14 Eylül 2017 Perşembe

İşletmesel Demokratikleşmenin Aracı Olarak Yönetişim - 2

Literatürde endüstriyel demokrasinin aslında çalışanların yönetime katılımını kapsama aldığı, işçi katılımının ise sendikalılıktan uzak olması ve yönetime katılımı aynı meyanda içermediği için kapsam dışında kaldığı yönünde yaklaşımlar ağırlıktadır. Bize göre ise bu duruma neden olan husus daha çok sol görüşlerin, liberal politikaların sendikalaşmayı olabildiğince dışarıda tutmak istediği düşüncesinde kristalleşen ideolojik bakış açısıdır.* Ama burada gözden kaçırılan başat unsur, yeni nesil çalışan kesimdeki farklı dünya görüşlerinin bu tip ideolojik kalıplara sığmamasıdır. Şöyle ki;  hemen her iş alanındaki çalışanların işletme yönetimine dair bakış açılarında öncelikle “iş doyumu”, birlikte belirleme hususunun içerdiği bireyselleşme eğiliminin artması, işyeri reformları, katılımın yönetim ile karşılıklı mutabakatlar çerçevesinde yönetsel ve bütüncül temeller ile paylaşılan çıkarlar doğası nedeniyle insan kaynakları yönetimine uyumlanma gibi unsurlar geleneksel endüstri ilişkileri dogmalarını aşındırmaktadır. İnsan kaynakları yönetiminin bütüncül yaklaşımı, işletmede çıkarların tekliği ve birliği düşüncesine dayanmaktadır. Bir başka deyişle, işletme düzeyinde farklı çıkarlar olsa bile, bunların çatışmaya yol açmadan uzlaştırılması ve ortak çıkarların geliştirilebilmesi olasıdır. Buradan anlaşılacağı üzere, işçilerin yönetime katılması güç paylaşımı aracılığıyla uzlaşmayı sağlarken, işçi katılımı güç paylaşımı olmaksızın yönetim ve işverenlerin isteklerinin ağırlıklı olarak kabul ettirilmesine yöneliktir. Ayrıca yönetime katılmanın çoğulcu yapısından kaynaklanan geniş alan, işçi katılımında işletme merkezli bir yapıya dönüşmüştür.
İşçi katılımında iletişim uygulamaları genel olarak yukarıdan aşağıya doğru işçilere işletme ile ilgili bilgiler vererek, onları yönlendirmeyi amaçlamaktadır. Aşağıdan yukarı iletişim ile işgücünün tecrübe ve yeteneklerinden faydalanılmaya çalışılmaktadır. Başka bir uygulama olan finansal katılım, işçilere maddi imkân sağlamanın yanı sıra, işçileri tutumsal açıdan etkilemeyi amaçlamaktadır. Bu sayede işgücünden yüksek düzeyde faydalanma mümkün olabilecektir. Bu açıdan bakıldığında yönetime katılma ve işçi katılımı, yapısal ve davranışsal boyutlu olarak değerlendirilebilir. İşçilerin yönetime katılması yapısal bir özellik göstermektedir. Yapısal yaklaşım, endüstriyel demokrasi prensiplerinde örgütlenmiş ve dolaylı katılım sağlayarak, karar verme sürecinde eşitliği sağlamaya yöneliktir. İşçi katılımı ise, davranışsal yaklaşım olarak değerlendirilmektedir. Çünkü işçi katılımı genellikle karar verme sürecinde yüz yüze, işyerinde karar verme sürecinde enformel paylaşıma işaret etmektedir.1
Bass ve Shackleton, endüstriyel demokrasi ile işçi katılımı arasında üç ilişki biçimi olabileceğini ileri sürmektedir. İlk olarak, endüstriyel demokrasi ve işçi katılımı arasında birbirini ikame edici bir ilişki olabileceği belirtilmektedir. Buna göre biri varsa diğerine ihtiyaç yoktur. Endüstriyel demokrasi uygulamalarında işçiler seçtikleri temsilcileri aracılığıyla işletmedeki politika değişimlerini oylayabilmektedir. Bu noktada işçi katılımı işletme ile ilgili daha alt düzey konular ile ilgilidir. Ayrıca endüstriyel demokrasi uygulamalarına alt ve orta kademe yöneticiler katılmamaktadır. Bu nedenlerle işçi katılımı ve endüstriyel demokrasi birbirlerinin yerini alabilecek özellikler göstermemektedir.2 Tam da bu özellikler sebebiyle bizim işletmesel demokratikleşme olarak adlandırdığımız geniş yayılımlı modelleme endüstriyel demokrasinin bir imkânı olarak, onun olası açıkları için tamamlayıcı bir role haizdir. Bu bağlamda her yaklaşım diğerini güçlendirici bir etki yapabilmektedir. Demokratizasyon, yüz yüze çalışma grubunda uygulandığı gibi konseylere temsilci seçiminde de uygulanmaktadır. İşçiler endüstriyel demokrasi uygulamalarında yer alırken, yönetim ve işçi ilişkileri geleneksel ve otoriter yapıda ise, karar verme süreçlerinde gerçek bir sahiplik hissetmeyebilmektedir. Bu durumda işçi katılımı uygulamaları ile destek verilmesi önerilebilir. Üçüncü olarak ise, endüstriyel demokrasi ve işçi katılımı uygulamalarından birinin veya her ikisinin etkili olabildiği konular söz konusudur. Örneğin iş doyumu konusunda işçi katılımı uygulamaları daha etkili iken, bu hususta endüstriyel demokrasi yeni paradigma geçişinin bu unsurunu ihtiva etmediği için uygulama bazında herhangi bir etkiye haiz değildir. Ücretler ve sosyal yardımlar konusunda ise, tam tersi durum söz konusudur. Endüstriyel demokrasi uygulamaları etkili, işçi katılımı uygulamaları ise konuya sosyo-psikolojik yaklaştığı için bu mevzuya dair fazla bir etki oluşturmaz. İş güvencesi konusunda ise her iki yaklaşımın etkili olduğu ileri sürülebilir.3
Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, endüstriyel demokrasi ve işletmesel demokratikleşmenin başat çıkarımı olan yönetime katılım ve işçi katılımı uygulamaları birbirleri ikame edici değil, tam tersine birlikte kullanılarak güçlendirici etki yaratabilmektedirler. Gerçekten farklı amaç, yöntem ve sonuçları olan bu uygulamaların tarihsel süreçte birbirlerinin yerine geçtiği söylenmekle birlikte, bu durum işlevleri açısından geçerli değildir. Nitekim endüstriyel demokrasi ile işçi katılımı arasındaki güçlendirici etki açısından, sendikaları işletmeden uzak tutmayı amaçlayabildiği belirtilen işçi katılımı çelişkili görülebilir. Bu anlamda söz konusu söylemi ileri süren sol kökenli ideolojik yaklaşımların tematiğe tek yanlı yaklaşım gösterdiğini söyleyebiliriz. Şöyle ki, günümüzde son otuz yıllık değişim ve dönüşüm sürecinde ortaya çıkan önemli bir realite sendikaların -adeta bir nevi “istekli zorundalık” doğrultusunda (!)- düşünce tarzı ve edimlerinde eski alışkanlıklarının da değişime uğramasıdır. Örneğin, son yıllarda “ücret sendikacılığına” sıkışıp kalan ve üyelerinden tahsil ettiği aidatların nemalandırılması, bazı siyasi ve ekonomik spekülasyonlar ile bir hayli zenginleşen ve yolsuzluklara bulaşan sendikalar, ayrıca sahne arkasında işverenlerle yaptıkları çıkara dayalı anlaşmalar nedeniyle yozlaşarak çalışanlar nezdinde önemli ölçüde güven ve itibar kaybına uğramışlardır (sarıdan sapsarı sendikacılığa dönüşüm!).       
Bazı araştırmacılar işçi katılımı programlarının verimliliği arttırmanın yanında, işçilerin sendikalaşmalarını önleme amacı taşıdığını ileri sürmektedir. Gerçekten işçi katılımı programları işçi sendikalarının güç kaybetmeye başladıkları bir dönemde yaygınlaşmaktadır. Bu görüşe göre, işverenler işçiler ile doğrudan iletişim kurma yolunu seçerek, işçi sendikalarına olan ihtiyacı ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Bu konuda ileri sürülebilecek temel önerme, işçi katılımı programlarının iş doyumunu arttırmasıdır. İş doyumundaki düşüklüğün işçileri sendika üyesi olmaya yönlendirebileceği belirtilmektedir. Nitekim Odewahn ve Petty, sendika üyesi işçiler ile sendika üyesi olmayan işçileri iş doyumu açısından karşılaştırmış, sendikalı işçilerin iş ve ücret doyumu düzeyleri, üye olmayanlardan daha düşük belirlenmiştir. Buna göre, işçi katılımı uygulamaları işçiler için iş doyumunun artmasını sağlamakta ve işçilerin iş doyumu düzeylerinin yükselmesinin onları sendikalardan uzaklaştırabileceği sonucu çıkarımlanmaktadır.4 Ancak bizim açımızdan bu sahada eksiklik ‘özneler arası (intersübjektif)’ araştırmaların olmaması, bunun yerinin tatmin edici olmayan afaki gözlemlere dayalı yorumlar ile ikame edilmesidir. Bundan dolayı konunun bütününe ilişkin araştırma programlarının yurt dışı kaynaklardan destek alarak ülkemizdeki gerçeklikler üzerinden hareketle değerlendirmeler yapmak zorunda kalmamızdır. Bu noktada traji komik olan durum, siyasi sahada yapılan araştırmaların politize edilmiş biçemlerinin çokluğu yanında en az onlar kadar önem arz eden endüstriyel ilişkiler alanında bu çalışmada olduğu gibi benzerlerinin de güdük kalmasıdır!  
Literatür incelendiğinde işçi katılımı programlarına sendikaların verdikleri desteğin önemli olduğu anlaşılmaktadır. Verma ve McKersie, sendikalaşmış bir fabrikada işçilerin kalite çemberlerine katılımını araştırmıştır. Gönüllü olarak kalite çemberlerine katılan işçilerin sendika içinde daha az aktif, karar verme süreçlerine katılmak için daha istekli oldukları ile bu kişilerin grup ve gönüllü faaliyetlere ilgilerinin daha fazla olduğu anlaşılmıştır. Bu durumda Verma ve McKersie, kalite çemberi katılımcılarının sendikaya olan desteklerini azaltmaktan ziyade, kendilerini ifade etmek için yeni yollar arayan kişiler olarak görülmesi gerektiğini ileri sürmektedirler. Ayrıca işçi katılımı programlarının işçilerin işletmeye ve amaçlarına olan özdeşlemelerini arttırdığı görülmektedir. Araştırma yapılan fabrikadaki kalite çemberi uygulamasına sendikanın katılımı yoktur. Sendika katılımının sağlanması durumunda işletme ile artan özdeşleşmenin yanı sıra, sendika ile özdeşlemenin de olumlu etkilenebileceği belirtilmektedir.5
Verma, sendikanın desteklediği işçi katılımı programlarının işçiler üzerindeki etkisini incelemiştir. Araştırma sonucunda işçi katılımı programlarına işçi sendikasının katkısı sağlandığında sendika için olumsuz sonuçların ortaya çıkmadığı tespit edilmiştir. Bu nedenle, işçi katılımı programları uygulama sürecinin sadece yönetime bırakılmamasını önermektedir.6 Yukarıda değinilen araştırmalar sonucunda işçi katılımı programlarının sendika tarafından desteklendiği durumlarda, hem sendikaya hem de çalışılan kuruma olan bağlılığı, yani ikili bağlılığı arttırabilecek potansiyele sahip olduğu anlaşılmaktadır.
Alanyazında endüstriyel demokrasi işçilerin yönetime katılması şeklinde tasnif edilip, işçi katılımı ise durumsallığa göre dâhil veya hariç olmak üzere genelde iki sahada değerlendirilmektedir. Görüşüme göre işçi katılımında günümüz açısından işletme felsefesinin maddiyattan önce manaya yönelik özgürlük, bireysel gelişim, manevi doyum, çoğulculuk gibi insan değerleri ve ayrıca birimsel odaklanma ön planda tutulmakta ve bu meyanda işçi katılımı işletmesel demokratikleşme ile ortak ve işlevsel olan  bir alandır. Önceleri işçilerin yönetime katılma uygulamaları yaygın iken, günümüzde işçi katılımı uygulamalarının da yaygınlaştığı görülmektedir. Endüstriyel demokraside temel çıkış noktası işçilerin temsilcileri aracılığıyla örgütteki hatta sektördeki kararları etkilemeleridir. İşletmesel demokratikleşme yaklaşımı ise bireyin doğrudan belirli kararlardan haberdar olduğu, bazen de fikri katkılarına başvurulan bir sistematiğe haizdir. Gerçi günümüzde gerek iktisadi sistemlerin gerekse piyasa gerçekliklerinin etkin yansımaları nedeniyle endüstriyel demokrasi uygulamalarının yürürlükte kalması oldukça zorlaşmış, bundan dolayı kısıntılara gidilmiştir. Endüstriyel demokrasinin merkezinde bulunan daha iyi ücret politikaları, işten çıkarmalardaki karar hâkimiyeti, piyasalardaki stratejiler üzerindeki tesiri ve sendikalaşma gibi özellikleri önceki yıllara nazaran son derece ciddi bir şekilde kan kaybetmiştir. Sendikal etki ve etkinliğe bir hayli bağımlı olan endüstriyel demokrasi bu gerileme ve yeni nesillerin iş yaşamına bakış açılarındaki değişim-dönüşüm gibi nedenlerle adeta ikinci plana itilmiştir. Ayrıca dönemsel açıdan da düşünüldüğünde, ilk dönemde katılma çoğulcu özellik taşımakta ve hak olarak işçilere tanınmakta iken, ikinci dönemde işçi katılımı bütüncül ve gönüllü özellikleri ile ön plandadır.
İşçi katılımı uygulamalarına getirilen oldukça sert kritiklerde yönetim için işçi katılımının aslında, işçilerin beyinlerini yıkamayı ve böylece bağlılıklarını sağlamayı hedeflediği belirtilmekte, işçilerin sendikalara yönelmelerinin engellenmesi ve sendikaların işletmeden uzak tutulmaya çalışılması amaçlandığının altı çizilmektedir. Ama bu eleştirilerde atlanan husus, pratikte işçi katılımının pek çok yerde sendikadan tavsiyeler alma, isteklerini dikkate alma, uygulamalara katılımlarını sağlama yollarıyla işbirliği amacıyla da kullanıldığıdır. İşçi katılımı programlarına işçi sendikalarının desteğinin sağlanmasının ikili bağlılığı güçlendirdiği anlaşılmıştır. Ayrıca aradaki şu fark gözden kaçırılmamalıdır: İşçi katılımı davranışsal özellikte iken, işçilerin yönetime katılması yapısal özellik göstermektedir. Bu nedenle işçilerin yönetime katılmaları bazı konularda işçi boyutunda tam anlamıyla etkili olmayabilmektedir. Örneğin, yönetime katılma uygulamalarının işçiler açısından iş doyumunu arttırma boyutunda yeterli olmadığı, hatta katılım adaletini ayrımcılıklar nedeniyle zedelediği de belirtilmelidir. Bu sebeple, işçilerin yönetime katılma uygulamaları işçiler için tam anlamıyla katılım duygusu yaratmayabilmektedir. Bunun dışında sendikaların işçiler arasında gruplaşmaların da ötesinde klikleşmelere neden olduğu ve işletme içi barışı olumsuz etkilediği sıklıkla görülmektedir. Bu durumda doğrudan işçiye yönelik katılma biçimlerinin kullanılması yerinde olacaktır. Böylece işçi katılımı uygulamalarının yönetime katılmanın yerine geçmesinden çok geçişli ve kısmi bütünleştirmeli bir tarzda birlikte kullanılması düşünülebilir.

*Bu bakış açısı haklı yanlar ihtiva etmesi yönüyle doğru hususlar içerse de, özellikle son 30 yıllık dönemde ortaya çıkan politik ve bunun çıkarımı sosyolojik ve ekonomik çok uluslu-yanlı gelişmelerin bizleri karşı karşıya bıraktığı realite, -ki bunu “uçurumlar oluşturan çok katmanlı servetin baskınlığı” olarak niteliyorum- edimden uzak ama söylemde direten dogmatik perspektifin pek çok insan için “bıktırıcı bir öğe” haline dönüşmüş olmasıdır. Bahusus çoklu nesiller dönemine girdiğimiz 2000’li yıllarda gençlerin ağırlıklı ilgisi bireyleşme (bireycileşme ve/veya bireyselleşme) üzerinden çoklu-çeşitli ve genleşen, esnek sosyolojik (tekno) ağsal alanlara yoğunlaşmıştır. Yeni nesiller açısından ille de insana has olan ideolojik yaklaşımlardan bahsedilecek olursa ‘x’ kuşağının keskin sınıfsal okumaları üzerinden gelişen “katılaşmaların” yerini, çok katmanlı dünyeviliğin çeşitlilik arz eden ve sıklıkla yer değiştirebilen “kaygan çözeltiler” almıştır (billurlaşmadan çözülmeye).       

1 B. Bass, V. Shackleton, “Industrial democracy and participative management: A case for a synthesis”, The Academy of Management Review, Vol:4(3), 1979, s. 397
2 B. Bass, V. Shackleton, a.g.e. 399
3 a.g.e. 399 ve 401
4 C. A. Odewahn, M. M. Petty, “A comparison of levels of job satisfaction, role stres, and personal competence between union members and nonmembers”, The Academy of Management Journal. Vol:23(1), 1980, s. 153
5 V., Anil, R. B. McKersie, “Employee Involvement: The Implications of Noninvolvement by Unions”, Industrial and Labor Relations Review. Vol: 40, 1987, s. 566

6 V. Anil, “Joint Participation Programs: Self-Help of Suicide for Unions?”, Industrial Relations. Vol:28, 1989, s. 408

12 Eylül 2017 Salı

İşletmesel Demokratikleşmenin Aracı Olarak Yönetişim - 1

İşletmesel demokratikleşme esinlenimini İngilizcedeki ‘Industrial Democracy’ (endüstriyel demokrasi) kavramından aldığımız bir tabirdir.* Çalışma hayatına sanayileşme ile birlikte giren endüstriyel demokrasi, kısaca; bir iş yerinde çalışanların o iş yerinde karar alma sürecine katılmalarını ifade etmesinin yanında çalışanların sektör ve hatta ülke ekonomisi -daha geniş manada siyasası- düzeyinde yönetime katılmasını, demokratik mekanizmada yerini almasını da kapsamaktadır. Bu hususta, Avrupa’da daha bütünsel, ülkemizde ise nispi etkili sosyalist-sosyal demokrat ve/veya işçi partileri, Latin Amerika’da daha radikal anlamda sosyalist ve hatta komünist işçi hareketlerine dayalı siyasi teşekkülleri örnek olarak verebiliriz.    Bu yönüyle endüstriyel demokrasi daha geniş bir alanda yayılımlı etkinliğe haiz iken, işletmesel demokratikleşme öncelikle iş-çalışma ve şirket yaşamına izafe edebileceğimiz belirli bir sahada etkililik gösteren olgular kümesini çevreler. Mesela; ‘üretimde verimliliği artırmak amacıyla başvurulan işçi-işveren işbirliği’, ‘işçilerle işverenlerin yönetici güçlerin yetki ve sorumluluklarını paylaşmaları’, ‘işçi-işveren ilişkilerinin uyum içinde yürütülmesi için geliştirilmiş bir sistem’, ‘işçi-işveren arasında güven dayanışması’ gibi değişik tanımlar da ‘işletmesel demokratikleşme’ olarak anlatım biçimi verdiğimiz zihni imgeler bütününü içerebilmektedir. 
İşletmesel demokratikleşmeyi somutlaştıran husus, çalışma hayatındaki gelişmeler ve uygulamalardaki örneklerdir. Bunlar arasında öne çıkan praktikalar, işletme yönetimi alanındaki hızlı değişimlere paralel olarak işletmelerin sürekli büyümeleri sonucu ortaya çıkan işletme içi problemlerin çözümünde çalışanların sosyalleşme ve demokratikleşme gibi somut adımlarla sisteme ‘yaşayarak’ uyumlanmalarıdır. Başka bir deyişle işgörenlerin işyeri, işletme ve teşebbüs düzeyinde alınan kararlara demokratik bir mekanizma içinde katılmaları, bu kararların uygulanması ve sonuçların değerlendirilmesinde söz ve yetki sahibi olmalarıdır. İşte bu uygulamalar ve ortaya konan örnekler her ne kadar yönetime katılmanın çeşitli boyutlarını ifade ediyor olsalar da işletmesel demokratikleşme ile büyük ölçüde “yönetime katılma” işlevini kastettiğimizi belirtmeliyiz. Hâlbuki endüstriyel demokrasi kavramının içeriğine bu anlamdaki yönetime katılmadan başka, -yönetime katılmanın dışında- başka işlevlerin de dahil edildiği görülmektedir. Bunlar ‘kâr’a katılma’, ‘birlikte yönetim ve karar alma’, ‘birlikte belirleme’ (Alm. Mitbestimmung), ‘özyönetim’ ve ‘örgütsel demokrasi’ gibi kavramlardır.
Endüstriyel demokrasiye verilebilecek en iyi örneğin Almanya’daki gelişim ve uygulamalar olduğunu söyleyebiliriz. Almanya’da endüstriyel demokrasinin temeli 1840’larda başlayan mücadelelere dayanmaktadır. 1849’da “fabrika komiteleri”, 1905’te ise “işçi komiteleri” kurulmuştur. 1919’da çeşitli konularda geniş yetkilere sahip olarak “iş konseyleri” devreye girmiştir. Almanya’da endüstriyel demokrasi alanında bir devrim niteliği taşıyan ve tüm diğer Avrupa ülkelerine de örnek olan esas uygulama “Birlikte Belirleme-Yönetim”dir. Birlikte Yönetim, Almanya’da 2. Dünya Savaşı sonrasında kabul edilmiş ve ülkedeki tüm işçi kuruluşları ile toplumsal örgütler tarafından içtenlikle benimsenmiştir (4 Mayıs 1976 -BGBl. I S. 1153-, Yürürlük: 1 Temmuz 1976).1
Birlikte Yönetim sistemi üç önemli ayaktan oluşmaktadır. Bunlar; gözetim kurulu, yönetim kurulu ve işyeri konseyleridir. Gözetim kurulu 5’i işçi temsilcisi, 5’i işveren temsilcisi, 1’i de tarafsız üye olmak üzere toplam 11 üyeden oluşur. İşletmenin büyüklüğüne göre bu rakam 15 ya da 21 olabilmektedir. Gözetim kurulları işletmenin uzun vadeli hedeflerinin tespitinden, çalışma şartlarının iyileştirilmesine ilişkin kararlara kadar birçok konuda yetkileri vardır ve en önemli görevlerinden birisi de yönetim kurulunu seçmektir. Yönetim kurulları üç müdürden oluşmaktadır. Gözetim kurulunca belirlenen bu üç müdürden birisi üretim, diğeri satış, üçüncüsü de işgören sorunları ile ilgili olarak görev yapmaktadırlar. İşgören sorunları ile ilgili müdür işçi temsilcilerinden atanır. Dolayısıyla aslında bir işçidir. Fakat diğer iki müdürün sahip olduğu tüm haklara ve yetkilere sahiptir. Birlikte Yönetimin üçüncü ayağını oluşturan “işyeri konseyleri” ise bir işyerindeki tüm işçileri temsil eden bağımsız bir organdır. Oldukça geniş ilgi ve yetki alanları vardır. Bunlardan bazıları; ücretlerin belirlenmesi, çalışma saatleri, izinler, tatiller, iş güvenliği ve diğer tüm sosyal haklar olarak sayılabilir. Bu görünümü ile işyeri konseyleri adeta sendikaların fonksiyonunu yerine getirmektedirler. Ancak sendikaların görevleri ile konseylerin görevlerinin çakışması durumunda kanun önceliği sendikalara tanımaktadır. İşyeri konseyleri, sendikalarca toplu pazarlıkta konu edinilmeyen diğer düzenlemeler üzerinde durmaktadır.
Yukarıda belirtilen şekliyle “Birlikte Yönetim Modeli” Almanya’da çalışma barışının sağlanmasına, ücretlerin artmasına, çalışma şartlarının iyileşmesine, verimliliğin artmasına ve işçilerin refah seviyesinin yükselmesine önemli katkılar yapmasının yanı sıra etkin bir endüstriyel demokrasi uygulaması ile diğer ülkelere de bu alanda son derece güzel bir örnek olmuştur.**
Süreçsel gelişiminde endüstriyel demokrasi kavramı daha geniş bir biçimde ele alınmış ve başka boyutları da içerir hale gelmiştir. Gerçekten işyeri düzeyinde işçinin kendisini direkt ilgilendiren konularda yönetime katılmasını esas alan endüstriyel demokrasi talebi, zaman içinde işletme yönetimine katılma, sektör düzeyinde katılma, milli düzeyde katılma gibi çeşitli boyutlarda alan genleşmesi yaşamıştır. Bu dönemde üretimden denetime, kâra kadar her alanda katılım, danışılma ve bilgi talebi hak olarak görülmekte ve endüstriyel demokrasi işçi ve işverenlerin ötesine geçerek toplumu yönlendiren bir kavram özelliği göstermektedir.
Gerçekten günümüzde endüstriyel demokrasinin toplum yaşamını doğrudan ilgilendiren bir kavram olduğu bazı tanımlardan anlaşılmaktadır. Buna göre endüstriyel demokrasi, insanın kişiliğine saygı gösterilen ve tüm bireylerin fırsat açısından eşit olduğu, ancak sarf ettikleri çaba, teşebbüs gücü ve sahip oldukları zihinsel ve bedensel niteliklerle ödüllendirildikleri bir toplum düzenidir. Görüldüğü gibi endüstriyel demokrasi bir üst kavram niteliği taşımaktadır. Ayrıca bu tanıma göre endüstriyel demokrasi işçi ve işverenlerin ötesinde toplumu da kapsamaktadır. Başka bir tanımda da, prensiplerden söz edilerek üst kavram özelliğine dikkat çekilmektedir. Bu tanıma göre endüstriyel demokrasi, özgür bir toplumda yönetim ile emeğin temsilcilerinin yönetişim sistemine katılımlarının temelindeki prensipler bütününü açıklamaktadır.2
Bazı tanımlarda ise, güç dağılımına doğrudan dikkat çekilmektedir. Örneğin genel kabul gören bir tanımda, endüstri içindeki sosyal gücün dağılımı, bir azınlığın elinde toplanmasından ziyade iş ile meşgul olan herkes arasında paylaşımı olarak değerlendirilmektedir.3 Endüstriyel demokrasi kişisel çıkarların keyfi ve kötüye kullanımını önlemek amacıyla sanayide güç birikimini engellemeyi, bunun için de biriken gücü parçalamayı amaçlamaktadır.4 Gücü vurgulayan başka bir tanımda endüstriyel demokrasi, işçilerin veya temsilcilerinin istihdam edildikleri yerlerde otoritenin dağılımı ve odağını değiştirme ile bağlantısı olan kararlar üzerinde güç kullanımı olarak açıklanmaktadır.5 Bu anlamda, endüstriyel demokrasi işçi ile işveren arasında eşitliği sağlamaya yöneliktir. Kararlar üzerinde güç kullanımı, yönetimin tek başına karar vermesinden ziyade işçilerin de kararlarda söz sahibi olması, yönetime katılması anlamına gelmektedir.
Endüstriyel demokrasinin işletmesel demokratikleşme kavramına dönüşmesinde ana faktör daha önce de işaret ettiğimiz üzere, çalışanların yönetime katılması işlevinin süreçsel kategorileridir. Yönetime katılım işletmesel demokratikleşme açısından ‘olmazsa olmaz koşul’ olmasının yanı sıra, yönetişim açısından iki ana dala ayrılmaktadır. Etkinlikleri farklı olabilen bu dallar, çalışanların yönetime katılımı ve çalışan katılımı olarak nitelendirilebilir. İkisi arasında bazı farklar bulunmakla beraber, etkinlik yönüyle işlevsellikleri başkalıklar içerse de her ikisi de yönetişimin özgünlüğü, yani araçsallığı açısından önemlidir. Kuramsal açıdan çalışanların yönetime katılması daha etkili bir unsur olarak gözükse de, pratikte bazı durumlarda katılımcıların etkinliği ön plana çıkmakta ve çalışan katılımı çok daha tesirli olabilmektedir. Bunun dışında çalışanların yönetime katılımı ilgili işletmedeki sendikalılık oranı, sendikaya duyulan güven, sendika üyesi olmayanların yaklaşımı, işletme gerçeklikleri vb. durumlara göre çalışanların bu hususta alacağı seçme kararına göre belirlenir. Örneğin, KOBİ’lerde hem içinde bulunduğumuz çağın konjonktürelliği hem de sendikalaşmanın çok düşük oranda olması gibi nedenlerden ötürü tercih yaygın olarak “işçi katılımı” yönündedir. Aşağıdaki tabloda her iki katılım türünün boyutsal özellikleri gösterilmektedir:6
  İşçilerin Yönetime Katılması
              İşçi Katılımı
İşçi sendikaları, devlet ve AB düzenlemelerinin teşviki
Gönüllülüğe dayalı işveren ve yönetim ilgisi tarafından teşvik
Çoğulcu ve hak odaklı
Bütüncül ve işletme merkezli
Kolektivist
Bireysel özelliktedir
Sendika üyesi işçi temsilcileri aracılığıyla temsil
İşçi bağlılığını ve örgüte desteğini sağlama eğiliminde
Dolaylı katılım
Çalışanlara odaklı
Operasyonel ve stratejik etki etmeye yönelik güç merkezli
Görev merkezli

* “Endüstriyel Demokrasi” olarak lanse edilen kavram, işletmelerin eninde sonunda emir-komuta zincirine dayanan ve bu meyanda duruma bağlı olarak bazen belirlenmiş-sınırlandırılmış/kısıtlanmış hiyerarşik kurallı uygulamalar gereğine dayalı realitesi nedeniyle tarafımızca yeterince gerçekçi bulunmadığından dolayı söz konusu konsept, tedrici de olsa süreçsel demokratikleşmenin pratiğe döküldüğü örneklerin canlılığından dolayı ‘işletmesel demokratikleşme’ olarak dönüştürülmüştür.
1 https://de.wikipedia.org/wiki/Mitbestimmungsgesetz [Erişim: 08.09.2015]
** Böyle bir sistemi tecrübe etmeyenleri hayrette bırakacak düzeyde iyi bir model olup, uygulamalarda muallak kalınan durumlarda çalışan lehine karar alınması enformel olarak kabul görmüş doğal bir mutabakattır.
2 R. H., Roberts, ’ dictionary of industrial relations, BNA Boks, Hawaii, 1994, s. 332
3 F. E. Emery, E. Thorsrud, Form and Content in Industrial Democracy. Routledge, 2003, s. 4
4 a.g.e., s.377
5 M. P. Lansbury, N. Wailes, “A comparative analysis of developments in industrial democracy”, Industrial Relations. Vol:40(3), 2001, s. 491


6 P. Lewis, A. Thornhill, M. Saunders, Employee Relations: Understanding the employment relationship. Pearson Education, Harlow, 2003, s. 259

5 Eylül 2017 Salı

Temellendirme Sorunu: Özgür Düşüncenin Zindanı



                                                                                                 “İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı. ‘’
                                                                                                                                                                             Hz. Ali

Bu makalenin gayesi bilimin bir araç ve yöntemlerinin yanı sıra kuramsal yapılara dayanan fikri yaklaşımlarının da çok çeşitli olduğunu, bu nedenle de ispat, kesin çözüm veya sonuçlar iddiasında olamayacağını göstermektir. Bunun için gerek felsefede gerekse bilim öğretisinde merkezi bir problem olan temellendirme sorunu çıkış noktamız olacaktır. Genel olarak dünyada ve bilhassa ülkemizde bilim adına ortaya konanların ‘kesin gerçek budur’ tarzında tutucu ve buyurgan zorlamalar olduğuna şahit olmaktayız. Sadece evrim teorisi tartışmalarını bu duruma örnek olarak göstermemiz yeterli olacaktır. Teknolojinin hızlı ve zincirleme gelişimi, adeta kendiliğinden ilerlemesi ve bilimin çekirdeği olan teorik düşünmenin bu devinim içinde eriyerek teknoloji ile özdeşleşmesi, bilim insanı kavramını yalnızca bir unvan düzeyine indirgemiştir. Öyle ki zaten ön yargı, taassup, bencillik, kibir vb. zihni kirleten ve çürüten menfi niteliklerle kuşatılmaya müsait olan insan bilgisi -ki bilim insanı bundan muaf tutulamaz- bilimin kurumsal hale gelmesiyle dokunulmazlık zırhına bürünen baskıcı bir ideolojiye dönüşmüştür. Oysa felsefi düşünmenin ana görevlerinden birisi eleştirel, yapıcı ve özgürlükçü bir biçimde insan kültürünün farklı alanları arasında; örneğin bilim, hukuk, ahlak ve din, sanat ve edebiyat, teknik, ekonomi ve siyaset vs. bağlantı tesis etmektir. Bizim açımızdan ise hikmet, irfan, marifet, tefekkür vb. unsurları içeren ilimin özellikle zamanla kategorileştirilerek bilime, bununla beraber sıkı bir disiplinler ağına dönüşmesi kültür ve düşünme alanımızı daraltmıştır. Üstüne üstlük ‘içtihat kapısının kapatılması’ ve tasavvuf gibi bir dünya görüşünün kaybı ile derinlikli düşünme ve eylem kabiliyetimiz rafa kaldırılmıştır. Bugün insanlığın alternatif bazı akımlarla delmeye çalıştığı, bir tür totem ve kutsal inek haline gelen bilim ruhaniyeti maddiyattan beslenen gruplar diktatoryasının hem amacı hem de aracı olmuştur. Gelinen noktada ya insan putunu ya da putu insanı yiyecektir.
Bilginin anlamını ve değerini kavramaya çalışan, doğru ve gerçek bilgiyi sıradan düşüncelere, ihtimallere ya da sübjektif görüşlere karşı sınırlandırmak ve muhafaza etmek isteyen bilim insanı, ister istemez önemli, hatta bilginin doğruluğu ve güvenirliliği açısından belki de en can alıcı bir sorunla karşılaşacaktır: Temellendirme Sorunu. Bilim insanı evrene, dünyaya ve hayata dair bakış açısını bilimsel nitelik içeren bilgi doğrultusunda oluşturur. Bunu günlük, sıradan bilgi olarak nitelediği “Halk Birikimi”nin önüne geçirir. Burada halk birikimi olarak vurguladığım kavram, insan ve toplum hayatının genelini kapsayan ve yeryüzündeki topluluk ve/veya toplumların gündelik yaşantısını idame ettirmesinde birincil rol sahibi olan karmaşık ama ilişkili bilgiler kümesidir. Bu birikim içinde fikirlerin doğru veya yanlış olması çok da hayati bir önem arz etmez. Bu bağlamda inanç-batıl inanç, somut-soyut, doğru-yanlış, fizik-metafizik vs. olguların keskin bir biçimde ayırt edilmesi de elzem değildir. Bu dallı budaklı kümenin içinde düşünceler, fikirler olduğu gibi duygular da yer alır. Bu kümeyi gelenekler-görenekler, âdetler, örf, töre vs. unsurlar oluşturur. Bunlar kendine has açıklaması hatta mantığı bulunduğu varsayılan kemikleşmiş yalın durumlardır. İşte tam da bu noktada bilim insanı, kendi açısından inanç, sanı veya metafizik olarak addettiği bu türden yansımalara karşı mesafeli durur, onları bilim dışı olarak rafa kaldırır; hatta sıklıkla onları kısmen ya da tamamen reddeder. Oysa bilgi Eflatun’un Theaetetos’unda tanımladığı gibi bir nevi “gerekçelendirilmiş doğru inanç”tır. Yani, nihai olarak bugün öyle ya da böyle sözünü ettiğimiz bilimsel bilginin çıkış noktasının inanç ile yakın bir ilişkisi vardır. İnanç olarak adlandırdığımız sistemler bütününün günümüze değin uzanan birçok bilimsel erişimde oynadığı rolü yadsımamamız gerektiği kanaatindeyim. Ancak, genel anlamda bu durumun göz ardı edildiğini ya da bilinçli olarak unutturulduğunu, bilimin de zamanla bir gelenek haline geldiğini söylemek pek de yanlış olmayacaktır.
Bilginin felsefesinden teorilerin egemenliğine uzanan bilim insanı, felsefi düşünme tarzının sorguladığı bilginin gerçekliği ve sağlamlığı sorusu ile karşı karşıyadır. Teorinin dayandığı esas sorgulanmalı, sınamalara tabi tutulmalıdır. Hatta Popper’in vurguladığı gibi teorinin bilimsel olup olmadığı dahi irdelenmelidir. Ulaşılan bilginin amacı açık bir şekilde gerçeği elde etmemizi ve bunu bilmemizi sağlamaktır. Bilginin gerçek olduğu hususunda emin olabiliyorsak, bilgimizin köklü bir temel üzerine oturduğu sonucuna varabiliriz. Yani; eriştiğimiz bilimsel bilgi temellendirildiği takdirde şüphelerin üstünde yer alacaktır. Salt temellendirmenin oluşturulması ve bununla birlikte ikna olduğumuz hususların haklılığı da bizleri bilginin tamamen doğru olduğu konusunda tatmin etmeyecektir. İşte tamda bu noktada kişi, kendini daha da sağlam bir sebeplendirmeye ulaştıracak olduğuna inandığı ‘’Arşimet Noktası”nı aramaya başlar. Arşimet noktası ile kastedilen sağlam ve tam anlamıyla güvenilir bir gerekçelendirme, açıklayıcı bir sebep veya mantıklı bir silsile ve düzen içindeki sebepler zinciridir. Buradan hareketle belirli koşullar altında bütün gerçek bilgiler gerçek, bütün yanlışlar yanlış olarak ortaya çıkmalıdır. Gerçekliği tanıyabilme ve tespit edebilme açısından bilimsel bilginin arşimet noktasını aramak tam bir temellendirme fikrinin özünü teşkil eder. Bu şekilde sadece bilgiye ilişkin sağlam bir temellendirmeye değil, aynı zamanda temellendirme sorununun altında yatan yöntemsel problemlerin çözümüne de yaklaşılır. Yaptığımız bu tanımlar üzerinden eski mantık kitaplarında sıklıkla düşünmenin önermesi olarak sunulan yeterli sebep (principium rationis sufficientis) prensibini irdelemek uygun olacaktır.
Bu ilkeyi yöntemsel prensip olarak formüle ettiğimiz takdirde elde edeceğimiz dayanak, akılcı düşüncenin klasik metodunda belirtilen ön doğruyu karşımıza çıkaracaktır. Söz konusu esas, klasik akılcı modelin ortaya koyduğu baskın düstur ile şunu talep eder: Tüm ikna oluşlarımızın ve buna bağlı olarak iddialarımızın gerçek olduğunun açıkça ortaya çıkması, bir nevi ispatı için temellendirici, yeterli sebep sürekli aranmalı ve sonuç olarak inşa edilmelidir. Bu da doğal olarak yeterli sebep prensibinin sadece teorik alanı değil, ahlaki ve siyasi bütün ikna oluşları, her çeşit iddiaları kapsamasına ve böylece ilgili prensip çerçevesinde oluşturulan fikirlerin, görüşlerin ve kanaatlerin genel olarak –içinde zorunluluk bulunduran bir biçimde- kabulüne neden olacaktır. Dolayısıyla sadece ön şart olarak ortaya çıkan düşünme işlevinin ulaştığı arşimet noktası, bilginin doğru, gerçek, geçerli ve gerekçeli temellendirilmesi için bir mutlak haline dönüşen sağlam ve geçerli varsayılan sonuç noktası olarak karşımıza çıkacaktır. Görüldüğü üzere arşimet noktası ile başlayan sebeplendirme süreci önce arşimet problemine ve nihayet düşünme, gözlem, ölçüm, değerlendirme, analiz vb. yollardan geçilerek “Arşimet Sonucu”na uzanmaktadır.
Klasik temellendirme fikrinin savunmacı refleksi, doğru temellendirmeye sahip olunması halinde gerçeğin bulunduğu ve onun bilindiği kanaatini taşır. Bu türden bir düşüncenin sahipleri ve günümüz insanının çoğunluğu açısından yeterli sebep prensibine olan inanç tipik bir durum olmakla beraber, günlük yaşamda bu ilkenin tam da bilincinde olunmadığını söyleyebiliriz. Ama buna rağmen bu fikir canlı bir haldedir ve yaklaşık olarak şu temel ilkeye karşılık gelir: Eğer bir ifade veya açıklamanın gerçek olduğundan emin isek, bu ifade veya açıklama için gerçek bir sebep vardır. Artık bu noktadan itibaren yeterli sebep prensibi bir çeşit yönlendirici fikir haline dönüşür. Buna göre gerçek imkân dâhilindedir. Diğer bir deyişle gerçek, gerçeği ifade etmek daima olabilirdir. Ancak, kanımca bu olabilirlik gerçeğin bilindiği anlamına gelmez. Hangi durumda olursa olsun iki olanak var ise ve bunlardan biri gerçek olmak zorundaysa, birçok evetlenebilir veya hayırlanabilir cümleler kurabiliriz. Örneğin; yarın sayısal lotoda kazanacağım veya kazanmayacağım üzerine imkân dâhilinde olan birçok açıklamayı ifade edebiliriz. Buna benzer bir cümle kurduğumuzda bunlardan yarısı salt gerçek olacaktır. Ama bu ifade ile gerçeği bildiğimizi bilebilirmiyiz? Loto oynadığımızı ve 6 sayıyı da bildiğimizi varsayalım; bu tesadüfen gerçeği bulduğumuzu gösterir, yoksa gerçeği bildiğimizi değil! İşte tam da bu nedenle yukarıda vurguladığımız yönlendirici fikrin, yani yeterli sebep ilkesinin gerçeğin ifadesini mümkün kılabileceğini ama bu vasıta ile gerçeğin bulunduğunun bilinmesinin ise imkânsız olduğunu söyleyebiliriz. Bundan hareketle ortaya çıkan risk şudur; yeterli sebep prensibi kişiyi öylesine yanlış yönlendirebilir ki bunun neticesi zihinsel bir bataklığa sürüklenme ihtimalidir. Ayrıca, bu yanlış yönlendirici fikir bizim hakikate yönlenmemiz hususundaki gerçekçi girişimlerimizin de yolunu kapatabilir.
            Bir ifadenin gerçekliği açısından temellendirmenin gerçek olup olmadığını bilemiyorsak geleceğimiz nokta bu temellendirmenin de tekrar temellendirilmesi gerekliliğidir. Yani kim kesinlik arz eden bir temellendirme yapmak isterse ortaya koyduğu sebepleri de temellendirmelidir. Bu da kişiyi sonu gelmeyen kısır bir döngünün içine sokacaktır. Bu kısır döngü de hiçbir zaman sonlanmayacak en son temel, asıl sebebe sürekli bir geri gidiş şeklinde ifade edilebilir. Yeterli sebep ilkesinin savunucuları asıl nedene devamlı bir şekilde geri gidişi önlemek ve bütün bir temellendirme zincirini geriye doğru kat etmemek için sürecin iyi niyetle sona erdirilmesi görüşünde mutabıktırlar. Bu yönteme göre kişi devamlı olarak yeterli sebep için geriye gidemez ve temellendirme zincirinde öyle bir ifadeye varılır ki bu son bir temellendirme olarak yeterince açıklayıcı, kendiliğinden anlaşılır ve aydınlatıcıdır. Öyle ki daha fazla sorgulamanın gereği kalmamıştır. Bu türden açıklayıcı, aydınlatıcı veya kendiliğinden anlaşılır gibi söylemler bizi sıkı bir temellendirmeden vazgeçirmek için yeterlidirler. Ama bu tatmin durumu aslında sağlam gerçeğin temellendirilmesi yönteminin bir noktada terk edilmesi anlamına gelmez mi? Bu noktada şunu diyebiliriz: Yeterli sebep metodu fonksiyonlarını kaybetmiştir. Yani temellendirme zinciri tam bir temellendirme yapılmadan kesilmiştir.
Yukarıda belirttiğimiz biri birine bağlı sözde çözümler, yani kısır döngü ile sürecin sona erdirilmesi, çifte sanrı olmaktan öteye gitmemektedir. Buna bir üçüncü yanılsama olaraktan doğa bilimcilerin “aynı şartlar altında aynı şeyler meydana gelir veya aynı şartlar altında aynı olasılıklar ortaya çıkar” şeklindeki meşhur söylemlerini de ekleyebiliriz. Bu söylemin niçin gerçek olduğunu sorguladığımızda verilen yanıt; gözlemler neticesinde doğa bilim bunun böyle olduğunu tasdik etmektedir, şeklindedir. Yani burada da dairesel bir temellendirme ile devamlı başa dönülmektedir ki, bu da yeni bir aldanmadan başka bir şey değildir.
Hans Albert temellendirme düşüncesinin ‘bataklığından’ sıyrılmak amacı ile yapılan bu üç nafile girişimi, kendini perçeminden tutarak bataklıktan kurtaran Münchhausen isimli yalancı barona istinaden Münchhausen-Trilemma olarak tanımlamaktadır. Münchhausen-Trilemma’ya yalnızca tümden gelimci temellendirme arayanlar değil, sağlam bir gerçeklik temellendirmesi bulmayı deneyen herkes maruz kalacaktır. Buradaki asıl tehlike ise kişinin sözde hakikate sahip olduğu iddiasıyla dogmacı olması ve bununla birlikte insana zulüm yapması, hatta kurbanlar istemesi ihtimalidir. Temellendirme fikrinin insanın hata yapabilme özelliğini gözden kaçırdığını söyleyebiliriz. İnsanın üreteceği tüm teoriler belirsizlik veya yanılabilirlik özelliğine sahiptir. Bundan hareketle gelinen fikri sonucu Hans Albert ‘Fallibilismus’ olarak adlandırmaktadır ki bu Sokrat’ın ‘bilmiyorum’ savının izm’leştirilmiş halidir.
Kanımca, her ne kadar ‘klasik’ bir sorun gibi görünse de temellendirme fikrinin, bilimsel bilginin nasıl bir kısıtlamaya, hatta teorik düşünmenin ve bu bağlamda bilim-teknoloji ikilisinin ürettiği verilerin dahi nasıl bir dogmalaştırmaya ve şüpheciliğe yol açabileceğini göstermiş olduk. Hiçbir kanıt, işaret veya ölçüt herhangi bir ifadenin tam ve kesin gerçek olduğunu ortaya koyamaz. Öyleyse hiç kimse hakikate sahip olduğunu iddia edemez. Bu yüzden sağlam bir temellendirme arayışından vazgeçilmeli, bunun yerine sağlam olarak nitelendirdiğimiz bilginin olası yanlışlarını ve alternatiflerini aramalı, diğer bir deyişle bilgiye eleştirel yaklaşmalıyız. Eleştirel akılcılık öğretisinin belirgin yapı taşı olan bu açılım, tam bir temellendirme kuramının dogmacılığa götüren yollarına karşı bir nevi set oluşturur. Buna göre, sağlam bilgi talebinden vazgeçilmelidir. Bütün bilgi ve eylemler yanılabilir ve revize edilebilir olmanın yanı sıra daha iyi için düzeltilebilirdirler. Temellendirme fikrinin kendinden anlaşılabilir kabulüne karşılık, eleştirel akılcılık daha dikkatli bir vurgu olan şu an için sorunsal olmayan tabirini kullanır. Kuramların yanlışlanabilir olması, bilimin ilerlemesini ve insanlığın gelişimini sağladığı gibi insanın hakikati devamlı bir şekilde aramasına ve ona yaklaşmasına katkıda bulunacaktır.
Uçsuz bucaksız olan ilmi, bilim başlığı altında sınırlı bir okyanusa dönüştüren insan, böylelikle daha mı ön yargılı, kısıtlı, iddiacı, bencil, acımasız ve soğuk bir hale dönüştü? Bilim insanının bilimsel saplantısı pozitivist bir hapishane mi? Her şey bir yana nezaketten uzaklaşıp fikir kabul ettirme yarışı içinde çirkinleşen bilim insanına her an çürütülmeye açık olan iddialarını çok da ciddiye almaması gerektiği her halde sıkça hatırlatılmalıdır. Aksi takdirde: “Gerçek şu ki biz insanı en güzel şekilde yaratırız ve sonra o aşağıların en aşağısına indirilir”. (Kuran-ı Kerim 95/4-5)
KAYNAKLAR
Esed Muhammed, Kuran-ı Kerim Meali
Popper K. R., Logik der Forschung (Araştırmanın Mantığı)
Albert Hans, Traktat über die Kritik der Vernunft (Aklın Eleştirisi üzerine İnceleme)

Feyerabend Paul, Science In A Free Society (Özgür Bir Toplumda Bilim)

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...