25 Ocak 2017 Çarşamba

Yönetişim ve Kuramsal Kaynaklarına Dair: Unutulan Demokratlık-1

Hali hazırda dahi yönetişime dair hâkim görüşler çok katmanlı sistemler kuramından kopuk bir biçimde tanıtılır. Ayrıca, bir yanda ağırlıklı yaklaşımın genel olarak devlet mekanizmasının değişim ve dönüşümüne dayanan, dolayısıyla devlet ve kamu olgusunu merkeze alan liberal ve neo-liberal fikirlerin yönetişimi oluşturan kaynak olduğunu ve diğer yanda bunun karşısında bir konumlanmayla (neo) marksist odaklı eleştirilerin yönetişimi çapraz ateşi altına aldığını vurgulamak isteriz. Aslında yönetişimin pek çok kuramsal kaynaktan beslenen bir olgu olmasına rağmen, yönetişim ile ilgili analizlerde ya standartlaştırılmış anlatıların ya da darlaştırılmış ideolojik tenkitlerin literatürde baskın olduğunu söyleyebiliriz.1
Tarihsel gelişmelerin yanı sıra yönetişim olgusu sosyal bilim alanlarında ortaya çıkan gelişmelerden oldukça etkilenmiştir. Örneğin, siyaset bilimi ve kamu yönetimi alanında yönetişim kuramı, devlet ve toplum arasındaki yeni etkileşim ilişkilerini nitelendirmekte ve sistem kuramı, örgütlerarası ağlar kuramı, kamu yönetimi kuramları ve kamu işletmeciliği, iletişim kuramı ve devlet kuramından alınan bazı öğeleri içermektedir.2 Diğer yandan, yönetişimin kuramsal kökenleri arasında yeni ekonomik koordinasyon biçimlerine vurgu yapan “kurumcu iktisat”; geleneksel egemen devlet ve devletlerarası ilişkiler ayrımını eleştiren ve ulus-devleti “by-pass” ederek yeni rejimlere vurgu yapan “uluslararası ilişkiler kuramları”; özel-kamu ayrımının uygulamada geçersizleştiğini ileri sürerek bu ayrımı eleştiren “siyaset bilimi”3 ve bunlara ek olarak giderek daha fazla karmaşıklaşan ve farklılaşan sosyal ve siyasal sistemlerin üstesinden gelmenin bir yolu olarak yönetişim tarzını ileri süren “yönetim” ve “örgüt kuramı”ndaki gelişmeler sayılmaktadır.4

Alanyazında alışılmış haliyle yönetişimin asli teorik dayanağı kamu yönetimi ile bunun üzerinden özel sektörü ilgilendiren biçimiyle daha çok özerk, yarı bağımsız ve bağımsız denetlemeler çerçevesine sıkıştırılmış ve devletin özel kesimi yasal düzenlemeler doğrultusunda talimatlandırdığı zorunlu mali ve idari kontrol işleriyle sınırlı olarak bazı ilkelere göre şekillendirilmektedir. CG olarak kavramsallaştırılan bu sistemi klasik yönetişim olarak adlandırmaktayız. Bunun başlıca nedeni ise bu formuyla CG’nin sıradan bir nitelendirmeyle kurumsal yönetim şeklinde adlandırılması ve buna da müsait bir yapı arz etmesidir. Gerçekten de genleşen küreselleşmenin politik iktisadi ve sosyolojik etkilerine paralel olarak neo liberal kapitalizmin büyümesi, emperyal genişlemesi ve korunmasına yönelik yönetim işi olarak da nitelendirilen yönetişimi, Türkiye ve benzer kategorideki diğer ülkelerin büyük şirketlerince çarpıtılmış haliyle “kurumsal yöneti(şi)m” olarak adlandırılmaktadır.
 Kamu yönetimi alanında yönetişimi besleyen kuramsal kaynaklar konusunda yapılan tartışmaların çoğu yeni kurumcu/kurumsal iktisat üzerinde yoğunlaşmaktadır.  Yeni kurumcu iktisat, devlet-piyasa ortaklığı söylemi üzerinden “devlete ait yapı ve süreçlerin piyasalaştırılmasına, bunların piyasa kurumlarının yönetimine devredilmesine, dolayısıyla toplumsal yaşamın piyasa adına yeniden örgütlenmesine kavramsal destek sağlar”.5 Yeni kurumcu iktisat piyasaların “serbest” olmadıkları, devletle olduğu kadar çeşitli toplumsal kurumlarla da sınırlandıkları gerçeğine vurgu yapar. Bu bağlamda yönetişim; kanunlar ve bunları yapan devleti içeren kurumsal düzenlemeler toplamı olarak tanımlanır. Bu bütünlük hem iç işlemlerin hem de ekonomik bir sistemin sınırları ötesindeki dış işlemlerin düzenleyicisidir. Başka bir deyişle, yeni kurumcu iktisadın savunucuları piyasanın düzenlenmesinde devlet kurumlarının rolüne vurgu yaparlar.6
Jessop’a göre, yeni kurumcu iktisat, ekonomik faaliyetleri hiyerarşinin dışında koordine eden çeşitli mekanizmalara (örneğin stratejik birlikler, klanlar, ağlar, ticari birlikler, girişimci gruplar içinde organize olan piyasalar gibi) artan ilginin bir yansımasını göstermektedir. Dolayısıyla, yeni kurumcu iktisat sadece yapıya değil, ayrıca kültüre de vurgu yapan bir yaklaşımdır.7 Aktörler arasındaki karşılıklı bağımlılık ve etkileşimler ortak değerler, normlar ve kurallara dayanır. Bu anlamda, kurumcu bakış açısında ilgi hem ‘yapısal’ (aktörler, ilişkiler, kaynak dağılımı, örgütlenmeler) hem de ‘kültürel’ özellikler (kurallar, normlar, kurumlar) üzerinde yoğunlaşır.8     
Yönetişim kuramcılarının çoğunluğuna göre kaos kuramı, giderek karmaşıklaşan, dinamikleşen ve farklılaşan çağdaş toplum yapısı içinde daha da önemli hale gelmektedir. Çünkü bu karmaşık toplum yapısı artık merkezi devlet mekanizmaları ile yönetilememektedir. Bu kuramcılara göre, hiyerarşik yönetim insanların iradeci eğilimlerine güven vererek, böylesi bir yönetimin olmaması halinde karışıklık doğacağı ve sistemlerin felaketle yüz yüze kalacakları kanısına yol açabilmektedir. Bu yaklaşım, uluslararası ilişkiler yazınında kullanılan “yönetimsiz yönetişim” (İng. governance without government), yani hiyerarşik olmayan yönlendirme tartışmaları ile de ilişkilidir.9


1 B. Jessop, “The Regulation Approach, Governance and Post-Fordism: Alternative Perspectives on Economic and Political Change?”, Economy and Society, 24, (3), 1995, s. 318
2 J. Kooiman, Modern Governance- New- Government Society Interactions, London: Sage Publications, 1993, s. 3
3 J. B. Jessop, a.g.e., s. 310
4 W.J.M. Kickert, “Autopiesis and Science of (Public) Administration: Essence, Sense and Nonsense”, Organization Studies, 14, (2), 1993, s. 265
5 B.A. Güler, “Yönetişim: Tüm İktidar Sermayeye”, Praksis, 9, 2003, s. 99
6 R.A.W. Rhodes, Understanding Governance-Policy, Networks, Governance, Reflexivity and Accountability, Buckingham: Open University Press, 1997, s. 78-79
7 B. Jessop, “The Rise of Governance and the Risk of Failure: The Case of Economic Development”, International Social Sciences Journal, 155, 1998, s. 31
8 W.J.M. Kickert, (1997), “Public Governance in the Netherlands: An Alternative to Anglo-American ‘Managerialism’”, Public Administration, 75, 1997, s. 741
9 J.N. Rosenau ve E.O. Czempiel, Governance Without Government: Order and Challenge in World Politics,  Cambridge University Press, 1992, s. 44





11 Ocak 2017 Çarşamba

Toplumsal Gelişimin Katmansallığı: Çok Katmanlı Sistemlerin Ağsal Özelliğinden Yönetişimin Araçsallığına-3

Yönetim işinin temelinde politik iktisat ve finans-ekonomi bilgisi başat gibi gözükse de felsefenin, psikolojinin ve sosyolojinin geniş sahalarının da önemli rolleri vardır ve bu bilgi kümeleri varabilgiye; yani pratik, tekrarlanmış tecrübi ve insan ilişkilerinde taban bulan uygulanmış, fiiliyattan kopmayan dönüşmüş nitelikli bilgi olmalıdır. Tasavvufta bu bilgi ilim-irfan-hikmet zincirinde zuhur eden “kal-hal ve makam” süreçlerini kapsar. Bu bilgi insanı ferdi açıdan belirlenmiş ‘şeylerde’ ustalaşmaya ve böylece onları yönetmeye muktedir kılar ki, kişisel egemenliğin olgunlaşması bununla başlar ve bu özellik insanın fıtratına konmuştur. İnsanların asabiyya, halklar, millet ve çeşitlilik arz eden uluslar şeklinde topluluklardan toplumlara evirilmesiyle egemenliğin niteliği de değişime uğrar. Bu değişim kökende bilinçsiz şekilde var olabileceği gibi, epistemik bağlamda süreç içinde bilinçlenmiş ve dahi toplumun baskın pozisyonu olarak içselleştirilebilir bir özgünlük de arz edebilir. Türkiye toplumunda egemenlik anlayışı ortak bir slogan şeklinde “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” söz-sloganıyla vücuda gelmiş olsa da, onca çabaya karşı ‘millet’ ve yurttaşlık olgusunun bir türlü sağlam bir zemine oturmaması bu sözü de sözde olmaktan öteye vardıramamıştır. Müslümanlıktaki ‘millet’ sözcüğüne karşılık gelen ve gerek Selçuklu gerekse Osmanlıda ‘din’ ile bileşik anlamlı bir olgu olan bu kelime, onca propaganda ve çabaya karşın Türkiye Cumhuriyeti’nde arzulanan düzeye getirilememiş ve günümüzde ‘ulus’ kavramı ile belirli bir anlam bütünlüğüne kavuşsa da, ‘halk-lar’ vurgusuyla içeriğe etnisite olgusunun katılmasıyla erişilen bütünlük sadece bir kesime mahsus bir olguya dönüşmüştür. Modernizmin belirleyici anasırı olan Lutherizm (kısmen de Kalvinizm) Protestan anlayış ve zihniyet üzerinden sekülerist mekanizmalar aracılığıyla toplumsal yapılanmanın temellerini oluşturmuştur. Türkiye modernleşmesi ise devşirilen “batıcı sekülerizmi” baz aldığı halde, devlet erkini, kurumları ve sivil yaşamı Fransız Laisizmi üzerinden, onu da bozunuma uğratarak ve Müslümanlığın temel düsturlarını da malul kılarak temellenmiştir. Türkiye’nin enerjik potansiyelini adeta tüketen bu sakil yaklaşımlar kümesi, hala süregelen pek çok sosyo-politik ve ekonomik sorunun ve hatta psiko-sosyal sarsıntıların-incinmelerin, sıkıntıların da kaynağı olmaktadır. Bu türden bir ulus devlet zihniyetinde, Türkiye son 35 yılda eklemlenmeye çalıştığı batılı gelişim süreçlerinde iki ana yaklaşımla karşılaşmış ve tercihlerini genel olarak pragmatik yöntemlerle yapmaya çalışmıştır. Hal böyle olunca ülkemizin zaman-mekân boyutlarındaki istikrarı pek çok açıdan sağlanamamıştır. Ancak bunun yanında ülkemizin, sıklık arz eden kırılmaları –pek çok batı ülkesindekinin aksine- kendine mahsus bir özellik olan sosyal bağışıklık sayesinde geçiştirdiği de bir realitedir. Bu hususiyetin mukaddem bir aktarım olarak geçmişe dayalı imparatorluk medeniyetinden kaynaklandığı kanaatindeyim.  
Yukarıda belirttiğimiz ana/layt-motifler çerçevesinde, ulus devletleri ortaya çıkaran süreçte de, devletin, artık üzerini kapladığı topraktan çok, bu toprak üzerinde yaşayan nüfusun, bu nüfus içerisindeki sosyo-politik ve ekonomik ilişkilerin bilgisini yönetimin hizmetine vermesi önemli bir rol oynayacaktır. Diğer önemli bir husus, Türkiye’nin kendisi için belirlediği rol modelleri tercihinde ikircikli bir hale düşmemesidir. Bir yönüyle AB’ye giriş için çeşitli değişimlere ve reformlara imza atan ülkemizin diğer yandan anglo amerikan veya franko-german modellemeler arasında gidip gelmesi ve edimler ile olayları birbirine karıştırıp “ucuz yararcılığa” meyletmesi kararlarında, uygulamalarında ve davranışlarında çeşitli dengesizliklere yol açmaktadır. 
Emperyalist dünya görüşünün çıkarımı olan küreselleşme süreci içerisinde her alanı ilgilendiren politik bilgi en önemli unsurdur. Devletler bu bilgiyi giderek artan bir biçimde paylaşıma açma hususunda oldukça tedbirli ve tutucudurlar. Bunun başlıca nedeni bilginin paylaşımının bir noktada iktidarın paylaşımı olması ve ulus devletlerin egemenlik alanını daraltmasıdır. Bu durumda devlet aygıtlarını sıkıntıya sokan bir gerçeklik ise eldeki devasa bilgi kompleksini olabildiğince paylaşıma açma zorunluluğudur. Çünkü bir yanda uluslararası ilişkiler ve küresel ekonomi, diğer yanda da toplumsal dinamikler giderek daha çok bilgi paylaşımı üzerinde temellenmekte, bu bağlamda bilgi paylaşımı yönetebilirliğin ölçütü haline gelmektedir. Öyle ki, ulusal bilgi politikası gibi konular, paydaşların biri ya da ikisinin tekeline bırakılamayacak kadar önemlidir; paydaşların tümünün temsil edildiği, kararların ulusal uzgörüye dayalı olarak ve uzlaşılarak alındığı bir ortamda belirlenmelidir. Uygulaması ise bir devlet politikası niteliğinde olmalı ve anlık siyasi etkilerden uzak tutulmalıdır. Bu görevi üstlenecek ve bütün paydaşları içine alan özerk bir kurumlaşma vakit yitirilmeden yaşama geçirilmelidir. Pratiğe bakılacak olursa ülkelerin bu konuda eriştikleri düzeyler farklılıklar arz etmekte, durumu belirleyen ülkelerin gelenek, tecrübe, demokratik yaklaşım ve bilhassa jeopolitik konumlanmaları olmaktadır. Türkiye’de, yönetişimin yerel ölçekte sınırlı düzeyde uygulama alanı bulduğu daha önce belirttiğimiz örneklemlerden de anlaşılmaktadır. Yerel Gündem 21 çalışmaları, bazı kentlerdeki kent meclisleri ve “proje demokrasisi”1 gibi uygulamalar bunlara misal olarak gösterilebilir. Esasında, yönetişim modelinin Türkiye’de sınırlı düzeyde uygulama alanı bulmasının nedeni, modelin üzerine inşa edildiği “katılım, birlikte belirleme” olgusu ve “sivil toplum kuruluşları” bağlamında yaşanan yetersizliklerdir. Bunun arka planında ise sahip olduğumuz politik ve buna bağlı yönetsel kültür vardır.
Yöneten-yönetilen arasındaki uçurumu körükleyen ve birey karşısında devleti (halk karşısında yöneteni) kutsayan anlayış, zaman içerisinde yönetişim modelinin üzerine inşa edildiği sacayaklarının yeşermesini sağlayacak bir ortamın tam anlamıyla oluşmasına olanak sağlayamamaktadır. Ülkemizde ulusal düzeyde belki de en önemli yönetişim uygulamaları, e-devlet hizmetleri ile vatandaşı birebir alakadar eden bürokratik işlemlerin basitleştirilmesi, sağlık hizmetlerinin yaygınlaşarak kalitesinin arttırılması vb. hususlardır.
Yöneten ile yönetilen arasındaki uçurumun ortadan kalkmaya başladığı bir ortamda, çoklu aktör yapısında, halkın mümkün olan her alanda ve biçimde karar alma süreçlerine katılımını ve kamusal hizmetlerin etkin, verimli ve şeffaf bir şekilde sunumunu öngören yönetişim kavramı, toplumun ve ülkenin kaynaklarının yönetiminde yeni bir sürece ve metoda işaret etmektedir. Küresel, ulusal ve yerel ölçeklerde uygulama alanı bulan yönetişim modeline karşı, özellikle ulusal ölçekte birtakım kaygılar yaşanmaktadır. Bu da son derece normaldir ve sadece ülkemize özgü değildir. Örneğin, anglo-sakson ve amerikan uygulamalarda son ekonomik bunalıma değin neredeyse sınır tanımayan şekilde uygulanan neoliberal ekonomi politikaları çerçevesindeki yönetişim zihniyetine karşı, kesin olarak tanımlanmış kuralların içinde eylem özgürlüğünü savunan ve bırakınız yapsınlar ilkesine karşı çıkan Alman tarzı “ordoliberalizm”2 diğer bir alternatif yönetişim modelidir ve aslında AB içindeki uygulamalarda bazen etkili de olmaktadır. Aslında 2000’li yılların başında “Corporate Governance” ile piyasalarda etkili olmaya başlayan denetleme ve şeffaflık ilkeleriyle tüm dünyada ordoliberalist yaklaşıma benzer uygulamalar anglo-amerikan havzada da başlatılmış, 2008-2009 kriziyle beraber yönetişimin kamu ayağındaki düzenlemeler ordoliberal içerikler kazanmaya başlamıştır.  
Yukarıda Türkiye’nin yönetişime dair kendisi için belirlediği rol modelleri tercihinde bazen kopuklar yaşadığını belirtmiştik. Ancak bunun dışında e-devlet, sağlık alanı, kamu maliyesi, bankacılık, özelleştirme, piyasa denetimleri gibi konularda ise ülkemiz bir hayli başarılıdır. Ağırlıklı olarak örnek alınan modelleme AB hedefi doğrultusunda AB’deki düzenlemeler olsa da uygulama ile hukuki saha arasındaki uyumlanma henüz yeterli seviyede değildir; yani üst- ve altyapı arasındaki örtüşme bir hayli eksiklikler arz etmektedir. Bunda devlet aygıtlarındaki fonksiyonel arazların yanı sıra, özel sektördeki gelişimin de önemli bir rolü olduğu aşikârdır. Kayıt dışı çalıştırma, düşük ücretler, yetersiz sosyal haklar, örtülü-gizil mobbing vakaları, iş güvenliği ve işçi sağlığı ile ilgili vurdumduymazlıklar, örgütlenme üzerindeki baskılar, genel anlamda antidemokratik yönetim anlayışı vb. yetersizlikler ülke sosyolojisini son derece olumsuz etkileyen faktörlerdir. Türkiye’de tuhaf olan sosyal ve maddi kazanç, karşılıklı etkileşim içinde yönetim anlayışı, kontrol mekanizmalarının işleyişi vb. birçok husus açısından devlet sektörünün özel sektörün önünde yer almasıdır. Mesela, kamu kuruluşu iken özelleştirilen pek çok şirkette genel deyişle insani yönden geriye gidişlerin olması, kötüleşmelerin oluşması sıradan hale gelmiştir. İş güvencesine dair durum ise belki de en önemli farklılık oluşturan unsurdur.
Yönetişim olgusu alanyazında bazı düşünürlerce yönetimden farklı olarak, sevk ve idareden (İng. administration) yönetime (İng. management), ondan da yeni bir biçem olan yönetişime (İng. Corporate Governance) geçiş olarak tanımlanmaktadır. Bu bakış açısının daha çok yeni sol akımlarda baskın olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada tuhaf olan, yapılan vurgularda solun sert eleştirilerine maruz kalan devlet aygıtının nedense yönetişim ile dönüşümü karşısında mevcut durumun bozunuma uğradığı ve bunun vatandaşların aleyhine bir girişim olduğundan bahsedilir. Buradaki tenakuz her durumda beğenilmeyen ve tenkit edilen devlet idaresinin yeni bir dönüşüme uğramasında bir önceki sistem anlayışının daha iyi olduğunun vurgulanmasıdır.
Biz, yönetişim olgusunun yönetim veya sevk ve idare karşıtı farklı bir sistem olduğu görüşünde değiliz. Yaşamın bir gerçekliği olarak çok şeyin süreç içinde değişim ve dönüşüme tabi olduğu ortadadır. Genelde de bu farklılaşma veya başkalaşmalar sonuç itibarıyla “yeni bir şey veya durum” noktasına geldikleri zaman bile ‘öz’üyle bağlantılı ve/veya ilintilidir. Bu manada yönetişim de yönetme işi için bir araçtan veya bir yöntemden daha fazlası değildir; özgünlüğe haizdir, ama yönetime alternatif ya da yeni bir yönetme işi de değildir. Yönetim işlevinde insan açısından önemli bir husus, toplumsal gelişim(ler)in okumasını olabildiğince öngörülebilir, kestirilebilir çerçeveler oluşturarak değerlendirme yapabilmektir; ama değerlendirmek fiilinin dinamizmi, aktivitesi için de yönetmek gereklidir. Yönetmenin de temel koşulu politikadır. Çok kez ön plana sürülen yöntem, teknik, strateji ve taktik vs. öğeler ikincil değerdedir. Politika olgusunu ideolojik sistemler doğrultusunda oluş(turul)an, süreklilik arz eden doktrinlerle yürütülen ve parçalanmış bilgi kümelerine göre meydana gelen bir teori-pratik ürünü zannetmek; insanlığı-toplumları ilgilendiren gelişimleri derinlemesine inceleyip analiz edememenin, gelişimleri doğrusal görmenin ve reel farklılaşmaların farkına varamamanın önemli nedenleridir. Örneğin, teknolojideki hızlı gelişimlerin özellikle BT’de yarattığı neredeyse takip edilemeyecek seviyelere ulaşan baş döndürücü ve çok yönlü değişimler, “internet devrimi” ve bilginin kitleleşerek hızlı dolaşımı ve çeşitliliğinin yanı sıra, alanın teknik yönlü derinliği ve karmaşıklığı hem derin ağsallığa hem de teknolojinin katmanlaşmasına ve ayrıntılaşmasına yol açmıştır. Bu yönde “adapte olmanın yollarını arayan insan” kendisine özgü maddi ve mental yapısal sisteminde belirli düzeyde karmaşık, derinlikli ve çok boyutlu bir katmansallık içerdiğini fark ettiği takdirde, edimlerinin ve dahi yaşadığı olayların da yaşamında çok katmanlı ve karşılıklı etkileşimlerle örülü bir yapısal sistematiği barındırdığını görecektir. İnsanın içselinde ve dışındaki olarak nitelendirdiklerinde mevcut olan bu durum neticede aktive edici bir analoglar kümesidir.
Geçmişin ideolojik odaklı toplum okumaları sıradan “sağ veya sol” akımlarla kısıtlı değildir. İnsanın maddi, sosyal ve psikolojik yaratım potansiyeli de çok katmanlıdır ve toplumsal gelişim ileri veya geriye gitmekten maada katmansallık ve bitişik-ayrışmış gibi zıtlıkları da mündemiç kılan ağsal dokuları ihtiva eder. Söz konusu görme-anlama veya idrak etme-çok yönlü okuyabilme potansiyeli her insanda zuhur etmemekte, hatta tezahürler arasında da farklılıklar olabilmektedir. Kabul edilsin ya da edilmesin, ağır tenkitlere maruz kalsın veya kalmasın; günümüzün dünyasında olumlu ve olumsuz yanlarıyla küreselleşme ve tezahürlerinden yerelleşme; tüm ülkeler ve insan toplulukları üzerinde eşdeğer veya benzer etkiler bırakmasa da toplumsal gelişimler ve değişimler farklı etkinliklerde devrededir ve bunda BT’nin etkisi son derece bariz bir realitedir. Çok yanlı ve taraflı (İng. multilateral) uluslararası ve ulus üstü münasebetlerin yoğunluğu ulus içi ilişkilerde de söz konusudur. Bunun başlıca nedeni, küresel ve yerel belirli konjonktürlerde kesişimler yaşanması ve bu nevi geçici bileşimler sırasında artık kaçınılmaz hale gelen çok katmanlı yapılanma(lar)dır. Çok katmanlı toplumsal yapıların sistematikleşmesi, toplumsal katmanların karmaşıklığını tekrarlamak ve bunu ideolojik takıntılarla eski söylemler üzerinden okumak, toplumları –küreselde ve yerelde toplulukları- sınıflar kümelenmesine dayanan doktrinler ışığında analiz etmeye devam edip, ara boyutlarla genleştirmek, sıradan politik iktisadi yaklaşımlarla, kimlik siyasetleriyle, oluşturulmak istenen siyasalar için toplum mühendislikleriyle irrasyonel tarzlarda indirgeyerek düzenlemek değildir. Her geçen gün daha komplike hale gelen siyasi, sosyal, ekonomik ve psikolojik zaviyeler, kendi düzeylerinde katmanlaşmaktadırlar ve bu açılım insanlığın ilintili olduğu hemen her alan için geçerlilik arz eder. Heterojenleşme gittikçe daha görünür olmakta, nicelleşme çeşitlenmekte, niteliğin erişimi zorlaşmaktadır. Bu bağlamda yönetme ameliyesinde gerek zaman gerekse mekân açısından derli toplu hareket edebilme kabiliyeti 20-30 yıl öncesine göre merkezileşmeyi, konsantrasyonu sağlamaktan uzaktır. Bundan dolayı yönetimin alt icraatlarından (İng. sub branches) olan düzenleme ve denetleme dominant idare işlevleri olarak öne çıkmaktadırlar. Karmaşıklığın analizi doğrultusunda olabildiğince kategorizasyona gayret edilmesi ve bunun üzerinden kontrol sistemlerinin de katmansal olarak organizasyonu, erişilen bilgilerin depolanması ve dağıtımı gibi yönetim fonksiyonları yalnızca devlet açısından değil, toplumlar açısından önemli aktörler olan şirketler için de birer zorunluluk haline gelmiştir. Kamuda düzenleme, denetleme ve insanlar arası karşılıklı etkileşim, süreç içinde yönetişim şeklinde öncel hale gelirken kısmen devlet erkinin piyasa denetçisi etkinliğine uyumlu olarak kısmen de karmaşıklığın organizasyonu ve eşgüdümü açısından yönetişim olgusu şirketler için de ön plana çıkmaktadır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi hem yönetişimi anlama hem de sınırlarını belirleme yönüyle yaklaşımlar arasında farklılıklar bulunmaktadır. Buna ayrıca yaygınlık ve yönetişimin ne tür zihniyetlerle ele alındığı türünden tutumlar da eklenmektedir. Ama her hâlükârda yönetişimin çok katmanlı sosyolojisi, ağsal ilişkilerle sarmallanmış yönetsel karakteri asgari düzeyde de olsa anlaşılmalı; karşıt veya yandaş duruşlardan farklı bir vizyonla demokratik işletmesel yönetime imkânlar sunabilecek yönetişimin bir de bu yönüyle elverişli bir araç olarak değerlendirilmesinin gerekli olduğu kanısındayım.

1 “Proje Demokrasisi”, Türkiye’de yerel yönetişim bağlamında gerçekleştirilen bir diğer etkinliktir. Proje demokrasisi, belirli bir projeden etkilenecek olan herkesin, projenin her yönüne ve aşamasına, yalnız talep edici olarak değil, fiilen bir karar alıcı olarak katılmasıdır.

2 https://de.wikipedia.org/wiki/Ordoliberalismus Erişim: [19.08.2015]. Ordoliberalizm (Alm. Ordoliberalismus) serbest ticaretin erdemlerini açıkça kabul etmekle birlikte, serbest piyasanın sosyolojik, ekonomik ve ahlaki bakımlardan kendi kendine işler olmadığını belirtir. Piyasa ekonomisine fonksiyonel işlerlik kazandırmak için devletin düzenleyici kararlar almasını ve uygulamasının gerekliliğine vurgu yapar. Buna göre devlet; özel mülkiyet ve mülkiyetin kullanım kurallarını, para sistemini oluşturan kuralları, mali sistemi oluşturan kuralları, tekellerin kontrolü ve rekabete işlerlik kazandıracak kuralları ve benzeri diğer kuralları saptar. Ekonomik düzen politikası piyasa ekonomisine fonksiyonel işlerlik kazandıracak, böylece merkezi planlamaya ihtiyaç duyulmayacaktır. 

7 Ocak 2017 Cumartesi

Toplumsal Gelişimin Katmansallığı: Çok Katmanlı Sistemlerin Ağsal Özelliğinden Yönetişimin Araçsallığına-2

Çok Katmanlı Sistemlerin (ÇKS) dominant özelliği üretilen ve sunulan bilginin sadece üretimi, işlenmesi, yayımı değil; aynı zamanda yönetim amaçlı erişimi, paylaşımı ve kullanımıdır. Bilginin dolaşımı vasıtasıyla açığa çıkan katma değer alışılmış sistem düşüncesindeki gibi çok kez kaynak olarak değil, kullanım temelli bir dolaşım ağında katmansal bir sistematik içinde oluşan süreçsel bir dolaşımdır. Bilginin dolaşım süreci katma değeri besleyen asıl kaynaktır ve ÇKS’nin yapıları tanımlaması ve açıklaması doğrultusunda bir muhtevadır. Bu dolaşım ağı küresel, kesintisiz ve gayri merkezidir. Küresel bilgi ağı bir merkezden yönetilmez. Ağ, merkez fikrinin kendisini dışlar. Ama bir yandan da, bilginin ancak diğer bilgilerle ilişkilendirildiği, senkronize ve koordine edildiği, yani “yönetildiği” zaman katma değer yaratabileceği açıktır. Bu yönetim merkezi değil, ağırlıkla “yatay koordinasyona” dayalı bir ağ yönetimidir ve etkileşim içinde yönetim, paydaşların katılımcı yönetimi, ya da kısaca “yönetişim” olarak adlandırılabilir. Yeni yüzyılın yönetsel paradigması, çok katmanlı, gayri-merkezi, katılımcı-birlikte karar alıcı, paylaşımcı ağsal ve araçsal karakterli yönetişim üzerinden şekillenmektedir.
Bilginin yarattığı katma değer paylaşım imkânı ile doğru orantılı bir gelişim seyri izler. Bir bireyin, firmanın, ortaklığın, grubun, kooperatifin, kentin, bölgenin, ulusun, doğru bilgi yönetimi ile bilgi ağından optimal katma değer sağlayarak rekabet avantajı yaratması; kısacası “bilgi ekonomisi”, 21. Yy. ın baskın politik iktisadi ve temel koyucu zihniyeti, hatta “dünya görüşü”dür diyebiliriz. Söz konusu ekonomik paradigma, doğrudan yönetsel ve araçsal paradigmaya, yani ağ yönetişimine dayanır. Çünkü bilgi ekonomisi, işbirliği ve rekabet ilişkilerini dönüştürüp esneterek, rekabet avantajının temeline, katılımcı bilgi yönetişimi ile optimal bilgi paylaşımından doğan değeri yerleştirmiştir. Rekabet avantajı ulusal ölçekte konumlandığında, ulusun küresel bilgi ağına entegre edilmiş bilgi ağının doğru yönetilmesi gerekir. Bu da, bilginin üretimi ve dolaşımının inovasyonuna ve bilgi ekonomisine uygun sosyal ve entelektüel sermaye, yani nitelikli istihdam yaratılmasına kaynak ayrılmasını zorunlu kılar. Çünkü başka türlü ulusal rekabet avantajı sürekli kılınamaz ve istikrarlı büyüme gerçekleştirilemez. Küresel ekonominin yönetsel paradigmalarına aykırı, merkeziyetçi bir “ulusal” bilgi yönetimi düşünülemez. Bilgi yönetimi olgusu doğası gereği açık toplum fikrine meyillidir. Yönetimi katılıma-birlikte karar almaya ve paylaşıma kapalı bilgi; totalitenin en belirgin silahıdır.
Bilginin olabildiğince adil paylaşımı ve özgür dolaşımına dayanan, herkesin erişimine açık, demokratik teknoloji kullanımı ise, ekonomik ve insani refah için çeşitli imkanların vasıtası olabilir. Bilgi, günümüzde ekonominin en önemli “üretim faktörü”, üretimdeki en önemli iktisadi ve mental girdi, eş zamanlı olarak da çıktı haline gelmiştir. Bilgi-temelli iktisat ya da yaygın kullanımıyla "Bilgi Ekonomisi"*, bilginin iktisadi ve insani gelişim için etkili bir biçimde kullanıldığı bir ortam olarak tanımlanabilir. Nitelikli bilginin yarattığı katma değer üzerinde temellenen bilgi ekonomisinin gelişimi, ulusal ölçekte ekonomik büyüme ve verimliliğin sürdürülebilir kılınması ile doğrudan bağlantılıdır.
Yeni iktisadi paradigma olan “Bilgi İktisadı”, aynı zamanda bilgi toplumunun somut ve ölçülebilir parametresidir. Paradigma değişikliği, fiziksel girdilerin (hammadde, işçilik, makine, satın alma gücü vs.) yerini fiziksel olmayan girdilerin (bilgi, içerik, süreç, sosyal sermaye, zihinsel üretim, pazarlama yöntemleri; bahusus nöro-pazarlama vd.) ikame etmeye başlamasıyla ortaya çıkar. Bilgi ancak; üretimi, paylaşımı ve dolaşımı küresel, kesintisiz, hızlı ve entegre olduğunda; yani birbirleriyle “anlaşan” ağlar üzerinde senkronize edilerek yönetildiğinde değer yaratır. Ağ yönetimi, paylaşım olmasının yanı sıra mündemiç kıldığı katmansallık kavrandığı takdirde içinde bulunduğumuz karmaşık ilişkiler ağının da anlaşılmasına ve açıklanmasına olanak tanır.
Teknolojinin ekonomik fayda üretme dinamiği olan inovasyonun küresel rekabet avantajı yaratması da ancak bilginin yönetimiyle mümkündür. Bilgiyi yöneten, teknolojinin hangi alanlarda ilerleyeceğini ve ekonomik sistemde yerini nasıl alacağına da daha sağlıklı karar verir. Bu bağlamda bilginin küresel yönetimi, teknoloji de dâhil olmak üzere birçok alanda politik iktisadi rekabet avantajının kaynağı haline gelmiştir. Devletler için geçerli olan bu durum şirketler için de söz konusudur. Aslında dünya üzerinde bazı devletlerin anlaşmalar sonucu oluşturdukları birliklerin ana amacı da rekabete karşı ortak sinerji oluşturmak ve potansiyelin salınımı vasıtasıyla kullanımı için genleşmiş alanlar açmaktır. Bu meyanda bilgi de genleşmekte ve yürütümlerde karar alma süreçlerinin desteklenmesi amacına yönelik bilginin yönetimi de bundan dolayı zorlaşmaktadır. Günümüzde “büyük veri yönetimi” olarak adlandırılan temayı oluşturan sebep, genleşen bilginin kapsamının içeriğin önüne geçmesi ve hangi bilginin verim ve erinç adına kullanılabileceği ile ilgilidir. Sorun çözmenin başat vasıtası olan bilginin insan tarafından nasıl, nerede ve niçin kullanılacağı, yönetimindeki zorluk nedeniyle kendisi bizzat çözülmesi gereken bir problem yumağına dönüşmüştür. Öyle ki, büyük verinin yönetimi (İng. big data management) üniversitelerde de üzerine yüksek lisans yapılan bir alan haline dönüşmüştür.1 Bu durumun çok dillendirilmese de bilginin (insanı) yönetir bir faktör haline gelmesi olduğu kanısındayım.
Günümüzde bilgi küresel ağlar üzerinde dolaşmaktadır. Ancak bilginin optimal katma değer yaratmak için yönetimi, mikro ölçekte firma ve firmaların kurdukları ortaklıklardan ya da girişimci kooperatifleri ve diğer işbirliği platformlarından yerel veya bölgesel kalkınma projelerine, oradan da makro ölçekte ulusal bilgi ağlarının yönetimine uzanan çok katmanlı bir süreçtir. Bilgi yönetimi, özünde çok taraflı bir yönetişim platformunu gerektirir. Ulusal rekabet avantajı yaratmak için, bilginin ulusal ölçekte ve küresel uyumlu bir platformda yönetilmesi lüzumludur. Bilginin bu bağlamda yönetimi için bir “ulusal bilgi politikası” geliştirmek ve bu politika uyarınca stratejik bir çerçeve oluşturmak zorunludur.
1980’li yıllarla birlikte ünlü Fütürist Alvin Toffler’in etkileyici kitabı “Üçüncü Dalga (The Third Wave, 1980) ile yaygınlaşan “Bilgi Çağı (ya da diğer adlarıyla süper-sanayi toplumu, Uzay Çağı, Elektronik Çağ, Global Köy, Teknetronik Çağ, tekno-bilimsel devrim) terimi siyasetçiler, ekonomistler, bilim insanları ve kanaat önderleri açısından ufuk açıcı olmuştur. Bu eser sayesinde sanayi sonrası toplumda, yaşam biçimlerindeki "altkültürlülük" ve çeşitlilik belirginleşmiş; toplumlardaki melez yapılanma kümelerinin farkına varılmıştır. Bu durum süreç içinde gerek kamu gerekse özel sektörde esnek örgütlenmelerin (İng. adhocracy) kısmen de olsa önünü açmıştır. Çalışmanın merkezine yerleşen emek kavramının yanına kaçınılmaz değişimlere daha kolay uyum göstermenin aracı olarak yerleşen bilgi, birçok kaynağın yerine geçebilme özelliğiyle birbirine gevşek olarak bağlı olan çalışanlar için temel araç konumuna gelmiştir. Diğer yandan, üretici ve tüketici arasındaki boşluk yapılandırma sistemi olarak adlandırılan teknoloji tarafından doldurulmuştur. Bunun sonucu ortaya gittikçe "üre-ketici" olmaya başlayan ve kendi gereksinimlerini karşılayabilen bireyler çıkmaktadır. Bilgi çağı-toplumu teriminde vurgu bulan düşünce, farklı bir zihniyetin yolunu açmakla kalmamış, bilişimin-bilişimcinin günümüzde eriştiği üst katman konumlanmasının da yolunu açmıştır. Bununla birlikte iki ana yansıma toplumsal yaşamda ön plana çıkmıştır: Yeni (ince) teknolojilerin üretici ve tüketicilerinin radikal bir biçimde üreketiciye dönüşmesi ve BT’nin toplumsal yapılanmalarda yarattığı etkinin klasik endüstrinin oluşturduğu etkideki dikeylik yerine yataylığı hâkim kılmaya başlaması. BT’ciler büyük ihtimalle bu etkiyi bir meydan okuma olarak düşünmedikleri halde, klasik sanayi bunu tam bir meydan okuma olarak algılamış ve bu meyanda büyük kar marjları elde eden silah sanayi dünya üzerindeki çatışmaların (bilhassa yan çatışmaların) artması için elinden geleni yapmaktadır. İki devasa sektör arasındaki mücadele son 10-15 yıldır daha da keskinleşerek devam etmektedir. BT’nin tutucu akımlar üzerinde olumsuz olarak nitelendirilen diğer bir etkisi, yukarıda bahsettiğimiz toplumsal yatay yaklaşım ve buna özgü sosyolojik okumalar ve bununla insanlarla neredeyse birebir gelişen yakın ilişki geliştirmesidir. Zira BT’nin ürünleri insanlara direkt ve yaygın sahip olunabilme kabiliyetine sahip iken, klasik endüstri buna malik olmadığı gibi pek çok alanda insana -özellikle yeni zamanlarda- soğuk ve itici gelmektedir.
Geçen zaman içinde insan yaşamında ve literatürde de iyice görülür-fark edilir olmaya başlayan istikrarlı büyüme ivmesi yaratmak, ekonomi, siyaset, sosyal mekanizmalar ve kültürü entegre eden, bilgi ekonomisine ve bilgi toplumuna geçişi hedefleyen politikalar önce devletler katmanında ulusal politikalar geliştirilmesi ile başlamıştır. Bu politikaların eksenini ise "ulusal bilgi politikası"nın geliştirilmesi teşkil eder. Ulusal bilgi politikasının oluşturulması ve daha da önemlisi uygulanabilmesi için, sosyo-ekonomik hayatın tüm örgütlü kesimlerinin ve siyasi iktidarın, bu politikaların üretileceği bir yönetişim platformu yaratıp ulusal iradeyi harekete geçirmesi gerekir. Ulusal fayda bilgiyi üretmek, işlemek, dolaşıma sokmak, erişmek, paylaşmak ve yönetmekten, yani küresel oyuncu olmaktan geçer. Ulusal bilgi politikası, rekabet avantajı yaratarak küresel ekonomiden optimal faydayı sağlayacak, dengeli büyümeyi ve kalkınmayı sürdürülebilir kılacak politika ve eylem planlarının üzerinde temellendirileceği doğru bir zemindir.

Bilgi çağının yeni yönetsel paradigmaları, “rekabet” ve “işbirliği” kavramları arasındaki geleneksel karşıtlığı da ortadan kaldırmıştır. Bir ülkede bilgi ekonomisine geçişi sağlamanın ve bilgi toplumunu yaratmanın yolu katılım, birlikte karar verme, politika ve strateji geliştirme, iş yapma süreçlerinde çok taraflı ortaklıklardan geçmektedir: Hükümet, kamu sektörü, iş dünyası, tüm çeşitliliği içinde sivil toplum kuruluşları, yurttaş inisiyatifleri, sendikalar, üniversiteler, medya gibi birçok paydaşı, yani toplumun örgütlü tüm kesimlerini dâhil eden ve de giderek bütün yurttaşları örgütlenmeye cezbeden ve toplumun yapısını dönüştüren ortaklıklar.

*Ekonomi sözcüğü yerine daha kapsayıcı bir kavram olan ‘iktisat’ kelimesini tercih ediyorum.
1 Büyük Veri olgusu; toplumsal medya paylaşımları, ağ günlükleri, bloglar, fotoğraf, video, log dosyaları vb. gibi değişik kaynaklardan toparlanan tüm verinin, anlamlı ve işlenebilir biçime dönüştürülmüş biçimine denir. Büyük veri, doğru analiz metotları ile yorumlandığında şirketlerin stratejik kararlarını doğru bir biçimde almalarına, risklerini daha iyi yönetmelerine ve inovasyon yapmalarına imkân sağlayabilir.   

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...