12 Ağustos 2013 Pazartesi

İş’in Teorisi – 6/2: Birey ve Benlik Problemi


“Ben’in çıplaklaştırılması” bireyin gündemine alması gereken bir aksiyondur. Giydiğimiz yığınla elbisenin şişirdiği ve ağırlaştırdığı egomuz, yavaş ve sinsi bir biçimde yol açtığı hantallığımızı sürekli besler. Bu denli hantal bir benlik, kendinde oluşan rehavetin meydana getirdiği hal içinde meşguliyetin esiridir; kendisi ile olan uğraşın içinde. Hem meşguliyet hem de rehavet, garip ve paradoksal olan; rehavetin mıymıntılık, sünepelik, bıkkınlık vb. özelliklerini bilmeyen için doğal olarak alelacayipliğe yol açmasıdır. Rehavetin bu türden özellikleri kişinin (hiper)aktivitesi nedeniyle ona yönelik olarak hissedilmez; ama önemli olan da bu değildir zaten. Aslolan dışında addettiği yaşama karşı olan rehavettir ki, bu hal enaniyetin sarmaladığı bireyin merkez figür olarak sadece “bakmak” düzeyinde olmasındandır. Zira çarpık öğretimi, sorgulamaya açık olan eğitimine galebe çalmıştır.

 Çalışma hayatının içinde olanlar açısından kendilerine ayna olabilecek ilk imkân alanı çevreleridir. Çalışanlara âcizane tavsiyem; çevrelerine dikkatlice baksınlar, diğer çalışanları izlesinler ve “görmeye” çalışsınlar; meşguliyet içinde telaşla koşuşturan, düşünür gibi olan ve bazen bıkkın bir halde şikâyet eden azımsanmayacak sayıda insanın bu hal içinde sürüklendiğini fark edeceklerdir. Ve bunlara sorulduğunda alınacak cevap “çok yoğun oldukları, vakit bulamadıkları ve hatta bezdikleri” olacaktır. Böyle olunca, kişinin gerçek anlamda kendine yöneltmesi gereken sual şudur: Çalışma hayatım meşguliyetlerle mi, yoksa rasyonel işlerle mi örülüdür veya çevrilidir, kendimi tüketiyor muyum, yoksa gerçek çözüm ve sonuçlar içeren üretime yönelik olarak mı çalışıyorum? Yaptığım işin maddi-manevi kalite düzeyi nedir? Çalışmam anlam ve yarar üretiyor mu, yani reel anlamda değer oluşturuyor muyum? Ve daha başka “ne’ler, nasıl’lar ve niçin’ler”… Belki daha da önemli olan kişisel sorgulamamız, bu denli meşguliyetin ve yoğunluğun insanlığımızı ne hale getirdiği üzerine olmalıdır!

 Yaptığımız iş ne olursa olsun, insan oluşumuzun çalışmaya yönelik tarafı üzerine sorgulama ve bunun sonucunda ulaşılan çıkarsamaların kritiğini yapmadan çalışmanın özünü ortaya koyamayız. Çalışmanın odağında, bilgi, işler, metotlar, yapılanmalar, araçlar ve üretim vb. varsayımsal anasırlar bulunur. Tabiidir ki bunların niteliği önemlidir, niceliği ikinci planda kalır. Bunların haricinde üstte tüm bunlardan aşkın bir konuma sahip olan birey ve onun ayrılmaz, baskın varoluş kaynağı olan benlik yer alır. Birey (fert, Lat. individuum = bölünmeyen, tek olan şey) kendinde özgünlüğü barındıran teklik ile ifade ve vurgusunu bulur iken, benlik bireyin ne olduğu, ne olmak istediği ve çevresince nasıl tanındığı konularındaki bilincin seviyesini tayin ve temsil eder. Bireyin kelâmının temsildeki rolü tebliğ ile vücut bulur ve felsefi boyutta ise değerin sadece –belirli bir ölçüde de olsa- bir yönünü oluşturur (gerçi irfani boyut çok daha kıymetlidir, ama herkesin harcı değildir): Anlamın dillendirilmesini. Tamamlayıcı unsur temsilin kendisiyle, özgün olanıyla ilgilidir: Yaşam tarzı ile. Yani erinç ve erincin ne olduğu ve ne olması gerektiğinin farkına varılması ile. Bu noktada, insan için önemli olan, iki durum arasındaki farkı kavrayabilmekten geçer. Ancak, çoğunlukla bu hâsıl ol-a-madığı için iki ayrı pozisyon, birey ve benlik, değer oluşturma hususunda sentezlenerek bileşim haline gelir. Bu bileşim her ne kadar üstte konumlansa da asli öğeyi bu oluşturur; yani odakta yer alan anasırlar, asli unsur karşısında altyapısal suretlere dönüşürler. Zira bileşimin -bireyin ve benliğin- ortaklaşan aktivitesi, odaktakileri birebir belirler ve aktive olan bu bileşimin tecellileri olarak gerçeklik kazanırlar. Aslinin fark edilmemesi suretleri, unsurlar olarak değerlendirmemize yol açar. Bundan dolayıdır ki, çalışma yaşamında öne çıkartılan, önemli ve değerli sayılanlar bunlardır. Ve ilginçtir ki bunlar kişinin sömürüsüne dayalı olup, oluşturulan basit düzenek üzerinden garabet bir rekabet formatı sunarak bireyi, benliğinin kurbanı yaparlar. Çalışma hayatında günümüzün iş anlayışı, olabildiğince düşük maliyet, insan haklarının asgarileştirilmesi, statü karmaşası ile derin iş yapış farklılıkları ve “eleman çok” vb. dayanaklar üzerinde temellendirilmektedir. Emeğin en azından belirli, tatmin edici ve hakkaniyeti gözetici maddi karşılığı son derece dengesizleşmiştir. Her alandaki taşere iş gördürme yöntemi, yani alttakini çalıştırma yaygınlaşmış, bu usul maddi durumsallığın yanı sıra sosyo-psikolojik sorunları da oluşturmuştur. Her geçen gün sorunsal derinleştirmekte ve gerilim artmaktadır. Problemin adil ve gerçek çözümü yerine, mevzuya karşı normalleştirme, duyarsızlık ve “hale şükredilmesi” sloganı kestirip atma katılığını uygulamak çıkış yolu olarak sabitlenmiştir. Bu da vicdanın baskılanmasına ve iç yaşamın körleşmesine neden olmaktadır. Böyle bir körlükten “görme” ve edimini beklemek boşunadır. “… Kalpleri olup da gerçeği kavrayamayan, gözleri olup da göremeyen, kulakları olup da işitmeyen… Körcesine dalıp gitmiş olanlar işte böyleleridir… (Kuran, 7-179).” Böyle bir ortamda iş yaşamının normalizasyonu sağlanamaz. Oysa normalize edilememiş bir işyeri, yani insan ve onun oluşturduğu hakiki ve özgün değerler yerine kopyalanmış bazı lafları sarf eden – tüketen, harcayan- zihniyet taklitçidir. Böyle bir zihniyet uygulamada kendisi için fırsat kollayıcıdır.

Gerek birey ve benliğin anlam(lar)ının tam olarak kavranamaması gerekse asli ile suretin karmaşası, (suni) sentezi oluşturur ve sağlam kılar. Hal böyle olunca da birey ve benlik, bireyciliğe ve bencilliğe evirilerek belirleyiciler olarak yaşam bulurlar; baskın çıkarım ise enaniyettir. Enaniyet birey ve benliği eritir, karmaşık bir terkip zuhur eder. Böyle bir insan mükemmel donanımlara da sahip olsa karakter sunamaz. Karakter sunamayan insan için ise söylenecek fazla bir şey yoktur: “… Hayvan sürüsü gibidir bunlar; hayır hayır, doğru yolu kavramakta onlardan da aşağı… (Kuran, 7-179).”

 Enaniyet, kişinin kendisine müstakil bir benlik atfetmesi, hem kendi varlığını hem de etrafındakilerin varlığını Yaratan’ından bağımsız görmesi ve böylelikle davranışlarını, bakış açısını bu zihniyete göre düzenlemesi anlamına gelir. Enaniyet Arapçada, "ben" anlamına gelen "ene" kelimesinden türemiştir. Fiili yansıması farklı şekillerde, tarz koyucu özellikler olarak ortaya çıkabilir. Örneğin kibir bunlardan biridir. Bir insan kendisini dünyanın merkezi olarak görmeye başladığında, kısa sürede Allah'ın kendisine verdiği imkânlar ve özellikler doğrultusunda bir büyüklenme psikolojisi içine girer. Her zaman ve her durumda kendisini en ön planda, en üstün konumda görmeye ve göstermeye başlar. Tüm kazanımlarını tırnakları ile kazıyarak elde ettiğini sıklıkla vurgular. Böyle bir düşünceye sahip olan kimse, kendisine ilahlık vasfı veriyor demektir. Kendini üstün görmenin bir başka türü de gizli enaniyettir. Gizli enaniyete sahip kişiler, tavır olarak klasik enaniyetlilerden farklıdırlar. Aralarındaki en büyük fark, klasik olanın dışarıdan çok rahat fark edilebiliyor olması, fakat gizli enaniyete sahip olanların zaman zaman dışarıdan anlaşılmasının mümkün olmamasıdır. Örneğin sahte tevazu sayesinde…

         Enaniyet genleşmeye son derece müsait olduğundan karşıt önlem çabası olmazsa insanı benmerkezci bireye dönüştürür. Örneğin, günümüzde gündeme sıklıkla gelen ve olumsuz etkileri ön plana çıkarılan narsist insan tiplemesi şiş(iril)miş bir benlikten sorgulamaksızın ve sömürürcesine beslenen bireyin doğurduğu varlıktır. Bu varlık, başka biçimlere de bürünebilme potansiyeline sahiptir. Yapılan işler, ortamlar, savrulmalar olası formların oluşmasında ve aktif olmasında önemli rol oynarlar. Bunların belirgin yansımalarından birisi çelişkiler ve daha da zorlaştırıcısı tutarsızlıklardır. İnsan ve işe dair pek çok deneysel-sorgulamaya dayalı araştırmalarda ortaya çıkan netice nitelikli verilerde araştırmacının kafasını en fazla karıştıran hususların başında mantıki okumayı bloke eden bu nevi tutarsızlıkların yansımalarıdır. Bu yansımalar, çoğunlukla imkân kapsamı çok geniş ilgileşim alanları oluşturur ve araştırmacı açısından şüphelere yol açar. Araştırmacıya ilave çalışma gerektiren bu durum bazen bıktırıcı dahi olabilir. Aynı, yüksek düzeyli enaniyetin oluşturduğu bıktırıcılık ve can sıkıcılık gibi. Birey ve benliğin kritiğini rasyonel ve kapsamlı bir şekilde, sadece dışında değil içinde de yer alarak –mekânı ve zamanı iyi okuyarak- irdelemeyen hiçbir sistem bu oluşumunu yeterince anlayamaz, anlamlandıramaz ve oluşacak ortamı dengeleyemez. 

            İş, birey ve benlik içinde etkin olmadan, insani bilinç düzeylerinde gerçekleşemez. İnsan yerine onun yaptığı aletlerin gerçekleşmede oynadığı rol yine insan üretiminin bilinç alanına dâhildir –her ne kadar çabuk unutulup, insan yaptığı aletin aracı haline dönüşse de-; hatta bunların dışında oluşan vakalar, oluşlar ve prosesler de birey ve benliğin bunlarla karşılıklı kuşatımına mündemiçtirler. İnsanın mühendisliğe ilişkin tarafı, birey oluşuna izafeten edimlerinin altyapısını oluşturur, benlik açısından ise özdeşleşebileceği bir etikettir. Ama benlik bu etiketi, sentezin kuvvetli tarafı olarak bireye adeta dayatarak yüklemeye programlıdır. Benliğin devreye girmediği mühendislik, birey üzerinde adlandırmadan öteye gidemez. Bu aslen kişi açısından olumlu olsa da, mühim olan benliğin yönetimine ve denetimine dair olandır. Yani benliğin sadece harekete yönelik bir araç olmasının bilinerek, birey(e)i esir almasının/hâkim olmasının mümkün olabildiğince setlenmesi ve normalize edilmesi amacıyla, kişinin samimiyet ile gönüllü olarak ve enaniyetin ne olduğunu anlamak, öğrenmek ve eğitilmek için bu ayar üzere devreye girmesidir. Tasavvufta seyr-i süluk olarak adlandırılan ve benliğin eğitimini (nefsin tezkiyesi) kapsayan süreç, öncelikle kişinin tekâmülünü vazife edinir. Vazife kavramı tezahürde çift taraflı gözükür. Sistemin vazifesi ve kişinin ki.
 
 Burada dikkat çekici olan insanın doğa ile olan sıkı bağıdır; her ne kadar insan o müthiş benmerkezciliği ile doğayı çevre mesabesine indirgese de. Meselâ, bu bağ-lantı yalnızca bilişseli değil, deneyseli ve hatta doğal öznel pratiği de sarmalar. Doğadaki mekaniğin yansımasını fark eden/keşfeden insan bunu taklit ederek, diğer yandan günümüzde sıklıkla bahsettiğimiz teknolojinin temel taşlarından birini de türetmiştir. Ama daha ilginci, belki de insanın en büyük icadı ve/veya keşfi olan “araçsallaştırma” fikridir. Tüm bulgularımız, erişimlerimiz veya kazanımlarımız paradoksal bir şekilde izafeten de olsa değer ihtiva ettikleri gibi, diğer yandan oluş(turul)an değer(ler) tarafından da kuşatılır. Bunda bireysel yaklaşımın yanı sıra benliğin pozisyonu ve hareket tarzı da rol oynar.

 

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...