu kılacağını öne sürmektedir. Ayrıca, katılım norm ve ağlarının, temsili yönetimin performansını geliştireceğini, halk katılımının varlığı ya da yokluğunun yönetişimin niteliği, demokratik kurumlar ve kamusal yaşam üzerinde etkileri olacağını vurgulamaktadır. Toplumsal sermayenin, ailenin ötesindeki toplumsal ağlar aracılığıyla doğan yararların bir kaynağı olarak bir dizi başka olumlu etkileri olacağına ilişkin bulgular gün geçtikçe artmaktadır. Örneğin bu yararlar arasında, artan eğitim başarısı, barınma kalitesindeki artış, sosyal iletişimde yaygınlık gibi hususlar öncelikle çarpıcı olanlarıdır.4
Toplumsal sermaye, bir kavram ve kuram olarak popülerliğine karşın, gerek teorik gerekse pratik anlamda eleştirilerle de karşılanmaktadır. Toplumsal sermaye kuramına karşı başlıca teorik eleştirilerden biri, kuramın örgütlü yaşam, yüksek toplumsal güven ve daha iyi yönetim arasındaki nedensellik bağını kuramadığı yönündedir. Toplumsal sermaye olumlu sonuçlara yol açabilmekteyse de, kendisinin varlığının bu sonuçları üreten değil, aksine bunlardan çıkarsandığı tezidir. Toplumsal sermaye konusundaki ampirik bulgulardan bir kısmı da, güç/iktidar ve eşitsizlik kavramlarını ön plana çıkarmasıdır. Toplumsal sermayenin, biraz da farklı ağlara erişim olanaklarının eşitsiz dağılımı nedeniyle, var olan eşitsizlikleri pekiştirme yönünde bir etkisi olduğu tezi de dikkat çekicidir. Örneğin Field’ın ifadesiyle, “herkes çıkarlarına yönelik olarak bağlantılarını kullanabilir; ancak bazı insanların bağlantıları diğerlerine nazaran daha değerlidir.” Dolayısıyla Field, toplumsal sermayeyi “hem kendi başına eşitsiz dağılımı olan bir değer hem de daha da büyük eşitsizlik yaratabilecek bir mekanizma” olarak görmektedir.5 Fransız sosyolog Bourdieu, toplumsal sermaye ile ilişkilendirilen toplumsal ağları hali hazırda ayrıcalıklı olanlara yarar sağlayan, toplumun diğer kesimlerini ilerleme olanaklarından mahrum kılan bir ayrıcalık kaynağı olarak tanımlamaktadır. Bourdieu’nun toplumsal (ve kültürel) sermayeye getirdiği eleştiriler, kaynağını toplumun sınıfsal yapısını irdeleyen Weber’in çalışmalarından ve neo-Marksist kuramlardan alan sosyoekonomik eşitsizliğe ilişkin kaynak dağılımı temelli kuramlarla ilişkilendirilebilir. Weber, sosyoekonomik kaynakların ve statünün, gönüllülük eğiliminin temel belirleyicisi olduğunu ifade etmektedir. İngiltere’de toplumsal sermayeye ilişkin yakın tarihli çalışmalar da bu düşünceyi destekler niteliktedir. Buna göre ‘sınıf’, katılımın önemli bir belirleyicisidir ve “orta sınıfın” gönüllülük ya da yurttaşlık temelli örgütlenmelere üye olma oranı daha yüksektir.6
Görüşüme göre, günümüzün çağdaş yazınında toplumsal yapılanmada hala ön plana çıkartılan “sınıf” kavramının dominant konumlanması belirli bir düzeyde farkına tam vukuf olunamamanın bir göstergesidir. İlgili kavram gerek fiziksel ve psikolojik gerekse politik ve sosyolojik açıdan çok katmanlılık olgusunun alt dallarında –o da duruma göre- belirli kümelenme türlerine işaret etmesi açısından kullanılabilirdir. Toplumsal yapının çeşitliliği, karmaşıklığı ve gittikçe artan melezleşme sınıf nitelendirmesini de –hem mealen hem de tefsir yönüyle- dağınık ve oldukça ayrışık, ölçütlere bağımlı durumsallığa göre farklı tanımlamalara bürümektedir. Marx bunu ağırlıklı olarak politik iktisat-ekonomi, üretim ilişkileri ve bunun üzerinden sömürü kavramında temellendirerek açıklamaya çalışır. Weberci yaklaşım ise sınıf olgusunu betimlemede pazar ilişkilerini temel alır. Marksist düşünceye göre, üretim ilişkileri ve üretim araçları esas alındığında, bütün toplumlar en az iki sosyal sınıfa sahiptir. Birincisi, üretim araçlarına sahip olan ya da bu araçları kontrol altında tutan “yönetici sınıf”tır. İkincisi ise üretim araçlarını elinde ya da kontrolünde bulunduramayan “sömürülen sınıf”. Etzioni’nin de vurguladığı gibi, Marx’a göre, maddi üretim araçlarını kontrol edenler, akli ve zihinsel üretim araçlarının kontrollerini de ellerinde tutarlar. Bu sebeple yönetici sınıf, yalnızca ekonomik açıdan yönetmez, bunun yanı sıra ideolojiyi de şekillendirip yaygınlaştırır.7 Neo-marksistler ise sınıf kavramının yetersizliğinin farkındadırlar; ama buna rağmen temayı irdelemek yerine Marx’ın sınıf teorisini -yine de- büyük bir önemlilik atfı ile merkezde tutarak, (vazgeçilemez mitosları olan!) tarihsel gelişim içinde sınıfların toplumsal statülerle konumlarındaki artış, ara sınıflar ile çeşitlenmeden söz etmekte ama bir türlü toplumsal sınıf(lar) doktrininden vazgeçemeyerek bunu ikrar edemezler. Aslında bu hal ideolojik saplantıların tabulaştırıldığı/putlaştırıldığı tüm fikri yaklaşımlarda var olan bir sendromdur (illettir). Zaten neo-marksistlerin her nedense sonu bir türlü gelmeyen tarih okumaları ve bunun etrafında döndürdükleri sürekli evirilen kapitalizm, meşhur tarihsicilik fetişinin (kâhinliğin miti) sonucunda günümüzdeki ifadesiyle neo-liberal kapitalizme dönüşmüş ve bunda da “sınıf saplantısından” bir türlü kopamamaktadır. Neo-marksistlere göre, yeni odaklılıklar her durumda “örgütlü kapitalizmin” sınıf yapısına açıklamalar getirmenin bir aracıdır. Ayrıca, onlara göre sınıf kuramına getirilen eleştiriler genelde hiyerarşik ve toplumsal süreklilik tez(ler)i üzerinde inşa edilmiştir, bu da sınıf olgusunu aşmada tek yönlü bir yaklaşımdır ve kifayetsizdir. Hâlbuki kendilerinin de fark ettiği üzere, toplumsal yapılanma gerek görüngüsel manada soyut ve soyut-somut veya somut, bunun dışında edimsel düzeyde olgusal ve geniş kapsamlı pek çok unsuru ve bunların bazılarının suret nitelikli uzantılarını içermektedir. Sınıf, neo-liberalizm, her tür teoriler, melez alanlar vb. pek çok saha, hatta marksizm ve kapitalizmin kendileri dahi insan zihninin düşünsel manada anlamlandırdıkları, yorumladıkları ve ortaya koydukları açıklayıcı nitelikli sistemlerin dışında değildir. Bu sistemler, tarafımızca bu çalışmanın da konusu olan bir tür çok yönlü ve çeşitli biçimlerde açıklama amacı da taşıyan ÇKS’nin (Çok Katmanlı Sistemler) diğer bir şekilde dillendirilen sürümlerinden başka bir şey değildir. Bu bağlamda marksist teoriler de ÇKS’nin içeriklerinden biridir ve bu meyanda ÇKS paradigması, toplumsal yapılanmayı ve bu yapılanmayı oluşturan süreçsel özellikli gelişimi tarihsel evrim içine sıkıştıran sınıf kuramı üzerinden tanımlamanın yetersizliğini ve dar kapsamlılığını ortaya koyar. Böylelikle insanın çevresi ile birlikte zaman zaman merkezde olduğu dünyayı, toplumları, eylemleri veya olayları çeşitli-çok yönlü açılardan araştırma olanaklarını sunar ve dogmatizmde saplanıp kalma riskini de azaltır. Bundan da anlaşılacağı üzere, ÇKS imkânların yanı sıra riskleri ve risklerin barındırdığı tehlikelerle birlikte fırsatları da belirgin kılmada araçsallığını devreye sokar. Bu yüzyılın en çarpıcı gelişimleri olan küreselleşme ve bunun getirisi yerelleşme, klasik endüstri ile ince teknoloji (BT) arasındaki belirgin rekabet ve bu durumun meydana getirdiği yeni dikey ve yatay yönetimsel yapılanmalar ile bunların geniş çaplı etkileri, yeni jeostratejik politik ve toplumsal değişim ve dönüşümler, taşere edilen terörle beraber oluşturulan çatışmalar, siyasi sınırların göreceleşmesi, ekonominin değişken karakteri ile buna bağlı istikrarsızlıklar, ama aynı zamanda serbest sermayenin dünyada dolaşımı ile ön plana çıkan ve politik, ekonomik, sosyolojik ve beşeri alanlarda şirketlerin kürevi ve yerel açılardan yaşamın pek çok alanında önlenemeyen yükselişi ve etkinliği, eğitim sektörünün önemli rolü, spekülatif ve manipülatif medya gücü gibi hususların kaynak olduğu karmaşık ağsal döngülerin anlaşılabilmesinde ve tümselin yönetiminde ÇKS’nin kuramsal dizini önemli hale gelmiştir. Yeni zamanlara dair gelişmelerin açıklanması yönünde ÇKS paradigması pratik bir kullanıma da haizdir. Bundan dolayı, bu çalışmanın merkez temalarının başında gelen yönetişim olgusunun kavranmasında, anlaşılmasında ve buna bağlı olarak çeşitlilik arz eden uygulamalarının vücuda getirilmesinde ÇKS’nin anasır özelliklerini içselleştirmek olmazsa olmaz bir önkoşuldur.
 
1 http://www.acikders.org.tr/file.php/109/Lectures/PDF/Ders21.pdf , (Steven B. Smith, Siyaset Felsefesine Giriş, Kasım 2006) [Erişim: 11.08.2015]
2 T. Gibson, The Power in our Hands, Neighbourhood-based World Shaking, Charlbury, Jon Carpenter Publishing, 1996, s. 165
3 N. Altun, İ. Hira, Suçu Önlemede Sosyal Sermaye Olarak Sosyal Kontrolden Yararlanmak, file:///C:/Users/user/Downloads/5000049801-5000067507-1-SM.pdf  [Erişim: 11.08.2015]
4 R., Putnam, Bowling Alone: The Collapse and Revival of American Community, New York, Simon & Schuster, 2000, s. 67
5 J. Field, Social Capital, Routledge, Londra, 2003, s. 74-75
6 P. Bourdieu, The forms of capital, J. Richardson (Ed.) in Handbook of Theory and Research for the Sociology of Education, New York, Greenwood, 1986, s. 120-136

7 E. Etzioni-Halevy, The Elite Connection: Problems and Potential of Western Democracy. Cambridge, Polity Press, 1993

22 Kasım 2016 Salı

Kayıp Terbiyeyi Aramak: Piyasalaştırılan Eğitimin Kritiği-2

Terbiye güzel ahlakın inşası üzerinden edep ve erdemi tanımlar ve şekillendirir. Erdem kudret ihtiva eden çeşitli kalitelerin bileşkesidir. Ancak erdemden neşet eden güç etraflı anlamaya, tanımaya, düşünmeye, sorumluluğa ve bundan hareketle anlamlı öz(ü)gürlüğe dayanır; modernite ile zirve yapan pragmatik bilginin insana sağladığı hor ve gelişigüzel kullanılan güç ve  buna isnat edilen yapay, parçalanmış özgürlük ile herhangi bir benzerliği yoktur. Pragmatik güç anlayışı -diğer tabirle makyevelist algıla(t)ma- Yeni Ahit’te yer alan ‘Romalılara Mektuplar’daki 7. bölümün 14-25. tümcelerinden kotarılan ve bunun üzerinden batı uygarlığının geliştirdiği reel politiğin dayandığı Paulus’un “… içimde, yani benliğimde iyi bir şey bulunmadığını biliyorum. İçimde iyiyi yapmaya istek var, ama güç yok. İstediğim iyi şeyi yapmıyorum, istemediğim kötü şeyi yapıyorum. İstemediğimi yapıyorsam, bunu yapan artık ben değil, içimde yaşayan günahtır…1 şeklindeki sözlerinden esinlenerek zenginleştirilip biçimlendirilmiştir. Çok kere yazıldığı, söylendiği gibi eski Yunan ve Roma üzerinden rönesans-reform-aydınlanma üçlemesiyle birlikte günümüz batı uygarlığını biçimlendirdiği iddia edilen (nedense ‘derin’ Alman kültür havzasının felsefesine dayalı Avrupa düşün şablonları es geçilir)  “modern bilim” (ne demekse!), dini referansları tamamen bir kenara atan ve kiliseyi ve bununla bitiştirilmiş “pagan tanrı-lar” sanrısını rafa kaldıran bir dünyeviliği toplumlaştıran olgular kümesi değildir. Aksine temel kurumlarını kilisevari hiyerarşik bir yapıyla düzenleyen (özellikle eğitim-öğretim alanı), teolojiden ürettiği öğretileri, hurafeleri metafiziğin rafına kaldıran ve bunları uygun konjonktürde kapitalist yaklaşım ve onun şemsiyesi emperyalist amaçlarla araçsallaştırmak suretiyle ranta dönüştüren sistematik bir yapılanmadır: klasik ve seküler binyılcılık (İng. Millenarianism), astroloji, büyücülük, falcılık, cincilik, kâhinler, medyumlar, kabala, kutsal kase, mesihçilik, new-age akımlar, şeytan tasvirlerine dayalı düalist dünya görüşü, vampirler, zombiler, post modernist bilimcilik vs. Bir tarafta dünyayı sarmalayan post modernist saçmalıkların yol açtığı muhtelif yobazlık ve fanatiklik türleri (dinci, etnik, ırkçı, bilimci, ideolojik vb.) diğer yanda genel olarak geçimsiz, ama silahlanma alanında ortaklaşa çalışan eski endüstri ve yeni ince teknoloji; tüm bunlar oluşturulan büyük kaosu yöneteceği iddiası ve zannı içinde bazı kişileri ve grupları zalim katliamlardan kıyımlara, fakirleştirmeden açlığa, temiz olanı olabildiğince kirleterek fazlalık ve gereksiz görülenleri zehirleyerek yok etmeye adanmışlardır. Ve bütün bunlar insanlık tarihinde zirveye ulaştığı abartılı bir övünçle vurgulanan eğitim-öğretim çağında yaşanmaktadır!
Terbiyenin işlediği bilginin dayandığı ağırlık noktalarındaki yöntemlerin esası iyilik ve güzellik ile ilgilidir -‘usûl esasa mukaddemdir’ (yöntem asıldan önceldir) düsturu da bu nedenle önemlidir-; ama bu iyiliği ve güzelliği elde etmede araçların da meşru olması şarttır ve yöntemlerde lüzumsuz malumatın bulunması malayanidir hatta bazen batıl da olabilir. İşte tam da bundan dolayı terbiye tüm yönleriyle somuttur ve her zaman için fiiliyata yöneliktir. Fiile dökülmeyen bir fikir terbiyenin asliyetini değil, soyut yansımasını tebliğ eder; yani sözde kalır: tebliğ önemlidir ama temsil olmadıkça  olgunlaşamaz ve hakikate dönüşemez; hatta gerçekliği dahi insan açısından sorgulanırdır. Mesela bir Süleymaniye camii veya benzeri eserler hem yarar sağlayıcı hem de konumlanması itibariyle insan gözünün estetiği ve üzerinde tefekkür edilebilecek çok yönlü bir abide olması açısından anlamlıdır; ama buna karşın günümüz mimarisindeki pek çok yapı yararlı olabilir iken insan için dışsal ve içsel olarak iticidir (plaza sendromu); yani gerçekliği dahi eksik değer ihtiva eder. Nasıl ki zamanında kentin köyü gerek madde gerekse mana yönünde çarpıklaştırmış, buna karşın son altmış yılda köyler de şehirleri adeta intikam alırcasına işgal ve talan etmiş ise, terbiyenin yitirildiği mekan ve zaman uzamlarında insan evladının eğitim-öğretimle sağladığı erişimler de değersiz olurlar. Fayda sağlayabilen fakat anlamını yitirmiş bir şeyin toplumsal-bireysel/insani değer içermediği gibi.
Terbiye açısından aşama kişinin içselinden dışsalına doğrudur ve burada dışsal bireyden ayrı bir olgu değil, dışsalı güzelleştiren edimdir. Terbiyede çevrenin yerine kişinin dünyası vardır; fıtratında insan ve çevre diye bir ayrım yoktur.  İnsanı merkeze oturtmaz, zira bu insanın gelişim potansiyeline indirilen bir darbedir ve güzel ahlakın şiarına aykırıdır. Terbiyenin öğreticiliği olabildiğince akıl ve his dengesinde edinilen bilgiyi, mutlak surette tefekkür üzerinden ihtimalleri de değerlendirerek vakaların esasına, olabildiğince künhüne vakıf olmaya dayanır. Bundandır ki algılama tetkik yoluyla anlamaya dönüştürülür ve bundan da anlama vesilesiyle öğrenmenin deryasına dalınır. Çünkü terbiyenin eğiticiliği ve öğreticiliği -ayrılmaz bir bütün şeklinde- kişinin hakka ve hakikate yaklaşmasını gaye olarak ortaya koyar; bu meyanda körü körüne inanmayı değil sorgulamayı vaz’ eder. Sorgulama düşünmenin ve akıl yürütmenin ana unsurlarından olup, terbiyenin edep yönüyle suskunluğudur.
Terbiyenin üst başlık halinde tezahür etmediği eğitim-öğrenim işlevi ‘atık’ üretir; Saul Lieberman’ın vurguladığı gibi “çöp çöptür ve öğrenim çöpün tarihidir”.2 ‘Öz’ün unutulduğu yaşamda insana bahşedilen bilgi her hâlükârda kişinin asgari ihtiyaçlarına yetecek kadar değere haizdir. Yani önemli olan kişi açısından bilginin niceliği değil niteliğidir. Ama her durumda insan özüne dair esansın farkında olmalıdır. Zira öz yaratılışı itibariyle yozlaşmaz, ne yapay bir kimliğe, ne cinse ne de bilinen sınırlamalara tabi değildir. Ondan neşet eden esansı isteyen misk-i ambere isteyen de lağıma çevirebilir; ‘ameller niyetlere göredir’ (hadis-i şerif). Tam da bu nedenle terbiyenin odağında niyetlerin keşfi, onların güzel ahlak ve erdemlerle donatılması ana fikri yatar. Yeniçağla birlikte gelişen ve günümüzde de çeşitli biçimlerde tezahür ederek süre gelen medeniyet tasavvuru, gerçek manada ‘niyet’ yerine hedef olgusunu ikame ederek insanı kısır bir döngünün girdabında üzerinden getiriler elde edilen ve içinde parça parça eritildiği kaynaklar potasına devşirmiştir.
Terbiyenin oluşturduğu niyet, güzel ahlakı ve bundan hareketle edep ile ondan neşet eden erdemleri içerir. İnsana bahşedilen hakiki terbiyenin asli kaynağı aşkın olandan, yani ‘Rabb’dandır (terbiye ediciden). Celaleddin Rumi bunu şöyle ifade eder: “Kişinin edepten yana nasibi yoksa âdem (insan) değildir. İnsan ile hayvan arasındaki esas fark, edeptir. Aç da gözünü bak cümle Kelamullaha! Ayet ayet Kur’anın tüm anlamı edeptir…3 Hz. Ali’nin de dediği gibi “en güzel edep, güzel ahlaktır.4 İmdi, madalyonun bir yüzünde manevi bağlamda bu bakış açısı dururken, diğer yüzünde bahse konu güzelliğin insanda içkin olup olmadığı sualinin cevabı bulunur ki bu da basit haliyle üç tarz-ı cevaptır: olumlu, olumsuz veya yansız (ya farkında olamamaktan -yani uyanmamaktan(!)- ya da umursamazlıktan). Daha önce bahsettiğimiz ‘öz’de güzel ahlaka dair ‘iz’ baştan beri vardır, ancak maddi olanda -yani dünyada- bunu insana hatırlatan unsur terbiyedir ki, bu hususta seçim kişiye bırakılmıştır: ya düz bir yaklaşımla insan nefsani olarak düşünüp hareket edecektir ya da terbiye aracılığıyla özündeki letafete yaklaşacaktır. Kuşkusuz zor olan ikincisidir; zira zor olanın inşası zahmetlidir, yıkmak ise kolay. Ama diğer yönüyle ahlak yüksek nitelikli bir duyudur ve tabii anlamda adeta gönlün yasası olarak vicdanın kendisine bizatihi içkindir.
Kişi kendini bedenli oluşu ile özdeşleştiriyorsa beşer vasfından öteye gidemez. Beşer nefsi benliği temsil eder. Nefsi benlik veya diğer bir deyişle ‘ben’ varoluşunu ihtiyaçlarını da aşan bir biçimde sürdürmeyi amaç edinir ve bunu alışkanlık haline getirir. Adeta bunun dışında başka gaye gütmez. Bu bağlamda nefsi benliğin buyruğu altındaki beşer, ihtiras ve hükmetme tutkusu ile yol verdiği meşruiyeti hak ve hakikatin yerine ikame eder; daha da kötüsü böyle bir zannın da içine sürüklenir. İhtiras bireyin edimlerini motive edici unsur olarak onun hedeflerini olabildiğince büyüterek ve alanını genişleterek arzu, heva ve heveslerini ve nihayetinde amellerini meşru kılıcı araç olarak addedilir. Bu nedenle, beşerin yürütüme soktuğu hemen her şey ahlaki zemine oturtulmuş olur. Bu arada esas mesele hak ve hakikat ile meşruiyetin kişi tarafından aynileştirilmesidir. Dikkat edilecek olursa, beşer bencilliği için pek çok konuda ‘minareyi kılıfına uydurarak’ sürekli haklılığını öne sürerek sonuna kadar atak bir tutum sergiler. Bu gibi durumlarda bireyin tecrübe ettiği yaşantılar gerçekten tuhaftır, zira iddia edip sığındığı meşruiyet sığınağının haktan türeyen hukuk kavramı çerçevesinde yasal olarak kabul edilmesidir. Halbuki pek çok kereler meşruiyet biçilenlerin kendisi bizzat gayri meşrudur ki, bu da kişinin içine saplandığı kibrin ve batılın bataklığıdır.
Yaşamda insan mefhumundan söz ederken eğitim-öğretimin bize hitaben ortaya koyduğu anlatıların çoğunluğu öğretilenden unuttuklarımızdan arta kalan bilgi kırıntılarıdır. Bunun başlıca sebebi ise verilenin kabulünü peşin olarak koşullayan empoze edici zihniyetin, hafızamızın yüzeyine yönelik olması ve mana açısından yoksul, tutkulu maddeciliğidir. Bundan dolayı bizler insan olmaktan bahsederken esas kastımız bedenlilik ile (son derece) sınırlı olan nefsi benlik ya da diğer bir deyişle ‘ben’ olarak adlandırdığımız sanımızdır. Halbuki insana yaratılışında bahşedilen tefekkür potansiyeli gerçek anlamda ve tekraren, beşer mevkisine indirgenen ‘ben’in ‘insan’ olma mesuliyetine uyanmasına vesiledir. Bu uyanma süreci birey için çeşitli usullerle donatılmış bir yoldur ve önce insan olmanın, sonra ise kemalatın seyahati için bir araçtır. Bu yol kendini tanımanın yolu olmasının yanı sıra Rabb’ini bilmeyi öğrenmesinin de yoludur ve bu yoldaki yordam ve usül insana gerek içselinde gerekse dışsalında hakikati gösteren, bildiren ve yaşatan terbiyeden neşet eder.
Terbiyedeki başat gaye, beşeri nefsi sanrı benliğinden arındırarak önce vicdan olgusunu kavramasını, bununla birlikte ahlakiliği ortaya koyarak kişiyi yalın yaşamın içine katarak varoluşunun hakikatiyle insan mertebesine terfi etmesini sağlamaktır. Burada ahlak ile işaret ettiğimiz, ondan türetilen felsefi biçem -yani etik- değildir. Çünkü felsefe ve/veya bilimden farklı olarak ahlaka dair asli öğeler, hukuka mündemiç kurallar ve kanunlar gibi olaylardan çıkarımlanamaz. Ahlak, dindışı, dünyevi veya vakalara dayandırılarak açılımı yapılabilecek bir kavram değildir. Kant’ın da vurguladığı üzere ahlak insanın içselinde kök salan ve hayranlık uyandıran bir husustur.5 Bundandır ki ahlak köken olarak eşyanın fıtratındadır ve bu sebeple ahlakın ontolojik yönü her zaman ön planda yer alır. Modernitenin öne çıkardığı eğitim-öğretim olgusu da ağır basan epistemik karakteri dolayısıyla, yaşamı ve varoluşu öncelleyen terbiye karşısında bireyi insan yapan güzel ahlakın yaşanır kılınması ve olumlu katkısına nazaran geri planda kalır.
Terbiyenin bilgiye dair durumu eğitim-öğretime göre farklıdır. En belirgin fark işlevsellik ile alakalıdır. Gerek okul gerekse iş yaşamı ve diğer hayat sahalarında bize sunulan şekillendirici bilgi -bilişsel veya deneysel- zuhur edenlerle ilgilidir ve okumalarımız bilinenler üzerinden yapılan yorumlarla -bazen ikisi de birbirine karışarak- sınırlıdır. Bu sınırlılık bilginin bizzat kendisinden maada bizim gayret, öğrenme ve yönetebilme yeteneğimiz ve diğer dış koşullarla bağlantılı olup, hattı zatında bilgi ve malumat “imkan-ı alem” olan bu dünyada çokluk içinde neredeyse sonsuz sayıdadır. Ancak bilgiler üzerinde(n) düşünen kişinin bir araya getirmesi olanaklı olmadığı gibi, içine düşülen vaziyet dağınıklık ve karmaşadan başka bir şey değildir.
Bahusus 19. Yy.dan itibaren çeşitli şekillerde yenilenmelere tabi tutularak gelişen eğitim-öğretim tabana yayılan bir tutunmayı başarsa da dikkat çeken husus ondaki formelliktir. Günümüzde bizlerle paylaşıldığı şekliyle bilim atom altı bilgilere varan mesafe kaydetse de, bilgi görünen veya ‘gösterilenin’ ötesine geçememektedir. Bunun dışında post modernist akımlar aracılığıyla bilimsel olarak sunulan pek çok bilginin de popülerlik ve para uğruna toplumlara nasıl pompalandığı ve yapılan ahlaksızlıkların hangi düzeye çıktığı da açıklıkla gösterilmiştir.6   
Günümüzde çocukluklarını yaşayamadan okul öncesinde bahse konu formel eğitim-öğretime sarmalına uyumlanan bireyler açısından sistemin diğer tuhaf bir özelliği süreklilik arz etmemesi ve güncele paralel seyretmemesidir. Çeşitli normlarla çitlenen insan evladı bir noktada görünenin-gösterilenin ötesine geçemeyen, derinliğe inemeyen bu sistem içinde uğraşmayı bir kenara bırakır. Mevki, makam, para, sosyal statü, konfor vs. ile bunların getirdiği zorunluluklar öğrenmenin ve zihni gelişimin önüne geçer. Bu döngünün dışına çıkabilenlerin büyük bir kısmı ise bilgi için gayret göstermeye devam etseler de ‘şeylerin’ kökleri yerine, dallarıyla ilgilenip meşgul olurlar. Bu nedenle olumlu ve olumsuz yönleriyle insanın icatları çok fazladır; fakat tüm bu çokluğun ona bilme bilgisi yönünde ne gibi bir katkı yaptığı koskoca bir soru işaretidir. Ama her ne olursa olsun, insanın eninde sonunda kaçınılmaz gerçeği şudur: “O’nun Hakk olduğunu anlayıncaya kadar onlara hem ufuklarda (afakta) hem de kendi nefislerinde (enfüste) ayetlerimizi sonuna kadar göstereceğiz.” (Kur’an-Kerim, 41:53)    
Peter M. Senge’nin “Beşinci Disiplin” adlı eserinde E. Deming’den alıntıladığı şu aktarımlar konumuz açısından önem arz etmektedir: Amerikalı mühendis ve istatistikçi Prof. W.E. Deming 90’lı yaşlarına geldiğinde dediği gibi “… İnsanlar içsel bir motivasyon, kendine saygı, gurur, öğrenme merakı ve zevkine sahip olarak doğarlar. Yıkım çocuklukta – ödüller, okulda aldığı dereceler, yıldızlı pekiyiler- başlar ve üniversitede devam eder. İşyerinde insanlar, takımlar, departmanlar derecelendirilir; iyi olanlar ödüllendirilirken, kötü olanlar cezalandırılır. Departmanların hepsinin bir aradaymış gibi gözüken, aslında ayrı ayrı uyguladıkları hedeflerle yönetim, kota, teşvik ödemeleri, iş planları bilinemeyen çok sayıda kayıplara yol açar… Mevcut yönetim sistemimiz insanlarımızı mahvetti. Mevcut yönetim sistemimizi, mevcut eğitim sistemini dönüştürmeden asla dönüştüremeyiz. Bu ikisi de aynı sistemdir. Rekabet bize ihanet etti…”

1 Yeni Ahit, Paulus: Romalılara Mektuplar, 7. Bölüm, 14-25

2 Ortak Yayın, The Disunity of Science, 1996

3 Erişim: http://www.kardelendergisi.com/yazi.php?yazi=942 (05.11.2016)
4 a.g.y.
5 I. Kant, Kritik der praktischen Vernunft, 2002

6 A. Sokal ve J. Brichmont, Son Moda Saçmalar…, 2002

27 Ekim 2016 Perşembe

Kayıp Terbiyeyi Aramak: Piyasalaştırılan Eğitimin Kritiği-1

Terbiyenin yönlendirmediği eğitim-öğretim insan zihninde dengesiz düşüncelerin, hatta bundan hareketle bazı hususlarda dünya görüşlerinin darlaşmasına yol açmasına ve dogmatik saplantıların oluşmasına sebebiyet vermektedir. Mesela son 30-40 yılın başat konularından biri olan “çevrecilik” dahilindeki pek çok sorun terbiyenin alanına girdiği halde, tersinden okumalarla meselenin salt eğitime dayandırılması kifayetsizliğin göstergelerinden başka bir şey değildir. Aynı şekilde yine çevreyle bağlantılı olan insanın tüketime yönelik eylemlerinde şuurlu olmasını vazeden ‘felsefi’ vurgulamalar da, eğitimin dar çerçevesine indirgenerek sıkıştırıldığı için tatmin edici sonuçlar elde edilmesinden uzakta kalmamıza neden olmaktadır. Halbuki terbiye ile insana gösterilmeye çalışılan edim bir taraftan bilinçli tüketim olarak lanse edilen ama aynı çemberin içinde sürekli daha fazla israfa iten ve ekonomik realite olarak empoze edilen çarpık büyüme-kalkınma sistematiği değil, şuurlu bir şekilde uygun ve yeterli yararlanmadır. Şuurlu faydalanma yalnızca erinç sağlamaya yönelik değildir; aynı zamanda anlam oluşturmak suretiyle değer(leri) inşa etmektir. Burada popüler anlamda pompalanan bir takım pozitif yüklemli, bireyci değer olgusundan veya bilimsel manada problemli olan “değer yargısına” işaret eden konudan söz etmiyoruz; bahsettiğimiz husus basit anlamda insanın kadimden bu yana ortak belirli hususlarda mutabakata vardığı insani-toplumsal değer kavramı ile alakalıdır.
Terbiye çok yönlü okumanın, yani öğrenme ve anlama ile geliştirmenin ve bunlara dair temeller üzerinden fikirler üretmenin yolunu-yordamını, yani usüllerini ortaya koyar. Peki; eğitim-öğretim ile kısıtlanan dünyanın sunduğu nedir? En basitinden “şu şey” bilimseldir veya değildir ifadesinin çıkarımını dahi okuyamayan, araştırmanın mantığı hakkında söyleyecek sözü olmayan ve dahi bilimin hangi sınırlar içinde hangi yollar-yöntemlerle her zaman için yanlışlanabilir teoriler aracılığıyla bize uygulamaya yönelik ama kesinlik arz etmeyen ‘geçici’ ve değişebilir model imkanlar sunduğunu ve bilimin bilgi edinimindeki yollardan sadece birisi (ama önemli birisi) olduğunu bilmeyen, bilim dendiğinde yalnızca pozitivist yaklaşımı algılayan ve bu vehimde oyalanan onca “okumuş-yazmış ve eğitimli” insan çevremizde ahkam kesip bu türden hükümler ön yargılarla çerçevelenmiş iken; sözün bittiği yerdeyiz demektir. Yüzeysel veya derin, hangi türden bilgi olursa olsun; aktarımı ve alınışı kişinin algıladığı veya anladığı kadardır. Süzgeçten geçip kalan ise çoğunlukla bilgi kırıntılarının oluşturduğu ve yaşamı ‘idare ettirmemizi” sağlayan intibalardır. İnsan etraflıca tefekkür etmeden, akıl yürütmeden koşulların yönlendirmesiyle hareket ettiği sürece içinde bulunduğu hakim olan mevcut düzeni ve sistemi muhafazaya yönelik getiriye odaklı piyasaya sürülen ve devredilen malul fikirlerden müteşekkil paket programlarla şekillendirilir. Ve biçimsel açıdan hangi türden olursa olsun -az veya çok adil olmasından bağımsız- düzen-sistem bileşkesinin ağırlık noktalarından belki de en önemlisi maddi-manevi sömürüye dayalı olmasıdır. Sömürü de geniş meyanda ‘politikanın türetimlerinde’, yani politikanın tüm süreçlerinde (İng. polity) ihtivasını (İng. politics) ortaya koyarak görünür yapılanmasının (İng. policy) çatı düzeninden neşet eder. Askeri güç, ekonomi, teknolojik gelişim vb. tüm niyet ve aksiyonlar politiktir ve amaçlarla paralel belirlenen hedefler ve kapsayıcı stratejiyi üreten politik akıldır. Modernite ile birlikte önce felsefi daha sonra ise bilimsel araçlandırma öteki(leri)ni galebe çalarak geniş kapsamlı sömürü vasıtasıyla kaynak sağlamaya yöneliktir. A. Smith’in de dediği gibi “… zengin ülkeler için sömürgecilik, girişebilecekleri en iyi iştir.”1 
‘Modern’ eğitimin tarihi çeşitli eleştirilere ve yapılan reformlara rağmen tatmin edici olmaktan uzaktır: bahusus teknik öğretim ve eğitim güncel gelişmelerin gerisinde kalmaktadır, çok yönlü ve bütünsel düşünebilme yeteneği dogmatik didaktik anlayışların baskınlığı nedeniyle kısıtlanmaktadır, analitik düşünme çoğunlukla az sayıda alana sıkıştırılmaktadır. Entelektüel yaklaşım fikri yönetme arzusu ön plana geçtiğinden (liderlik efsanelerinin ön plana alınması gibi ranta dayalı kandırmacı sebeplerin bunda küçümsenmeyecek payı vardır) ihtimallerin göz önüne alınmamasına ve tembelliğe yol açmaktadır; yöntem bilim ve anlamlandırma-yorumlama bilgisi adeta es geçilmekte, kritikçi-akılcı metodlarla yaklaşımların yerine ikame edilen verilenin kabulüne yönelik kolaycılık ve popülerlik sunan, ama içi boş faktörler ön plana çıkmaktadır. Genel kültür bilgisinin önemi adeta unutulmuştur, sömürüye dayalı her şeyi tüketilmeye elverişli kaynak olarak gören anlayışın oluşturduğu sistem ve düzenin oluşturduğu ‘insan resmi’ tabii görülerek her türlü vahşete kadar sürükleyen “insan-merkez ve çevre” kandırmacılığı insana insan olma ereğini kaybettirmiştir. Kapitalist sistemin aceleci ve karışık düzeninde insan geçici haz ve konforu, anlık keyfi mutluluk zannetmektedir. Bu türden aldanışlar, alete ve araca bağımlı tüketim alışkanlığı türünden vücudu sarmalayan virüslere bağışıklık kazanıldıkça, maddi ve hatta manevi arzular kurgusal metaya dönüşmüştür; insan adeta yeni sandığı mikropların arayışına, bunun içinde farkına varamadığı kaosun kucağına düşmüştür. Halbuki insan yaratılışındaki hali dünyada tekrar kazanma seçeneğine sahiptir; (“…gerçek şu ki biz insanı en güzel şekilde yaratırız. Ve sonra onu aşağıların en aşağısına indiririz.” Kur’an-ı Kerim, 95/4-5).
Sistemin ustalıkla ürettiği hususlardan biri de siyaseti ve tarihi soyutlama yoluyla insanı ‘gizemli metafiziğe’ meylettirmesi ve bu sayede dogmatik tarihsici yaklaşımı yöntemselleştirmesidir. Bu meyanda -misalen- siyaset ile ırkçı retoriğe yöneltilerek üstün ırkların diğerlerini sömürmesi, tarihsicilik ile ise bunun tarihin akışı içinde normal olduğu hissi takdim, hatta empoze edilmektedir. Bu iki unsur, bazı toplumsal katmanları potansiyelleri nisbetinde anılan metafizik mahiyetli vazifeyi yerine getirmek için, gücün hükümranlığını ve ona çok yönlü ve yer değiştirilebilir olarak alet edilen bilginin ve nihayetinde modernitenin üreticisi bilimin aracılığıyla somut hemen her şey üzerinde tahakküme vesile kılmıştır. Bununla birlikte çekirdeğinde edebin, güzel ahlakın ve erdemin yer aldığı terbiyenin sömürüye ve tahakküme karşı oluşturduğu bilinçli önleyici, sınırlandırıcı ve haddini bilmeye yönelik pratik öğretileri ve ‘hal ilmi’, arsızlaştırılan eğitim-öğretimin sınır tanımazlığı ile bastırılmıştır. Meta şuura galebe çalmıştır.
Bilginin olmadığı yerde terbiyeden söz etmek nasıl olası değilse, aynı şekilde eğitim ve öğretimden de bahsetmek mümkün değildir. Ama her iki halde de somutu belirleyen iki önemli öğe rol oynamaktadır: birincisinde manevi, ikincisinde maddi yaklaşım. Burada ortak unsur, her iki halde de tarafların kendi açılarından mühim saydıkları beklenti olan getiri gerçekliğidir; getiri ise yönelimlere paralel olarak manevi veya maddi niteliklidir. Veya niceliklidir! Bilgi gerek felsefenin gerekse bilimin temel taşıdır, aynı zamanda çatısı; hatta yapının bizzat kendisi. İnsanlık tarihindeki gelişimde bilgi iki ana yolda zemin bulmuştur: aşkın (transandantal) bilgi -ki metafizik ve felsefe bu yolun kollarıdır- ve bilimsel bilgi (enstrümental) -ki modernleşme ve teknoloji bunun ürünleridir-. Her iki bilgi yolunu kapsayan ana çatıyı ise ‘ilim’ olarak adlandırıyorum (her ne kadar kültür havzamızda ilim ile bilim arasında bazen ayırım yapılmasa da; ya da tam tersine biriyle dini-manevi, diğeriyle dünyevi bilgi kastedilerek tümsel bir ayrıma gidilse de). Söz konusu ilim-bilim üzerine bir mevzu ise bu husus çok sayıda alt başlıklar ve girift konular barındırsa da, burada konumuzun esası bilgi ile terbiye arasındaki bağlantıdır.
Eğitimin ve öğretimin soruna evrilmesi bilginin sınırları belirlenemeyen bir güç olmasının farkına varılması ile tezahür eder. Terbiyenin edebe ve görgüye dair kodlarını ve ‘hudutlarını bilme’ yönü insana sunulan tercih ile yakından, hatta en öncelikli derecede ilişkilidir. Şöyle ki; insan için bilgi ya hakikati bilme, ona yaklaşma yolunda bir vesiledir ya da sırf dünyevi arzu ve isteklere kavuşmak, yani maddi amaçlar için uygun bir vasıtadır. Buradan neşet eden sualin cevabı kişinin samimiyetine kalmıştır: gerçekte problemin çekirdeği bilginin araçsallaştırılmasında değil; ne için, ne şekilde ve nasıl aygıt kılındığı ve erişimin sonuçlarında yatmaktadır. Basit şekliyle sonuç(lar) ve ona götüren süreçler herkes ve her şey için iyi midir yoksa kötü müdür? İşte tam da bu noktada insan evladının yaşamı süresince pek çok konuda başvurduğu bir gerekçe -bazen de bir bahane- ve ona dair söylem, temellendirme devreye girer: meşruiyet ve buna dayanarak haklılığın sunumu. Ancak işin içine bilginin araçsallığı girince meşruiyetin sorgulanması -bir yönüyle- kaçınılmaz olmaktadır ve bu durakta can alıcı soru şudur: kendini kainatın merkezinde konumlandıran insan nihai olarak ve genel manada olabildiğince hakikate ve kendini tanımaya mı yoksa meşruiyete mi yönelmiştir; ilgisi, arayışı hakikate mi dairdir, yoksa meşruiyete mi? Diğer bir deyişle; birey alet yapan insan mı (homo faber) veyahut  tanımlayıcı insan mıdır (homo depictor)?


1 Adam Smith, Reichtum der Nationen, Anaconda, 2013

10 Eylül 2016 Cumartesi

Karar Alma Paradoksundan Çıkış: Katılımın Analizi ve Yönetişim-2

Bağlamsal ve tarihsel yapı, anahtar kişilerle yapılan yüz yüze görüşmelerin ve daha önce yapılmış çalışmaların ve yayınların derlenmesi, incelenmesi ve değerlendirilmesi ile biçimlenir. İddia sahibi* haritası, söz konusu kentin kurumsal yapısını tanıyan kişilerin yanı sıra kentte hak iddia edebilecek kamusal (örnek: atanmışlar, seçilmişler, üniversiteler, vb.), özel (örnek: kentin ekonomik faaliyet gösteren büyük kuruluşları, vb.) ve sivil (örnek: sivil toplum örgütleri, odalar, dernekler, medya vb.) kurum ve kuruluşlardan temsilcilerin, karar vericilerin ve uygulayıcıların katkısı ile oluşur.
‘Çevresel ve mevcut durum değerlendirmesi’ aşamasında, ilgili taraflar ile birlikte çevre koşullarının ve mevcut durumun tespiti ve değerlendirilmesi yapılır. Çevresel koşulların değerlendirilmesi gelecekte kenti olumlu ve olumsuz etkileyebilecek dışsal senaryoların üretilmesini sağlar. Mevcut durumun tespiti, güçlü ve zayıf yönlerin ortaya çıkartılması ve değerlendirilmesidir. Bu aşamada, birbirinden bağımsız olarak, katılımcılar ile mevcut durumun değerlendirildiği ve gelecek beklentisinin biçimlendirildiği odak grup çalışmaları yapılabilir. Bu toplantılar ayrıca, yönetimi ve yaklaşımı anlatma ve planlama süreciyle ilgili bilgi verme fırsatı yaratır.
‘Gelecek tasarımı’ aşamasında ilgili taraflar bir araya gelir ve ortaklaşa kent vizyonunu, stratejileri, projeleri ve eylem planlarını tasarlar. Bunun için geniş katılımlı çalıştaylar ve küçük grup çalışma toplantıları yapılabilir. Bununla birlikte, katılımcı sayısı belli aşamalarda çoğalabilir veya azalabilir.
Katılımcı planlamanın, uzun vadede, bireysel ve toplumsal açıdan sayamayacağımız, hatta kimi zaman tahmin edemeyeceğimiz kalıcı ve yapıcı getirileri vardır. Bunun yanında, çok aktörlü değişim süreçleri oldukları için, uzun sürebilen sancılı süreçler gelişebilir. Bu da, çoğu zaman koordinatör kuruluşlar için cesaret kırıcı olabilmektedir. Öte yandan, sistematik ve uygun yaklaşım, yöntem ve tekniklerle yönetilmiş başarılı örnekler katılımlı planlamanın yapılabilirliğini önemli ölçüde desteklemektedir.
Bu ve benzer örnek katılımlı çalışmalar AB fonlarından alınan mali destek projeleri kapsamındaki uygulamalarda görülmektedir. Ülkemizde bölgeler bazında örgütlenen ve devlete bağlı yerel nitelikli “Kalkınma Ajansları” bu nevi projelerde başat aktörler olarak görünmekle birlikte, arka planda gerçek karar verici hükümet ve ilgili bakanlıklardır (AB Bakanlığı eşgüdümünde).
Prensip olarak; katılım ve karar alma olgularının katmansal sistematiği içinde içeriğe dönüştürülen planlama süreçleri ‘Eylem Araştırması’ olarak ele alınmaktadır. Bunun gereği olarak da araştırmalar toplumsal yaşamın bir parçası ve eylem araştırmasının kuramsal temeline uygun olarak geleceğin birlikte tasarlanması aracılığı ile toplumsal gelişime odaklanılarak, çalışma döngüsel bir düşünsel süreç olarak yürütülür.

Eylem araştırması sosyal bilimleri, özellikle eğitim alanından başlamak üzere 1940’lardan beri etkileyen; daha sonra sağlık, kurumsal yapılanma, yönetim, toplumsal gelişim ve kalkınma gibi alanlara yayılan, son yıllarda da mekânsal çalışmalarda benimsenen bir yaklaşımdır. Amerikan Pragmatizm Felsefi Okulu’nu büyük ölçüde etkileyen John Dewey’in toplumsal gelişimin kolektif süreçlerinin demokrasi kavramı ile ilişkisini bir araştırma biçimi olarak ele alması eylem araştırmasının en önemli çıkış noktalarından birisidir. Bu yaklaşım pozitivist ve yorumcu paradigmalardan farklı ve eleştirel kuram ile ilişkilidir. Farklı yöntem ve tekniklerin birbirini tamamlayıcı şekilde uygulanmasına ve akademik bilgiyle yerel/pratik bilginin bütünleşmesine olanak sağlar. Bu araştırma yaklaşımının hedefi gereği, örnek uygulamalarda da, bilimsel bilginin üretilmesinde ve kararların alınmasında uzmanların ve ilgi gruplarının ortak bir süreçte yer almaları, dolayısıyla bilgi üretim ve karar alma süreçlerinin demokratikleşmesi ve kolektif öğrenmenin güçlenmesi üzerinde durulmaktadır. Karar alma ve katılım hususlarında önemli bir yer tutan stratejik planlamaya ilişkin aşağıdaki şekilde gösterilen ve son yıllarda çeşitli illerimizde hayata geçirilen yerel proje işlerine dair “eylem araştırma süreçleri” iyi birer örnektir:1  
 Şekil 1. Katılım ve Karar Alma Süreçlerinde Eylem Araştırması

Katılımlı planlama sürecinde, ortak bilginin temelini üretmek üzere göreceli olarak küçük, ancak temsili gruplar gibi çalışan, aralarında eşgüdüm bulunması gereken konu temsilcilerinden oluşan çalışma grupları oluşturulur. Çalışma gruplarının toplantıları yanında, özellikle bağlamı ve yeri anlama aşamasında odak gruplar uygulanmakta, vizyon ve stratejiler ile ilgili ortak görüşün oluşturulmasına ve katılımcıların oluşturulan kararlara taahhütlerinin alınmasına yönelik geniş katılımlı çalıştaylar düzenlenmektedir. Çalışma gruplarında stratejiler, hedefler, projeler ve eylem planları detaylandırılmakta, en son aşamada, her grubun tüm katılımcılara bildirim amaçlı ortaklaştırmaların yapıldığı ve taslak planın sunulduğu geniş katılımlı geribildirim ve netleştirme toplantısı yapılmaktadır. Odak gruplar ve çalıştaylar yanında, gerek ilgi grupları üst yöneticileri ve temsilcileri, gerekse uzman ve akademisyenlerden seçilmiş eşgüdüm ve planlama ekibi arasında, ayda en az bir kere yüz yüze derinlemesine görüşmeler, tematik ve sorunsal diyalog ve netleştirme toplantıları yapılır. İhtiyaç duyuldukça, yerel bilginin öğrenilmesi, doğrulanması ve/veya sorgulanması, ortak bilginin netleştirilmesi, kavramsal düzenlemelerin ve anlamlaştırmaların yapılması amacıyla müzakereler düzenlenir. Sektör analizleri ve değerlendirme çalışmaları danışman uzman ve akademisyen gruplar tarafından yürütülür. Bunlar, mevcut durumun saptanması ve değerlendirilmesine, sentez çalışmalarına ve çalışma gruplarına katılırlar. İletişim ve yaygınlaştırma çalışmaları katılımlı planlama, mekânsal planlama, sektörel analiz ve değerlendirme çalışmalarında üretilmiş bilginin daha geniş katılımcı gruplara duyurulması ve geri bildirim alınması için bu meyanda geniş katılımlı bilgilendirme toplantısı, basın toplantıları yapılır ve ayrıca merkezi üst düzey yöneticilerle görüşmeler, konferans bildirileri, güncellenen web sitesi, gazete yazıları gibi araçlar kullanılır.
İlgi gruplarının planlama sürecine katılımı esastır. Bu bağlamda, yasal düzenlemelerin, uluslararası anlaşmaların ve projelerin bireyin aktif katılımına ve buna izin veren mekanizmaların daha açık ve esnek hale getirilmesine yardımcı olduğu söylenebilir. Ancak, katılım her uygulamada aynı düzeyde olmayabileceği gibi, her farklı katılım düzeyi demokratik bir süreci garantilemez. Örneğin, ülkemizdeki yerel yönetim yasaları karar verme süreçlerine tam katılım ile ilgili belirsiz ifadeler içermektedir. Yasalar ilgili aktörlerin görüşünün alınmasını öngörmekte, ancak son karar verme yetkisini yerel yönetime bırakmaktadır.
Aynı şekilde, Yerel Gündem 21 (YG 21) çerçevesinde de yerel yönetimlere yerel sorunlarla ilgili görüş ve öneriler getirilebilir; fakat karar verme sürecine katılamazlar. Fikir edinmek için uzman görüşü almakla veya alınmış kararları sunmak için halkı toplamakla karar verme sürecine tam katılım sağlanmış olmaz. Nitekim bugün kentsel planlamada katılım söylemi ve uygulama arasında belirgin farklılıklar gözlemlenmektedir.
Literatürde katılım kavramı üç genel aşamada açıklanır.3 Birinci durum, karar vericilerin kararı vermesi ve bundan etkilenecek grup veya kişilere bunu bildirmesi durumudur. Bu tür uygulamalarda katılımdan bahsetmek mümkün olmaz. İkinci düzeyde verilen kararlar, kararlardan etkilenecek olan kişi veya gruplara sunulur ve karar ile ilgili geri bildirimler alınır. Geri bildirimler doğrultusunda karar vericilerin inisiyatifine bağlı olarak kararlar tekrar tanımlanabilir. Bu ‘yarı katılım’ düzeyinin sağlandığı bir durumdur. Son düzey ‘tam katılım’ düzeyidir. Bu düzey, ilgili taraflarla karar verme sürecinde birlikte ortak görüş oluşturulmasını ve alınan kararların ilgili tarafların işbirliği ile uygulanmasını öngörür. Tam katılım durumu katılımcı demokrasi anlayışının temel şartıdır.Bahsettiğimiz tüm bu uygulamalar, katılımcıların kararın üretilmesine tam katılımını esas alan eylem araştırması yöntemsel yaklaşımı üzerinden temellendirilmiştir.
Eylem araştırması katılımcı karakterdedir; katılımcıların eşit düzeyde söz alarak karar vermesine imkân verir. Bu da toplumsal düzeyde karar alma sürecinin demokratikleşmesini destekler. Katılımcıların karar alma aşamasına katılımı taahhütlerinin alınmasını da sağlar. Bu da bir sonraki aşamada uygulamanın gerçekleşmesini kolaylaştırır. Eylem araştırması yöntemi planlamanın katılımlı bir şekilde ortak bilgi üretim süreci olarak yönetilmesine olanak sağlar; bu da katılımcılar açısından etkin bir öğrenme fırsatı yaratır. Dolayısıyla, toplumsal gelişime odaklıdır.4
Katılımlı süreçler mikro ve makro düzeyde oldukça politikleştirilmiş ve gelecek bilgisinin üretilmesi ile uğraşılan bir süreç olduğu için manipülasyona da açık süreçlerdir.  Çok aktörlü bilgi üretimi, çalıştaylardaki küçük grup tartışmalarından üst düzey karar vericilerle yapılan toplantılara kadar değişen diyalog ortamlarında gerçekleşir. Bilgi sürekli inşa edilme halindedir, katılımcılar ortak anlamı oluşturuncaya kadar geribildirimlerle değişir, harmanlanır, dönüştürülür. Bu süreç dilin kullanımının yanında yoğun sosyo-psikolojik de bir süreçtir.
Stratejik planlama süreci eyleme dönük bilgiyi üretir. Bu katılımcı ve demokratik bir toplumun gelişmesinde ikinci gerekli koşulu oluşturur. Konuşmak düşüncenin bir parçası iken başkalarının söyleneni dinlemesi kişilerin birbirleriyle iletişim kurmalarını sağlar. Eylem ise bireyin gücünü arttırır.5 Daha demokratik ve katılımcı bir toplumsal değişim sürecinde ilgili grupların kendi durumlarını değiştirmek için eyleme geçmeleri şarttır. Stratejik planlama bir değişim süreci gibi yönetilirse, üretilen ortak bilgi toplumsal yapılanma sürecine yeni ortak eylemi üretmek üzere bir veri olarak girer. Bu çerçevede, örnek stratejik planlama süreçlerini toplumsal eyleme dönüştürmek için iki koşulun sağlanmasına çalışılmıştır. Birincisi, planlama sürecinde eyleme dönük bilginin üretilmesidir.6 Katılımcı stratejik planlama sürecinde katılımcıların bağımsız ve kolektif olarak eyleme dönüştürebilecekleri ortak yerel bilgiyi üretmeleri önemlidir. Bu ortak eylemin oluşması için üretilen yeni yerel bilginin eyleme dönük olması gereklidir. Soyut tartışmalar ve kavramlar katılımcıların değişimi gerçekleştirmeleri için yeterli değildir. Stratejik planlama sürecinde, ortak kararlar soyut gelecek kavramından hayata geçirilebilecek somut projelerin eylem planlarına kadar tasarlanmalıdır. İkinci koşul, üretilen ortak kararların uygulanmasında katılımcıların taahhüdünün sağlanmasıdır.7 Taahhüt almanın en etkili yolu uygulayıcıları karar verme sürecine katmaktır. Bu, stratejik planlama sürecinde eylem ve eylemi hayata geçirecek ilgi gruplarını bir araya getirmeyi gerektirir.
Bağlamsal özellik ve dinamiklerden kaynaklı, birbirinden süreçsel olarak kısmen farklılaşan ancak yöntemsel olarak güçlü bir demokratik anlayış zeminine oturan bu uygulamalar, sayısız ortak karar üretilmesine vesile olur. Toplumun demokratikleşmesinde en önemli ilk adım ortak gelecek bilgisinin üretilmesi iken, toplumları değişime götüren ortak atılan adımlardır. Bu da, plan kararlarının uygulamayı izleme ve değerlendirme mekanizmasının tasarlanmasını ve katılımcı olarak işletilmesini gerektirir.
Stratejik planlamanın katılımcı ve demokratik bir toplumu geliştirmede önemli bir rolü olabilir. Ancak topluma böyle bir fırsatın sunulması üç genel koşulun sağlanmasını gerektirir. Bunlar ortak yerel bilginin üretildiği bir planlama sürecinin uygulanması, katılımcı bir yaklaşımın benimsenmesi, tam katılımın sağlanması ve ortak eylem bilgisinin üretilmesidir. Stratejik planlama sürecini eylem araştırması olarak ele almak, bu üç koşulun yerine getirilmesi çabasını verme garantörlüğünü yapmaktadır. Ülkemizde de toplumsal değişimi tetikleyen, sayıları genele göre az da olsa birçok başarılı planlama ve alan yönetimi çalışması bulunmaktadır. Küresel akımlar, değişen planlama yaklaşımları, yasal düzenlemeler ve toplumsal konulara karşı genel uyanış ve aktifleşme böyle değişim süreçleri için gerekli toplumsal altyapıyı desteklemeye başlamıştır. Ülkemizin küçük ve büyük kentlerinde farklı kentsel ve toplumsal konularla ilgili bu tür katılımcı demokrasi anlayışını hayata geçiren örnekleri çoğaltmak ülkesel ölçekte daha özgür ve haklarına sahip çıkan bir toplumun gelişmesine büyük katkı sağlayacaktır. Bunu belirtmemiz, tabiidir ki bu gelişimleri tetikleyen fikri yapılanma ve yaklaşımlara getirilen eleştirileri de göz önünde bulundurmadığımız anlamına gelmez.
Toplumsal katılımın öneminin yanı sıra eşdeğer diğer bir husus katılıma paralel olarak karar alma kalitesinin düzeyidir. Bu nedenle, karar kalitesini artırmak için karar alma süreçlerinin düzenli olarak denetlenmesini sağlayacak yapılar kurulması elzemdir. Zira denetlenmeyen süreçler zaman içerisinde raydan çıkabilmekte ve bu meyanda etkinliğini artırmak güçleşmektedir. Bundan ötürü, devletin karar alma süreçlerini denetleyici yapılar kurması önem taşır. Burada bahsedilen denetim, yolsuzluk denetimi değil, etkinlik denetimidir. Örneğin, karar alma süreçlerinde olası etkilerin önceden belirlenmesi için bilimsel çalışmaların yapılıp yapılmadığı; yapılan çalışmaların kalitesinin yeterli mi, yoksa göstermelik mi olduğu; alınan kararların etkinliğinin bir süre sonra değerlendirilip, değerlendirilmediği; karar sonrası yapılan düzenleyici etki analizlerinden öğrenilenlerin bir sonraki karar süreçlerini geliştirmek için kullanılıp, kullanılmadığı ve öğretilerin yaygınlaşması için sektörde karar verici durumunda olanların düzenli olarak eğitimle geliştirilip, geliştirilmediği hususlarının takip edilmesi önemlidir. Bu denetimi yapacak yetkilerle donatılan üst düzey denetçilerin de düzenli olarak dış denetime tabi tutulması konunun ciddi olarak ele alınıyor olmasını ve başka ülkelerin deneyimleriyle kıyaslama yöntemiyle öğrenme sürecinin hızlandırılmasını sağlamaktadır. Sektörel olarak karar hususu öylesine mühimdir ki, karar kalitesinin sürekli etkinliğini arttıran bazı ilkeler vazgeçilemez faktörlerdir. Aşağıdaki şekilde karar kalitesinin çerçevesini oluşturan ilkeler dizinine dair bir örnek verilmektedir:
Şekil 2. Karar Kalitesi İlkeleri (Alıntı: Argüden Yönetişim Akademisi)

*‘İddia Sahibi’ yasada belirtilen ‘paydaş’ kavramı yerine kullanılmaktadır. ‘Paydaş’ kavramı, farklı bilim dallarında (örneğin; işletme ve çevre bilimleri) ‘hissedar/ortak’ kavramı ile eş değerde kullanılmaktadır.
1 A. Ataöv, Democracy to Become reality: Participatory planning through action research, Habitat International, (2007a) 31 (3-4), 2007, s. 333-344
2 Yerel Gündem 21, öncelikle yerel sürdürülebilir kalkınma sorunlarının çözümüne yönelik uzun dönemli stratejik bir planın hazırlanması ve uygulanması yoluyla yerel düzeyde Gündem 21’in hedeflerine ulaşılmasını amaçlayan katılımcı, çok sektörlü bir süreçtir. Yerel düzeyde “sürdürülebilir kalkınma” ya yönelik katılımcı eylem planlaması süreci niteliğindeki Yerel Gündem 21, dünyada ve Türkiye’de sergilediği özellikleriyle 21. yüzyılın demokratik “yerel yönetişim” anlayışını ifade etmektedir.
3 https://www.planning.org/pas/memo/2007/mar/pdf/JAPA35No4.pdf [Erişim: 11.08.2015]
4 M. Emery, Searching: The Theory and Practice of Making Cultural Change, Amsterdam, 1999
5 T. Ataöv, Democracy, values and institutions: the essentials vs. the formality. A paper presented at the World Symposium on ‘The Prospects for Democracy, New York, 2006, s. 221
6 P. L. Berger, T. Luckmann, The Social Construction of Reality, London, Penguin, 1991, s. 113
7 P. L. Berger, T. Luckmann, a.g.e., s. 113

7 Eylül 2016 Çarşamba

Karar Alma Paradoksundan Çıkış: Katılımın Analizi ve Yönetişim-1

Karar alma olgusu insan yaşamında önemli bir yer tutar ve natürü itibarıyla kritik bir işleve haizdir. Bu durum ona -insan açısından- zorlayıcı bir rol yükler. Gerçekten de gerek bireysel gerekse grupsal-topluluk olarak da olsa, karar alma süreçsel bir gelişmedir ve burada ortaya çıkan en önemli husus ihtiyaç duygusudur. Bu duygu-istek karar almada sonucu belirler. Karar alma süreci katılım fikrinde temelleniyor ise karşılıklı danışma, etkileşim, ortaklık ve katmansal anlama gibi yönetişime dair unsurları içerir; böylelikle zuhur eden çok katmanlı sistemik yapı, süreci ve onun muhteviyatını kendisi açısından tümsel bir içeriğe dönüştürür: Çok katmanlı yönetsel sistematiğin ilginç bir özelliği süreci içeriğe evirmek olduğu realitesidir.
Bir önceki kısımda demokratik rejimlerde devlet ve vatandaşlar arasında katılıma ilişkin en önemli göstergenin yönetimin üst katmanlarından olan hükümet etme fonksiyonunu şekillendirecek siyasi parti ve/veya partilerin özgür ve süreli nitelikli seçimler aracılığıyla kararlaştırılması olduğunu belirtmiştik. Burada katılımın ağırlığını seçme-seçilme işlevi belirler ve bu işlev de katmansal bir yapıya sahiptir; yapının en çarpıcı özelliği tarzın kendisinde, tarzın niteliği ise sonuç itibarıyla seçen ve seçilen arasındaki dolaylı ilintiye, yani zayıf interaktiviteye dayanır. Zira demokratik de olsa yönetim sisteminin temeli temsili demokrasi modeline göre işlemektedir. Bu model çoğunluğun oyuna bağlıdır ve bu bağlamda katılım, her ne kadar seçim sonucu tercihe bağlı bir karara bağlı da olsa, oy vermekle sınırlıdır. Bunun diğer bir anlamı yakınlaşan bir ilişkiden maada bağlantının ilinti mesabesinde kaldığıdır. Yani oy vermek katılımcı bir nitelik barındırsa da kararlara doğrudan etkisi olmaması sebebiyle zayıf bir fonksiyondur. Neo liberalist görüşlere göre bu nevi bir demokrasi modeli toplum üzerinde kontrol mekanizması oluşturmaktadır (İng. Deliberative Democracy).1 Buna göre, temsili demokrasi modeli bugünün toplumsal biçimlenme sürecindeki karmaşık dinamiklere ve toplumsal yapının çeşitli gereksinmelerine ve beklentilerine cevap verememektedir. Yukarıda bahsettiğimiz demokratik gedik ve demokrasi paradoksuna sebebiyet veren husus da tam bu noktada zuhur etmektedir. Soru şudur: Demokrasi eğer özgürlükleri alabildiğince genişletmek ise ve ama bu durum totaliter pragmatizm için fırsat kapıları açıyorsa, demokratik anlayışlar bunun önüne geçmek için totaliter önlemlere eğilim göstermek zorunda kalacaklardır. Ayrıca, demokrasinin önemli bir özelliği olan “sandık hürriyeti” de oldukça sınırlı bir olanak olarak sadece temsile açtığı kısıtlı çerçeve ile maluldür. Bundan dolayı olabildiğince genişletilmiş çoğulcu bir katılım ve karar alma yönünde geliştirilecek usuller karşılıklı etkileşimi etkin kılacak demokratik yolların zemin hazırlayıcısı olabilirler ve çok yönlü çatışkıların da çıkış yolları olarak yürütüme konulabilirler.
Demokratik ve katılımcı bir toplumun gelişmesine üç toplumsal katmanda yapılacak değişimlerle destek verilebilir. Bunlar çalışma hayatı, eğitim ve planlamadır. Bu üç katman da kendi içlerinde katmansallaşmış, toplumun farklı kesim ve gruplarından bireyleri bir araya getiren yoğun sosyal süreçleri hem içerir hem de çeşitli formlarda üretebilir. Sosyal katmanların içeriği haline gelen bu süreçler “karar verme, karar uygulama ve etkilenme” alt proseslerini içerir. Bu süreçlerin yönetim yaklaşımı katılımcı sayısını, kararlara taahhüdü ve sürdürülebilirliği etkiler. Bu yüzden, bu tür toplumsal alanlardaki sosyal süreçlerin nasıl biçimlendiği önemlidir. Sosyal süreçler büyük kitleleri içine katar, toplumsal kararlar üretir ve uygulama ortamları doğurur. Dolayısıyla, çalışma hayatı, eğitim ve planlama toplumsal hareketin tetiklendiği ve harekete geçtiği alanlar olabilir. Bireylerin çoğunun dışlandığı ve kapalı sistemler gibi işletilen karar verme süreçleri toplumsal değişimin en az gerçekleştiği durumları oluşturur. Katılımcı ve açık sistemler olarak çalışan süreçlerde toplumsal değişim en yüksek düzeyde gerçekleşebilir. Böyle ortamlar toplumsal değişim için kaçınılmaz fırsatlardır ve sözünü ettiğimiz paradokslardan da çıkış imkânları sağlarlar.
Planlama, açık bir sistem olarak tasarlanıp uygulanabildiğinde, daha iyiye doğru giden oldukça etkili bir toplumsal değişim süreci tetiklenebilir. Bu yaklaşım, özellikle 1980’lerden sonra hâkim olan katılımcı ve işbirlikçi özellikleri vurgulayan, demokrasi, eşitlik ve sürdürülebilirlik gibi küresel akımları izleyen planlama paradigması çerçevesinde anlamlaştırılabilir. Buna göre planlama, en basit tarifiyle sadece otoritenin veya uzmanların değil, tüm ilgi gruplarının karar verme sürecine katılımı temeline oturan yeni bir sosyal görüşün kabulü ile söz konusu yerin mevcut durum değerlendirmesinin yapılması, gelecek hayalinin tanımlanması ve bu hayale ulaşacak projelerin tasarlanması sürecidir. Bu nedenle, sadece çıktıları üretmek planlamayı tanımlamak için yeterli değildir. Planlama, anlama ve ileriye dönük hayalleri sistematik olarak biçimlendirme sürecinin yönetimiyle de ilişkilidir. Bu paradigmanın en yaygın yaklaşımı müzakereci ve işbirlikçi planlamadır. Bunun yanında; pratik tepkisel, taahhütçü ve stratejik planlama yaklaşımları da vardır.2
Stratejik planlama yaklaşımı, söz konusu il veya bölge olduğunda, ilgili yerin gelecekte nasıl olacağı, hangi yöne doğru gelişeceği veya hangi alanda daha güçlü olacağı ile ilgili soruları sorar. Çalışmanın yapıldığı yeri planın yapıldığı zamandan daha iyiye doğru götürmek nihai hedeftir. Bu yüzden gelecek planlaması stratejik bir yaklaşım ile yürütülür. Söz konusu yer için en güçlü ve en geçerli gelecek adımının programlanması yapılır. Bu bir gelecek hayali kurma ve bunun nasıl hayata geçirebileceğinin araçlarını geliştirme çalışmasını da gerektirir. Bu yüzden, bir yerin gelecek hayalinin içeriğinin “nasıl” belirleneceği, bu hayalin içeriği ve kalitesi kadar önemlidir.
Stratejik planlama yasal olarak, 2004 yılından sonra “Kamu Reformu” olarak bilinen bir dizi yasal düzenlemelerle, yurttaşlarla sıcak temasın oluştuğu ve ülkemiz için önemli olan kentsel planlama gündemine daha etkili bir şekilde girmiştir. Planlamada atılan bu yasal adımı, 1980’lerde başlayan ve 2000’lerin başında kuvvetlenen ülkesel politikalar bağlamında neoliberal yaklaşımların benimsenmesinin bir uzantısı olarak da yorumlamak mümkündür.3 Bunun yanında, bu yasalar yerel yönetime farklı bir planlama yaklaşımı getirip mekânsal ve kurumsal stratejik planlama yapılmasını ve bunun ilgili aktörlerin katılımıyla gerçekleştirilmesini öngörmüştür.4
Bununla birlikte, geleneksel planlama yaklaşımı, stratejik planlama başlığı altında, pratikte birçok yerde hâkim olmaya devam etmektedir. Bu uygulamalar genelde, ekonomik büyüme ve gelişimi teşvik eden akılcı planlama ve/veya estetik formu temel alan normatif planlama paradigmalarına yakın uygulamalardır. Ancak, her iki paradigmayı izleyen planlama pratiği, genelde kapalı bir sistem olarak yürütülmekte, parçacı bir gelişime temel oluşturmakta, ciddi bir kaynak ve zaman kaybına neden olmakta ve planlama sürecini sosyal tabandan ayırmaktadır. Bu yüzden, stratejik planlama yaklaşımını iyi yorumlamak ve nasıl yapılabileceğinin yollarını iyi tanımlamak gerekmektedir.5
Bu tür planlama ve uygulama yaklaşımlarının hâkim olmasının iki nedeni olabilir. Birincisi, politik ve ekonomik çıkarların, yani ulusal ve/veya uluslararası merkezli çıkarların yerel çıkarlar üzerinde hâkim olmasıdır. İkincisi, yerel yönetimlerin stratejik planlama süreçlerinin dünyada geçerli planlama söylemlerine ve uygulamalarına uygun, yani demokratik ve katılımcı bir anlayışla yönetme koşullarının sağlanmasında ortaya çıkan aksaklıklarla ilgili olmasıdır. Ancak, genelde bu iki nedenin de birleşik olarak, beraberce uygulama açısından söz konusu olduğunu ifade edebiliriz.
Katılım süreçleri yerel bağlam ve dinamiklere göre farklı olarak biçimlenebilirler. Ancak, başarılı katılımcı uygulamalarda stratejik planlama birbiriyle paralel giden iki genel süreçten oluşur. Planlamanın, yani stratejik yerel bilginin üretildiği süreci, izleme ve değerlendirilmesi süreci destekler. Planlama süreci belli başlı üç aşamadan oluşur. Bunlar hazırlık, çevresel ve mevcut durumun değerlendirmesi ve gelecek tasarım aşamalarıdır. Bu süreçte bilgi, gelecek hayalini simgeleyen soyut kavramdan uygulama proje planlarına dek somutlaştırılır. Bu, soyut bilgiyi her aşamada ayakları yere basar hale getirecek bir biçime sokar. Her aşama kendi içinde kendi kendini değerlendiren bir mekanizma gibi çalışır. Bir önceki aşamada üretilen bilgi değerlendirilir, yeniden oluşturulur ve güncel koşullara göre netleştirilir.
‘Hazırlık’ aşamasında, örgütsel işbirliğinin altyapısı kurulur, taslak süreç tasarımı geliştirilir, söz konusu kentin bağlamsal ve tarihsel yapısı irdelenir ve paydaş haritası oluşturulur. Bu kapsamda, örgütsel işbirliği için süreci yönetecek teknik ekip kurulur, protokoller imzalanır. Süreç haritası geleceği planlama sürecinin tasarımıdır. Süreç haritasında aşamalar, kullanılacak yöntem ve teknikler ve beklenen çıktılar detaylandırılır.
1 M.E. Warren, Deliberative Democracy and Authority, The American Political Science Review, 90 (1), 1996, s. 46-60
2 J. F. Forester, The deliberative practitioner: Encouraging Participatory Planning Processes, MIT, Boston, MA. 1999
3 O. Balaban, Capital accumulation, the state and the production of built environment: the case of Turkey, Basılmamış Doktora Tezi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Ankara, Turkey, 2008
4 M. Bayırbağ, State rescaling, exclusion and temporality of neoliberalism: the case of Turkey, CPSA 2009 Konferansı’nda sunulan makale, Ottawa, Canada, 2009

5 E. H. Zube, J. L Sell, & J. G. Taylor, Landscape perception: Research, application, and theory, Landscape Planning, 9, 1982, s. 1-33

4 Eylül 2016 Pazar

Yönetişim ve Katılım: Darlaştırılan ve Genleştirilen Yönetim Tarzlarında Karar Alma

Kamusal katılım, iyi yönetişimin önemli bir unsurudur. Bu, vatandaşların kendilerini etkileyen veya etkileyeceğini sandığı konularda katkılarının alınmasını öngören “iç dinamiklerden neşet etmesi gereken” bir süreçtir. Kamusal katılımın ardındaki düşünce, yönetimin politika ve faaliyetlerinden doğrudan etkilenecek olanların, sürece kendi birikimlerini de dâhil ederek daha iyi, somut ve sürdürülebilir sonuçlar ortaya konmasına katkıda bulunmalarını sağlamaktır. Zaten kamusal faaliyetlerin meşruiyetinin, yeni yasaların ve düzenlemelerin benimsenmesinin vatandaşların sürece dâhil edilmesiyle arttığı bilinmektedir.
Bazı Avrupa ülkelerinde, hükümet ile vatandaşlar arasındaki uçurumun kapatılması için kamusal katılımdan yararlanılmaktadır. Bunun ilginç bir sonuç-etkisi, bu ülkelerde vatandaşların demokrasinin çeşitli araçlarından giderek daha az faydalanma ihtiyacı duymasıdır. Örneğin, seçimlerde oy verenlerin oranı hızla düşmektedir. Diğer yandan, toplumsal değişimde de paradoksal gelişimler gözlemlemek mümkündür. Günümüzde yurttaşlar bir yönden daha özgür/bağımsız hale gelmekte; internet erişimi ve sosyal medya kullanımı artmakta, nüfusun önemli bir kısmı yükseköğrenim görmekte, vatandaşlar birçok alandaki farklı seçenekler hakkında daha açık görüşlü ve bu farklılıklara karşı daha anlayışlı hale gelerek tutumlarını değiştirebilmektedirler. Ancak, bu gelişimlerde dikkat çeken husus, bunların durumsallık arz ettiği ve bazı konjonktürlerde özgürlük, açık görüşlülük ve farklılıklara anlayışın tam tersine davranışların meydana geldiği görülmektedir (son yıllarda bazı batı ülkelerinde ırkçılık gibi). Ama her hâlükârda, yurttaş katılımının birçok ülkede arttığı, vatandaşlarının baskı altında bulunduğu ülkelerin birçoğunda ise demokrasi için çeşitli ayaklanmaların yapıldığı bir realitedir (turuncu devrim, Arap baharı gibi çok yönlü amaçlar içeren kalkışmalar). Bu durumda yeni yüzyılda geçtiğimiz asrın son yirmi yılında başlatılan politik ekonomiye bağlı olarak gerek fikri gerekse fiili manada demokrasiye ve özgürlüklere ilişkin yaklaşımlarda iki yönlü tarz-ı siyasetin ağırlık kazandığını ifade edebiliriz: Bir yanıyla daha fazla katılım ve çoğulcu temsil, diğer yanıyla güvenlik amaçlı sıkı-otoriter politikalar. Ama her iki halde de devlet erki, kamusal faaliyetlerin meşruiyetini, belli faaliyet ve politikalara yönelik halk desteğini arttırmayı sürekli hedefte tutmaktadır. Bu meyanda yurttaş katılımı ve onayı oldukça iyi bir araç olarak görülmektedir. Zira genel olarak kamusal katılım ile şu gibi sonuçlara ulaşmanın önü açılmaktadır:
·         Daha iyi politika ve daha etkin uygulama
·         Kamusal faaliyetlerin meşruiyetinde artış
·         Aktif yurttaşlık ve buna bağlı olarak daha güçlü demokratik imaj
Kamusal katılım çoğunlukla aktif bir olgudur. Toplumun istekleri sürekli değişmekte, yönetimler yurttaş katılımını bu değişimlere uyarlamak için yeni yöntemler geliştirmektedirler. Kamusal katılımın belli bir ülke ya da bölgedeki uygulanma biçimi oradaki mevcut duruma bağlıdır; bir ülke ya da bölgedeki uygulamalar diğer bir ülke veya bölgede uyumlanma sağlanmadan icra edilemez. Hatta çok kere entegrasyon sorunsalı çözümlenemediği için pratikler yarıda kesilir veya öncel analizler vasıtasıyla ve pilot işletimler deneyimlenerek hiçbir şekilde uygulanmayabilir.

Kamusal katılım çeşitli biçimlerde, en temelden en gelişkine çeşitli araçların kullanımıyla gerçekleştirilebilir. Hangi yöntemin ve hangi aracın kullanılacağı konusundaki tercih, eldeki konuya bağlı olacaktır. Kamusal katılımı yapılandırmak için çoğu zaman ‘‘katılım merdiveni’’ adı verilen yöntem kullanılır.1 Katılım merdiveni çeşitli basamaklardan oluşmaktadır. Örneğin yönetişime dair dört boyutlu bir katılım sistemi aşağıdaki şekilde gibi olabilir:

Ancak yöntemi başka biçimde katmansallaştırmak da mümkündür. Ülkelerdeki farklı koşullara göre adımların sayısı arttırılarak daha fazla katmanlı sistemler de oluşturulabilir. Kamusal katılım, vatandaşlarla iletişim anlamına gelir. Bunun muhatabı bireysel manada vatandaşlar olabileceği gibi; sendikalar, STK’lar, özel sektör, yaşlılar, kadınlar, gençler ve engelliler gibi belli hedef gruplar da olabilir. Yönetimin hangi grup veya temsilcilerle iletişim kurmayı seçeceği, tematiğe ve buna yoğunlaşan sivil toplumun etkinlik gücüne bağlıdır. Çoğu zaman sade vatandaşlar, kamusal katılımda yer alma olanağından yoksundur. Bu durumlarda, onları temsil edecek STK’lar veya benzer kuruluşların oluşturulmaları gerekir.
Her bir katman daha yüksek bir katılım düzeyini temsil eder. Her bir katılım düzeyi için farklı araç setleri kullanılabilir ve bunların bazıları birbiriyle örtüşebilir. En temel adım herhangi bir ihtiyaca dayalı güçlü bir talep ve bilgilendirme katmanıdır. Katmandaki en yüksek basamak interaktif katılımın netice almaya yönelik yanı olan “karar alma” sürecidir. Bunun bilinen yöntemlerinden biri referandumdur. Halk oylaması düzenlendiği zaman karar alma yetkisi halka devredilmektedir. Referandum Türkiye’de ve pek çok ülkede sık kullanılmamaktadır. Katılımın daha belirgin tezahür ettiği saha ulusal yayılımdan maada yerelde vücut bulanıdır ve bu yöndeki eğilim, globalleşmeyle birlikte daha da yaygınlaşmaktadır. Tenakuz gibi görünen bu durum aslında küresel gelişimin bilhassa güçlü kapsayıcı stratejik iletişim vasıtasıyla yerelin çoklu değişim ve dönüşümünün sebebidir. Türkiye’de bunu pratikte ilk fark eden ortak akıl kümesinin oluştuğu bir siyasi partidir, ismen Refah Partisi (RP). Adı geçen siyasi parti çalışma şekli olarak Türkiye’deki toplumsal yapıyı ve demografik gelişimi sınıfsal bazda değil, katmansal olarak incelemiş ve buna ilişkin gelişimi yakından takip etmek suretiyle özellikle nüfus yoğunluğunun oluştuğu orta ve alt katmanlarda bireylere kadar uzanan zahmetli ve sebat gerektiren çalışmalar yapmıştır. Bunun sonucunda bu katmanlardaki “sesini duyurabilme ve yerel-merkezi katılım talebini” politik arenaya taşıyarak öncelikle yerel seçimlerde başarılar elde ederek, belediyelerde direkt vatandaşa yönelik hizmetleriyle kazanımlarını istikrarlı bir hale getirmiştir. Yerelden hareketle Türkiye geneline yayabildiği bu politik anlayışa güven sayesinde iktidar ortağı da olmuş, iktidarda iken uyguladığı devletin ekonomideki gücünü özellikle nakit akışını “havuz sistemi” ile kontrol altına alarak dezavantajlı kazanç katmanlarının gelir seviyesini yükseltmiştir.* Bu atılımda dikkat çeken başlıca husus çalışanların ve emeklilerin ücretlerindeki hatırı sayılır yükselişin devlet kaynaklarından sağlanması yoluyla enflasyon üzerinde herhangi bir olumsuz etki oluşmamış, aksine kamu ekonomisi politikalarındaki disiplin sayesinde enflasyon ve faiz düzenli düşme eğilimine girmiştir. Koalisyon hükümetinde olmasına karşın RP’nin eriştiği bu başarı katmansal gerçekliği iyi kavraması, bunu karşılıklı etkileşimle yerelden başlattığı -kısmi de olsa- toplumsal katılımın belirtilerinin-işaretlerinin okumasını iyi yapması, diğer bir deyişle yönetişimin bazı uygulamalarını gerçekleştirebilmesi, daha iyi bir deyişle yönetişimin araçsal fonksiyonunu fark etmesi ve bunu olabildiğince uygulamaya koyabilmesidir. Yakın Türk siyaset tarihinde yaşanan bu tecrübe üzerinde yeterince durulmamış, konu irdelenmemiş ve tabu-türdeş ideolojik saplantılar nedeniyle de gözden kaçır(t)ılmıştır. Bu sendrom** maalesef halen süregelen bir “sözde aydın iptilası”, diğer bir deyişle “patika bağımlılığı”dır.

Yurttaşlar ile devlet arasında değişmekte olan ilişki, katılımın (özellikle halkın katılımının; ancak aynı zamanda bireysel katılımın) son yıllarda nasıl bir gelişim gösterdiğini anlamamız için kilit önem taşımaktadır. Demokrasi kuramları bu konuyu düşünmemize yönelik analitik bir araç niteliğindedir. Bu kuramlar, politika belirleyenlerin “demokratik gedik” konusundaki takıntılarını ve katılımcı bütçeleme, yurttaş jürileri ve ortaklaşa yönetişim gibi yeni katılım teknikleriyle yurttaş katılımını arttırma kararlılıklarını anlamamıza yardımcı olmaktadır. Demokrasi kuramının iki ayağını oluşturan temsili ve katılımcı demokrasi modelleri, devlet ile sivil toplum arasındaki ilişkiyi farklı anlamlandırmakla birlikte, doğrudan ya da seçimler aracılığıyla olsun halk katılımının temel bir bileşen olduğu ve “bireysel katılımın demokratik yönetişimin” ve “meşru kurumların oluşturulması sürecinin ayrılmaz bir parçası” olduğu konusunda mutabakat vardır.2
Kapitalist bakış açısının öncellediği liberal temsili demokrasinin (poliarşinin) en baskın özelliği kurumsal unsurlarıdır. Bu unsurlar arasında hesap sorulabilir yönetim, serbest ve adil rekabetçi seçimler, yurttaşlık ve siyasal haklar ile örgütlenme özgürlüğü yer alır. Bu çözümlemeye göre, hükümetler yönetim konusundaki meşruiyet ve yetkilerini temel olarak rekabetçi seçimlerin sonuçları aracılığıyla edinir. “Demokratik gedik” konusundaki kaygılar da bununla ilişkilidir: Eğer oy verenlerin sayısı düşüyorsa ve oy veren profili daralıyorsa, yurttaşlar hükümetten hakkıyla hesap sormuyordur ve bu nedenle de yönetim yetkisi sorgulanabilir bir hal alıyordur (İng. power inquiry). Katılımcı demokrasi modelleri, yurttaşların katılımını yeniden sağlamanın ve demokrasiyi yeniden canlandırmanın bir yöntemi olarak önerilmektedir. Katılımcı demokratikleştirme, işyerinden ekonomik girişimlere, yerel topluluklara ve hane halkına, oradan toplumun bütününe bireylerin çoğunluğunun kendi hayatlarını etkileyecek kararlara katılmasını sağlayarak liberal temsili demokrasiyi genişlettiği ve derinleştirdiği düşünülmektedir.3
Bazı düşünürler katılımcı demokrasiyi, “toplum hayatını canlı tutmak ve kamu kurumlarından hesap sorulabilirliği sağlamak için hayati önemde” görmektedir.4 Günümüzde hiçbir ulus devlet tam anlamıyla katılımcı demokratik bir siyasal rejim tanımına uymasa da, yerel ve bölgesel düzeylerde işleyen müzakereci demokratik model örnekleri söz konusudur. İstişari demokraside karar alma, direkt oylamadan çok tartışma ve müzakereye dayalı olarak gerçekleştirilmektedir. Aslında demokrasinin günümüzde oluşturduğu alan siyasi açıdan geçtiğimiz yüzyıla nazaran daha darlaşmış, ama paradoksal görünse de sosyolojik açıdan daha genişlemiştir. Bir yönüyle daralan fakat diğer yandan genleşen bu olgunun kök nedenleri, 1980’lerde başlayan politik ekonomideki finans kapitale evirilen değişim, mali ve ticari piyasalarda neredeyse sınırsızlaşan özgürlük dalgası, doğu blokunun dağılması ve daha fazla demokrasi taleplerinin devlet olgusunu sorgulanır kılması, ana çatışmaların çift kutuplu dünyanın özelliği soğuk savaşın sonlanmasıyla beraber taşeronlaştırdığı globalleşen terörle yan çatışmalara dönüştürülmesi, kürevileşmeyle daha da vahşileşen kapitalist icraatlara karşı isyan hareketleri sonucunda kamu güvenliğinin son derece kuvvetli bir biçimde ön plana çıkmasıyla demokratik rejimlerin en ufak riskler karşısında, bazen örtülü kimi vakit ise açık bir şekilde sert ve kısıtlayıcı tedbirler çerçevesinde -gerekli hallerde- başvurduğu değişken oranlı şiddete dayalı uygulamalardır.
Birçok yönetim tarzı gibi demokrasi de batılı felsefe alanında “meşhur söylemin”, ismen “demokrasi paradoksu”,  eleştirisine muhataptır; dün olan bugün için de geçerlidir. Popper’den aktarımla;
“Totaliterliğin şu ya da bu biçiminin kaçınılmazlığından söz edildiğini sık sık duyarız. Bize, demokrasinin sürekli olabileceğine gerçekten inanacak kadar saf mıyız?; onun, tarihin akışı boyunca gelip giden birçok hükümet biçimleri arasında yalnızca biri olduğunu görmüyor muyuz, nedir? diye sorarlar Bu gibi kimseler, demokrasinin totaliterlikle savaşmak için onun yöntemlerine öykünmeye zorlandığını, böylelikle kendisinin de totaliterleştiğini öne sürerler…”5  
Doğrusu söz konusu çatışkının kaynağı özgürlük paradoksuna (aynı zamanda bileşik anlamda kısmen hoşgörü paradoksuna da) dayanır ve merkezdeki soru denetim mi, özgürlük mü sorgulamasından neşet eder. Popper, bu iki kavramın yan yana gelip gelemeyeceği konusunu irdeler ve eğer herhangi bir denetim yoksa özgürlüğün bu kez zalimleri zayıfları kendilerine köle etmekte özgür bırakacağı savından hareketle, özgürlük için denetimin gerekli olduğu sonucuna ulaşır.6 Popper’in görüşlerinden hareketle, görüntüde paradoksal olarak ortaya çıkan bu neticenin özgürlük için denetimin ne kadar olması gerektiğinin belirlenmesiyle bu çelişkinin bir ölçüde dengelediğini söyleyebiliriz. Bu konu günümüzde de halen tartışılıyor olsa da, bizce asli husus çelişkilerin eşyanın tabiatına uygun olduğu gerçekliğini kabul ederek, karşılaştığımız bu gibi durumların dengelenmesinde en mühim realite insanın karar alma sürecini/süreçlerin nasıl yöneteceğidir. İster devlet-yurttaş ilişkilerinde isterse şirketlerde ve diğer bir-arada-yaşanan topluluklarda, hangi sektörde olursa olsun, insanlar arası karşılıklı etkileşimde kapsayıcı davranışların hangi usuller içinde oluşturulacağı belirleyici bir sorudur. İşte tam da bu noktada yolumuz yönetişimin, klasik yönetim stillerinin darlaştırıcı olabilen belirtkelerine karşın genleştirici özellikleri ile kesişmektedir. Ama her hâlükârda demokrasi-özgürlük ve kontrol öğelerinin ne şekilde dengeleneceği altı çizilmesi gereken bir husustur.   
1 S. R. Arnstein, A ladder of citizen participation, Journal of the American Institute of Planners 35(4), 1969, s. 216-224
*Yönetimine sosyal-demokrat görüşlü ekonomist Prof. Dr. Osman Altuğ’un getirildiği bu uygulamada devletin özel bankalarda bulunan tüm maddi değerleri ve gelir akımı tek bir kamu bankasında toplanarak nakit akışı denetim altına alınmış, böylelikle T.C. tarihinde ilk kez devlet aygıtı derli toplu bir kamu iktisadı yürütmeye malik kılınmıştır. 
**Alev Alatlı’nın benzetmesiyle “paçozluğun” belli başlı nedenlerinden biri olan entelektüel yoksullaşmanın getirdiği entelektüel skandal hali bu tür alışkanlıkların bir neticesidir. “İdeolojik zihin tutulması” olarak adlandırdığım bu halet-i ruhiye, Alatlı’nın nitelendirdiği duruma giden yolun yapıtaşlarından birisidir.  
2 R. Keohane, Governance in a Partially Globalised World, Cambridge, Polity Press, 2002, s. 340-343
3 D., Goldblatt  Potter, D. Kiloh, M. ve P. Lewis, Explaining Democratization, Cambridge, Polity Press. 1994
4 N. Roberts, Public Deliberation in an Age of Direct Citizen Participation, The American Review of Public Administration, 34(4), 2004, 315
5-6 K. R. Popper, a.g.e., s. 39-41

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...