14 Nisan 2013 Pazar

BATILLAŞMA-1: ÇALIŞMA HAYATI VE ÇOKLU ZEKÂLAR (!)


 Bilgimiz, bildiğimiz kritik bir parça, hipotezlerden bir ağ, tahminlerden bir doku…

  Sir Karl R. Popper

Son elli yılı kapsayan ve özellikle son otuz yılda belirginleşen dönemde insana ilişkin tüm alanlarda, kısaca edebiyattan bilime, sanattan felsefeye, soyuttan somuta insanı ilgilendiren her türlü üretimin, statik veya dinamik insana sunulan her türlü şeyin gerçekten çok büyük bir devinim içinde gerçekleştiğine şahit oluyoruz. Birbirine bağlı veya direkt bağlı olmasa da ilintili olduğunun daha da belirginleştiği çağımızda gelişimsel hızlanma ve çeşitlilik hiçbir dönemde –bilgimiz dahilinde- bu denli sarsıcı olmamıştır. Bu sarsıcılığın Avrupa’da 18. ve 19. yüzyıllarda yaşanan endüstri devrimiyle oluşan “sosyal sorun” ile ortaya çıkan sosyo-ekonomik, siyasal ağırlıklı meselelerinin şeklen değişik sürümlerinin daha farklı ilâvelerle ve genleşerek asrımızda da devam ettiğini görüyoruz. İlki tarımdan endüstriye geçişte meydan gelen, şimdiki ise endüstriden bilişime/bilgiye ve bunun maddeselliğine geçişte oluşan sorunsalın günümüzdeki tezahürü çok sayıda somut ve soyut başlık altında sıralanabilir: Küreselleşme, bunun getirisi yerelleşme, gelir dağılımındaki derinleşen adaletsizlik, çok sayıda bölgesel çatışma, sıra dışı terör, geniş kapsamlı ve uzantılı iklim ve çevre sorunları, baskı, kapalı toplum eğilimleri, açlığın yaygınlaşması, metropol dengesizlikleri, dumurlaşma sendromları, psikoz hastalıklar, kaygı, korku, takıntılar, çeşitlenen hastalıkların eşlik ettiği ömür uzaması, kirli-belirsiz ekonomik kökenli ortamlar, sıçrama karakterli teknolojik gelişim vs. Bir dizi yazıdan oluşan bu serinin ardında-temelinde bir ana başlık-tema olacak: Batıllaşma.
Batıllaşma çürük, mistifize-gizlemli gerçekliği saptırma, gerçeklikten uzaklaştırıcı, sömürücü, çabuk tüketme, savurganlık, tahammülsüzlük, özel alana tecavüz, şiddet,  sefilleştirici, vb. olumsuzluklara, çeşitli kandırmacalara ve umursuzluğa yol açan post modern yersizliklere, bazen karmaşıklık bağlamında “moda akımsal saçmalıklara” atfettiğim genel bir adlandırma. Bu yazı dizisinde amaç post moderni reddetmek, kötülemek değil; burada amaç özellikle insanın çalışma hayatı içine sokulan veya sokulmak istenen bazı çalışmaları büyüteç altına almak ve kritik bir yaklaşımla inceleyip değerlendirmektir. Çünkü çalışma hayatı için bilinçli veya bilinçsiz yaptığımız bazı çalışmalar pozitif katkı yerine olumsuz gelişmelere, hatta bazen daha dramatik savrulmalara ve sonuçlara, travmatik durumlara ve ortam çürümelerine sebep olabilmektedir. Bunun dışında bireyler üzerinde de nahoş psikozlara, bozulmalara yol açabilmektedir. Bu türden vakaların tetiklenmesinde dikkat çekici olan yapaylaştırılan bilim ve din üzerinden türetilen istismarlar olup, arka planlı amaç edimi maddi-manevi getirim üretimine tahvil etmektir. Bu kapsamlı konuya ilişkin ilk denemem aşağıda sunduğum H. Gardner’ın “çoklu zekâ kuramı” olarak “piyasada” yer bulan çalışmasına getirdiğim kritik yaklaşım olacaktır. Genel olarak kritiğe/eleştiriye yüklenen olumsuz anlamlandırmaya karşı bir hatırlatma: Kritik başka, farklı açılardan bakmaktır, farklı okumalar yapmak ve olabildiğince bilimsel-ilmi olarak yaklaşım için gayret sarf etmektir. Bu da sabır ve sebat gerektiren bir eylemdir.
Gardner'ın zekâ bölümlemesinin "teori" mi, yoksa sadece bilişsel/kognitif bir çıkarım-anlatı mı olduğu tam olarak ortaya konmadan, kendisi ve ekibinin sunduğu ağırlıklı izlenimsel gözlem temelli "oluşturulan bir düşünce dizimi"  üzerinden birey eğilimlerinin (mesleki ya da başka alansal) belirlenmesinin veya buna benzer sezinleme-öğrenme proseslerinden hareket etmenin sözde (pseudo) girişimler olabilme potansiyelinin yüksek olduğu, böylelikle ortaya koyduğu sistematiğin, bakış açısının rant amaçlı dönüştürülebileceği kanısındayım. Bu kanaatimi destekleyen en önemli gerçeklik, pazar-piyasada yaygın bir şekilde arz edilen çeşitli zekâ tipleme/türlerine ilişkin ürünlerdir. Belki daha da ciddi olan durum, bu yönde eğitim alanına ilişkin çocuklar üzerinden başlayarak daha ileri yaşlara varan seviyede ortaya konan “bilinçsiz deneksel” uygulamalardır.
Bilindiği üzere, Gardner zekânın biyopsikolojik bir potansiyel olduğunu ve kültürel değerlerden derinlemesine etkilendiğini savunur: ‘‘…bir kültürel ortamda problem çözme veya kültürün bir değeri olan bir ürün yaratma bilgisinin etkinleştirilebilir biyopsikolojik potansiyelidir.’’ (Gardner, Howard,1999, Intelligence Reframed: Multiple Intelligences for the 21st Century) Bundan hareketle tek zekâ düşüncesine karşı olarak çoklu zekâ savını ortaya koyar. Gardner’ın asli çıkış noktası psikometrik ölçümlere dayandırılan iki suretli “tek zekâ” fikrinin (mantık/matematik-sözel) çok yönlü handikaplar oluşturduğudur. Acaba bu bölümleme doğru bir yaklaşım mıdır? Daha doğrusu Gardner’ın “çoklu zekâ” görüşü gerçekten bir bölümleme mi, yoksa çok yönlü bir düşünce dizinini daha açık ve iyi anlaşılması amacıyla kullandığı yöntemin sadece bir aktarımsal yansıması mıdır?

Dil/köken bilimsel olarak incelediğimizde, zekâ kelimesinin Arapçadan dilimize alındığını görürüz. Arapçada "zihin parıltısı, parıltı, ateşin körüklenerek kızıştırılması " manalarında da kullanılan zekâ sözcüğü, Türkçede “anlamak” fiilinden hareketle “anlak” olarak da; yani anlama ve bazen algılama yeteneği manasında da kullanılmaktadır. Batı dillerinde ise zekâ, Latince “intellegere“ sözcüğünde kök bulur; anlama, şeyler arasında seçim yapma, çağrışım yapma, imgeleme, yargıda bulunma, usavurma, soyutlama gibi manalarda kullanılır. Zekâ kelimesi, psikolojide, daha doğru bir deyişle diferansiyel psikolojide (differential psychology) bileşik/sentetik bir kavram olarak insanın “bilişsel performans yeteneği” olarak genellenmiş bir taban bulur. Bu tanımlarda dikkat çeken vurgulama, zekâ ile anlama arasındaki bağ ve zekânın yetenek olarak da belirtilebildiğidir. Buna göre, zekâ zihin ile ilişkilidir ve insan zihninin üretimleri ile birçok yeteneğin bir nevi sentetik birleşimidir. Yani zihnin potansiyelinde oluşan bir güçtür. Zihnin anlama, kavrama, öğrenme, düşünme, hafıza yönlü işlevlerini de kapsar. Psikoloji de ise akıl, bilgi, kişilik ve yaratıcılık vb. öne çıkarılan alt sınıflara ayrılarak ele alınmaktadır.

Zekâya dair modern çalışmalara göz attığımızda sayının hiç de az olmadığı görülecektir. Bu çalışmalarda başlıca iki nitelendirme ortaya konmaktadır: Biri anglo-sakson-amerikan, diğeri cermen (german) kaynaklı bakış açılarıdır. Birincisinde çalışmalar teori, ikincisinde ise ağırlıklı olarak model(leme) olarak adlandırılmaktadır. Bizde ise nitelendirme de teori takısı baskındır. İki nitelendirme arasındaki farkın önemi zekâya dair çalışmaların bilime, bilimsel bilgiye olan yakınlığı ile ilgilidir. Bilindiği üzere bilimde tek bir teoriden hareketle bağlantılı pek çok teorinin oluşturduğu paradigmal sistemlere ulaşılabilir ve bu sistemler vasıtasıyla çok sayıda standart modeller oluşturulabilir. Burada önemli olan bu modeller üzerinden çok detaylı, yüksek teknolojiye dayalı deneylerin yapılarak “sıkı-zorlu” sınamaların gerçekleştirilmesidir.

Yukarıdaki belirtimler doğrultusunda, Gardner’ın çalışmasını kuram değil, modelleme olarak sınıflandırmak ve eleştirel açıdan değerlendirmek istiyorum. Bu kritiğin başlıca nedeni, çoklu zekâ modellemesinin bir piyasa ürünü olarak standart bir modelmiş gibi sunulması ve oluşturabileceği risklerden kaynaklanmaktadır. Öncelikle, Gardner’ın tam anlamıyla dillendirmediği husus, fikrimce çalışmasına esin kaynağı olan Thurstone’un zekâya ilişkin çalışmasındaki “birincil faktörler” (primary factors) olarak adlandırdığı kavramın içeriğinde yer alan zekâ öğelerinin, kendisininkilere son derece benzer olmasıdır (L.Leon Thurstone, Zekânın Doğası/The Nature of Intelligence, 1924). Thurstone bu çalışması ile konuyu hem tartışmaya açmış, hem de gerek yaygınlık gerekse deneysel olarak daha iyi bölümlenmiş bir hiyerarşik zekâ modelini ortaya koymuştur: “Zekâ çok sayıda birbirinden farklı ve değişebilen öğelerin bileşiminden oluşmuştur.” Çok sayıda zekâ araştırmacısının görüşüne göre, Gardner son yüzyılda yapılan birçok zekâ araştırmasını görmezden gelmekte, bununla birlikte çalışmaları bilimsel araştırma sonuçları olarak son derece yetersiz olup, şimdiye değin deneysel olarak yeterli temellendirmeye haiz olamamıştır. Bunun yanı sıra Gardner’ın modellemesi oldukça güçlü kavramsal zayıflıklar içermektedir, öyle ki şimdiye kadar tam anlamıyla deneysel kestirimler sunamamıştır (Visser, B. A., Ashton, M. C. & Vernon, P. A.: Beyond g: Putting Multiple Intelligences theory to the test. Intelligence, 2006). Örneğin, 187 katılımcı ile yapılan geçerlilik çalışmasında Gardner’ın çoklu zekâları, yetenek ölçüm kategorisine ilişkin bilgiler yerine ağırlıklı olarak kişilik özellikleri alanına yönelik ipuçları vermiştir. Ayrıca, sekizli skalanın, yani zekâların sadece yarısı alanda genel olarak uygulanan ölçümlemelerin içkin güvenilirliğine göre Alpha=70 verisine erişebilmiştir. Yenilenen güvenilirlik testleri de aynı sonucu vermiştir (Adrian Furnham, The Validity of a New, Self-report Measure of Multiple Intelligence, 2009). Ağırlıklı olarak yurt dışındaki şirketlerde şahsımın da içinde yer aldığı bazı çalışmalarda, çoklu zekâlar modeli üzerine kurulu testlerde tam bir geçerlilik tecrübe edilememiş, bu testlerin verdiği tahminler klasik zekâ testerine nazaran sadece belirli yaklaşımda kaliteye erişebilmiştir. Buna bağlı olarak zekâya ilişkin akademik araştırmalarda “çoklu zekâlar” fazla ciddiye alınmamaktadır (Detlef H. Rost, Intelligenz: Fakten und Mythen, 2009).

Gardner’ın yaklaşımındaki diğer yumuşak karın biyo-psiko temellendirme üzerinden, beyin üzerine yapılan araştırmaları da konuya mündemiç kılmasıdır: Zekâlar alan spesifik birimlere –bazı faktör kuramlarında olduğu gibi- bölünebilir değildir. Aksine o çoklu zekâyı, beyinde yerleştirilmiş birbirinden bağımsız modül benzeri organizasyon biçimleri olarak nitelendirir. Her bir zekâ kendine özgü bir “nöronsal devre” olarak beyinde bulunur. Herhangi bir zekâda oluşacak zedelenmeler ve/veya yaralanmalar diğer zekâları etkilemez. Hâlbuki beyin üzerine yapılan araştırmalarda arpa boyu yol almış olmamıza rağmen; örneğin; nörodağıtım, biyolojik, fizik, kimyasal karmaşık süreçler, kuantum-mekaniksel etkileşimler,  mental ve karmaşık enerjilerin çözümlenmesi onca teoriye rağmen sürüyle soru işareti ortada ve henüz emekleme safhasında iken (The Self and its Brain, Popper-Eccles ortak çalışması) çok fazla şeyden bahsetmemiz bir yana, asılı duran pek çok tezlere dayalı karakter- düşünsel modellemeleri, teori ile karıştırmamız veya ispatlanmış, kesin çıkarımlar olarak ortaya sürmemiz ilginçtir. Gardner’ın geliştirdiği modellemenin, insanın zihinselden edimsele varan çok sayıda erişimlerine dayandırdığı ve bu dayanak üzerinden belirli koşullara, olasılıklara bağlı olarak bir tür kontenje (disipliner bölümleme) edilmiş psikoloji merkezli-ağırlıklı olarak zekâ kavramsallığının tezahürlerine işaret ettiğini düşünüyorum. Nitekim ruhsal-manevi zekâ fikrini kabul etmediği halde, bu fikirden esinlenerek dokuzuncu departman olan “varoluşsal zekâ” hakkında çalışmalar başlatmış (kendisi hala araştırma safhasında olduğu için bunu "yarım zeka" olarak da adlandırmaktadır) ve henüz biyolojik bir alan bulunamadığından bunu listeye 9. olarak sonradan ekleyebileceklerini belirtmiştir. Bu noktada soru şudur: Biyolojik alan üzerine somut bilgilere erişildikten sonra mı söz konusu zekâ modele eklenecektir, yoksa ipuçlarına rastladığımız bazı biyolojik veriler üzerinden yorumsama yapılarak mı? Özellikle son yıllarda beyin üzerine yapılan çalışmalarda beynin belirli bölgelerindeki aktivasyonlar ile yaşam içinde insanın ortaya koyduğu davranışsallık arasında belirli bir düzlemde ilintili/eş evreli (coherent) ve kısmen bağdaşık tutarlı (consistent) tezler ortaya konmaktadır. Bu tezler arasında, bilhassa psikiyatrik esaslı olanlarında, zekâ ve türevlerinden bahsedenlerin sayısı azımsanmayacak oranda dikkat çekicidir (ülkemizde özellikle Prof. Nevzat Tarhan’ın çalışmaları). Örneğin, deneysel çalışmalarda beyinde bulunan bazı alancıklar, davranış ve dışavurum belirtilerine göre söz konusu zekâlar ile ilişkilendirilmektedir. Özellikle son birkaç yıl içinde yayınlanan bu konuları içeren kitaplarda, beynin belirli bölgeleri ile zekâ türleri arasında –adeta- birebir ilişki kurulmaktadır. Bu ilişkilendirme açık ve oldukça iyi bir ifadeyle (formulation) sav olarak ileri sürülse problem teşkil etmeyecektir. Ancak konuyla ilgili öylesine bir vurgulama yapılmaktadır ki, sanki bu somut bir saptama, kanıtlanmış ve kesinleşmiş bir bulgudur! Yüksek teknolojiye dayalı ölçümleme sonuçlarında dahi hata payı, yanılabilirlik mümkün iken –hatta doğa yasalarında istisnailikler olasılık dâhilindeyken- beyne ilişkin araştırmalar gibi çok daha karmaşık alanlarda kesinlikten, kati gerçeklerden ve ispatlardan söz etmek mevzunun dogmalaştırılmasından başka bir şey değildir. Dogmalaştırılmış bilgilerin uygulamaya geçirilmesi halinde oluşabilecek riskleri -burada uygulamadan kastettiğim sadece bir işin bilfiil yapılması değil, söz aracılığı ile ifade edilmesini de kapsamaktadır-, mesela katılaştırılmış ideolojilerin insan evladının başına getirdiği belaları, felaketleri unutmamalıyız. Bu hususta pek çok misaller vermek mümkündür. En basitinden bilimsellik adına, bilimi araç kılarak oluşturulan dogmalaşmanın bireyi, bir topluluğu ve/veya toplumu, hatta bir bilim insanını nasıl da kapalı bir hale getirdiği bilinirken… 

Öte yandan, James Traub'ın The New Republic'teki makalesi Gardner'ın sisteminin birçok akademisyen veya öğretmen tarafından kabul edilmediğini belirtmektedir. Gardner ise çalışmasında şunları ifade etmektedir: ‘‘Çoklu Zekâ kuramı birçok deneysel kanıtlarla tutarlıdır ve şu ana kadar deneysel testlerle güçlü bir şekilde inkâr edilememiştir... Kuram uygulamaları eğitim alanındaki birçok projede incelenmiştir. Bizim önsezimiz birçok defa gerçek sınıf deneyimleri ışığında gözden geçirilmek zorundadır.’’(Gardner, 1993) Kısa süreli bellek işlemlerini fark eden psikologlardan biri olan George Miller, The New York Times Book Review'da Gardner'ın savının "önsezi ve düşünce” ye indirgendiğini yazmıştır. Gerçekten de Gardner’ın kendisi de 1982 yılındaki yayınlarında,  çalışmalarının başlangıç aşamalarında, çok sayıdaki varsayımlarının spekülatif olduğunu ve deneysel sınamalara gereksinim duyduğunu belirtmiştir. Ancak, çalışmaların gördüğü yoğun ilginin popüler düzeye ulaşmasını müteakip söz konusu belirtimleri her nedense unutmuş gibi görünmektedir! Bunu normal bir duruş olarak gördüğümü belirtmek isterim; zira benzer pek çok teori iddialarında gözlemlendiğine göre, kuramı sahiplenenler bir yandan psikolojik bir konumlanmaya ve kritikleri görmezden gelmeye (ignore), diğer yandan teoriye bağışıklık kazandırmaya (immunize) eğilim gösterirler.


Daha önce Gardner’ın teori olarak sunduğu çalışmasını, teori olarak değil bir modelleme olarak gördüğümü belirtmiştim. Ancak, çalışmasını bizce (zekâsal kökenli olabilecek) yetenekler (diğer pek çok insanın yetenek kelimesini kullandığı gibi) yerine, zekâlar olarak vurgulaması “ad hoc varsayım” kapsamına girdiğinden; yani çürütülme ihtimaline karşı korumak için ek bir kalkan oluşturduğundan ortaya koyduğunun kuramsallık görüntüsü veren oldukça kesin sınırlarla belirlenen düşünsel bir alan modelleme olduğu kanısındayım. Ama bu demek değildir ki öne sürdüğüm farklı nitelendirme tam anlamıyla kesin ve nihai gerçektir. İnsanın bilimsel sahada gösterdiği ilerleme günün birinde Gardner’ın tezlerini güçlü kılabilir ve bu noktadan itibaren ileri sürdüğü tezler konuyla ilgili gerçek anlamda bir teorinin oluşmasını sağlayabilir. Bizim yaklaşımımız son otuz yıldaki sürece ve bugünkü durumla alakalıdır. Bilindiği üzere, bilimsel hipotezlere karşı duran gerçek verilerin açıklanmasında bazen "ad hoc hipotezler" sırf o durumu açıklamak için üretilebilir. Bunun çok bilinen bir örneği, Albert Einstein tarafından özel görelilik kuramına ilave edilen kozmolojik sabitedir. Einstein, görecelik denklemlerinin gösterdiğinin aksine, uzaydaki kararlı yapının açıklanabilmesi için, denkleme denge durumunu ortaya çıkaran bir sabit eklemiştir. Kendisi tarafından önceleri "en büyük yanlışım" olarak tarif edilse de, sonradan kara enerji kuramı ile desteklenmiştir. Ama bu dahi sonuncu ve kesinleştirici bir açıklama değildir.

            
Sonuç olarak; çalışma hayatına ve eğitim sahasına uygulama için alacağımız çalışmaları titizlikle incelememiz ve birçok düşünsel ve deneysel sınamalardan geçirmeliyiz. Özellikle adeta bir bilgi bombardımanı altında bulunduğumuz ortamda, genel anlamda zaten bir karmaşanın içinde bulunan yaşamımızda daha fazla karmaşaya, çok yönlü ve daha fazla israfa yol açmamız kaçınılmaz olacaktır. Bu bağlamda, Özden Aslan’ın gerçekten oldukça iyi bir çalışma olan kitabının (Bir İnsan Kaynakları Masalı) önsözünde yer alan A. Şeref İzgören’in şu sözünü hatırlatmak isterim: “Kitapta, Amerika’dan alınmış dandik, uygulanmaz teoriler yerine, ülkenin gerçeklerini içeren, uygulanabilir somut öneriler var: Bu harika…”   

2 Nisan 2013 Salı

Yönetimden Yönetişime – 2: Misyon, Vizyon ve Karmaşa


Çalışanların misyon ve vizyon sözcüklerinden ne anladığı üzerinde pek durulmayan bir husustur. Bazı durumlar haricinde bu sözcükler geçiştirilen iki konu başlığıdırlar sadece. Hatta birçok çalışan açık şekilde işyerinde çeşitli noktalarda duvara asılı ve o işyerinin misyonunun ne olduğunu yazan levhaları bir kez okumamıştır bile; isterse yıllardır orada çalışsın. Dahası şirket sahipleri ve yöneticileri arasında dahi bu ikiliyi bilmeyen, bilse de ne anladığı sorgulanabilir olanlar bulunmaktadır. Peki, durum böyle iken bunlar niye şirket tanıtım notları ve/veya kalite belgeleri arasında yer almaktadır? Adet yerini bulsun diye! Evet, aynen öyle; ya da daha teknik bir deyişle formalite icabı. Ne güzel, hoş değil mi? Acaba diğer pek çok mevzu için de bu böyle midir? Tecrübelerimden hareketle cevabım genele şamil olarak ‘evet’ olacaktır. İş yaşamının yazılı belgeleri, kayıtları –içeriklerine bakılmaksızın- kırtasiye olan işyeri sayısı hiç de az değildir; dostlar alışverişte görsün, yeter ki görsün. Hal böyle iken geniş anlamda bilginin fonksiyonu bir şirket için nedir? Laf kalabalığı, dursun belki lazım olur anlayışı mı, yoksa modaya uymak mı?
            Halbuki insanlık tarihinde meydana gelen pek çok önemli ve sıra dışı olayın arka planında misyon ve vizyon aktif rol oynamış, gerçekten uygulanan olmuşlardır. Sadece bize dair son yüz yıla biraz irdeleyici baktığımızda bunu müşahede edebiliriz: Yukarıda donukluğuna ilişkin bazı çıkarımlar yaptığımız bu iki sözcüğün bu kez canlı, kanlı ve anlamlı olarak ortaya çıktığını ve yararlara ya da zararlara yol açtığını görebiliriz. Bilinçli ya da bilinçsiz, bunların bazen daha da güçlü bir olgu olan değerlerin oluşumunda önemli bir rol oynadığını da belirtmek isterim. Genel olarak kültürün oluşum sürecinde oluşan değerler, bazen süreçlere bağlı olmadan daha karmaşık ve kısa sürede, direkt kültürel unsurlara bağlı olmadan meydana gelebilirler. Örneğin, devrimler/inkılaplar aracılığıyla geçerli nesil içinde ve kısa sürede.
            Diğer bir gariplik, genellikle birçok şirketin Misyon ve Vizyon arasındaki farkı tam olarak ayırt edemedikleridir. Bu şirketler misyonlarını ve vizyonlarını tanımlamalarını istediğimizde her ikisi için de neredeyse aynı tanımı yapacaklardır. Bu durum ister istemez şu soruyu akla getiriyor: Bunlar önemli midir? Önemli ise bunların arasındaki fark nedir? Varsayalım önemlidir, öyleyse tanımları şu şekilde ortaya koyabiliriz: Misyon, bir şirketin, şimdiki zaman ve çok kısıtlı ölçüde de geniş zaman açısından hangi konumda olduğunu, ne yaptığını, ne ve kimin için ve kimlerle nasıl yaptığını gösterir. Vizyon ise bir şirketin gelecekte, bulunduğu sektörün gelişmelerine bağlı olarak, nerede olmayı arzu ettiğini (hatta hayal ettiğini) gösterir. Bu 5-10 sene sonrası için geçerli olacak geleceğe yönelik bir yaklaşımdır. Şirket içerisinde bugün yapılan her şey, gelecekteki o konuma varmak içindir. Her ikisini birleştirdiğimiz zaman, gelecekte olmak istediğimiz (vizyon) noktada olmak için bugün neleri, nasıl yapıyoruz (misyon)un yanıtını, şirketin vizyon ve misyonunda özetleriz. Misyon, değişime bağlı olarak sıklıkla değişebilir, vizyon ise ileride nerede olmak istediğimizi gösterdiği için zaman içerisinde çok daha az değişiklik gösterecektir. Vizyon, varmak istediğimiz noktayı gösterirken, misyon bugün o yolda neleri, nasıl yaptığımızı anlatır.
 
            Misyon, kelime anlamı itibariyle, bir kişi veya topluluğun üstlendiği özel görev demektir. İşletme yönetimi açısından ise “örgüt üyelerine bir istikamet vermesi ve anlam kazandırması maksadıyla belirlenmiş ve örgütü benzer örgütlerden ayırt etmeye yarayacak uzun dönemli bir görev; böylelikle arka planında vizyona alt yapı, bir anlamda ilham sağlayan ve bu bağlamda bir ölçüde insan ve örgüt için “oluşturulmuş ortak bir değer” şeklinde de tanımlanabilir.
            Görüleceği üzere, vizyon kapsam ve derinlik açısından misyona nazaran daha geniş bir kavramsallığa sahiptir. Hatta günümüz yönetim modellerinde vizyona yüklenen anlam o denli geniş ele alınır ki, misyon sadece vizyonu destek veren kavramlardan biri olarak kabul edilir. Ancak, yine de misyonun yer almadığı bir vizyon anlayışı eksiktir, dolayısıyla böyle bir vizyonun belirliliği-belirleyiciliği bir noktada yitiklik arz eder. Bazı büyük kuruluşlarda böyle bir model, politika, kurum kültürü, liderlik ve diğer bazı kavramları da misyon gibi vizyonu destekleyici kavramlar olarak görür. Kanımca vizyona atfedilen bu önem, insanın geleceğe dair çıkarımlar-projeksiyonlar yapmak suretiyle olabildiğince iyi tahminler yaparak geleceği şekillendirme arzusundan kaynaklanmaktadır. Vizyonun bu bağlamda seçenekli planların yapılabilmesi açısından da önemsendiğini söyleyebiliriz. Bilhassa anglo-amerikan modellemelerde vizyon ve bu bağlamda vizyonel bakış açısı yaşamın pek çok alanında fantastik ve baskın unsur olarak yer alır. İşin fantezi yanı bazen öyle boyutlara ulaşır ki, tahayyül gücünün üretimi kâhinliğe dönüşür. Siyaset, ekonomi, sosyoloji, doğa bilimleri veya popüler kültüre ilişkin pek çok alanda çok sayıda fütürologlar-modern kâhinler milyarlarca dolarlık sektörlerde aranan kişilerdir. Vizyon olgusunun abartılarak aşırı uçlara çekilebilir hal alması dildeki kavramsallaştırmalardan iş dünyasına, eğitimden “yeni mesleklerin” oluşumuna değin değişik alanlarda taban bulmaktadır. Ülkemiz de bu etkilenmeden imkânları ölçüsünde payını almaktadır. Burada soru(n) olanaklarımızın zorlanıp zorlanmadığıdır. Kanımca bunun cevabını konuyu biraz daha derinlemesine analiz ettiğimizde daha rahat verebiliriz.
İnsanlığın yüzlerce yıllık çabalarının üretimi olan birçok sahanın karşısında yine insanın türettiği alternatif sektörler oluşmuştur. İlginç olan bu sektörlerin modernlik anlayışına nüfuz etmesi (post modernin oluşumu) ve her geçen gün bunlardan neşet ettirilen “yöntemlere biçilen özgünlük” sayesinde yaşamımızda temellendirilmesidir. Piyasaya şöyle bir göz atın; bazı alternatif tıp dalları, kişisel gelişim akımları, astroloji, ufoloji vb. ‘bilimsel kisveli lojikler’ veya kısmen bunların yol açtığı fal türleri, medyumluk ve bilumum ezoterik, metafiziksel pratizelerin “oluşturulmuş değerler” haline geldiği görülecektir. Bu gibi anlatılar ve dahi “uyduruk uygulamalar” çeşitli şekillerde insanın akıl yürütme kazanımına, işleyişine bile sirayet etmiştir. Öyle ki bazı durumlarda insan ikilemler aşamasını geçip çok-lemlere düçar olmaktadır. Bu noktada daha da önemlisi bazılarının bunu fark etmemesi, dogmaları veya ideolojik saplantıları idealler veya “yegâne en doğrular” zannetmesidir. İş hayatında patron, üst düzey yönetici olup, horoskoplara, fallara, muskalara, medyumlara, sözde hocalara göre aksiyon alanlara rastlamak mümkündür. Buna benzer bir diğer durum ise ne istediğini tam olarak bilmeden sözde bilimsel araştırmalar ısmarlayıp, bu doğrultuda rasyonel çalışmalar yaptığını zanneden işveren tipleridir ki, bunlar yığınla parayı bu işlere harcayıp sonra şirket çalışanlarının çoğunu asgari ücretten istihdam edip, bir de başlarının üzerinde sarkacı sallandıranlardır.  Buna benzer değişik türden misalleri sıralayabiliriz. Oldukça tanınmış bir eğitim şirketinin ilanından bir örnek: İkna Sihirbazı- İkna etmenin farklı yollarını keşfetmekİkna becerimi yükselterek etkimi arttırmak ve çabuk sonuç almak istiyorum. Tüm bunlar için sihirli değnek gerekiyor”. Yeni zamanların modasına uygun bir başlık ve bilgi notu; sihirler, büyüler, gizemler… Ama ikna edici olduğu (!) şüphesiz. İnsanın tahayyül gücü tedrici olarak gelişmiştir, öyle ki iş Descartes’in yöntemsel şüphesi “cogito ergo sum (düşünüyorum o hâlde varım)” hükmünden (dictum), “hayal ediyorsam yaparım” noktasına gelmiştir. Bunun için meşhur dayanak noktaları arasında en sık anılanı herhalde Jules Verne’dir. Ama farklılık şuradadır; örneğin Verne’in “Aya Seyahat” adlı eseri ülkemizde, insan evladının aya gidişi için esaslı ve müthiş bir ‘ilham’ olarak anlatılırken batılı için bu “doğal bir benimseme”dir. Acaba neden?
 
-Bu yazının girişinde belirtilen misyon ve vizyon sözcüklerinin bırakın yaşamımızdaki rolünün ne, hangi derin anlam ve yarara sahip olduğunu veya hangi değer ve kazanımlara vesile olduğunu bilmeyi; tanımlarını dahi kitaplarda yazılı bırakmamız, belki ‘toplam kalite yönetimi’, belki de genel anlamda ‘yönetim teorilerine’ ilişkin eğitimler dolayısıyla sadece dokümante etmemiz ve ithal olarak alıp (iş) yaşamımıza sokarak kırtasiyeye terk ettiğimiz gerçeği,
-Ancak, diğer yandan bu kavramlar üzerine derin okumalar yapanların önce sistem kuramsal yaklaşım, bunu müteakip çeşitli varsayımlar üretip teorik modellemeler üzerinde uzun yıllar çalışarak soyuttan somuta, fikirden maddeye dönüşümü sağlamaları sonucunda süreçleri sindirmeleri, böylece “doğal benimsemeyi” kesp etmeleri
 
‘acaba’ sorusuna yanıt olarak yeterli olacaktır kanısındayım. Dileyen başka yanıtlar da bulabilir. Buna benzer örnekleri çoğaltabiliriz. Ama bunun pratik bir yararı olmadığı gibi, asıl önemlisi bakış açımız üzerine düşünmemizi sağlayacağı da şüphelidir. Kuşkusuz olan bir avuç azınlığın derin düşünmesinin, çabalarının ve çalışkanlığının umudumuzu ayakta ve diri tuttuğu gerçeğidir. Diğer bir gerçek de, her ne kadar tam olarak layığıyla kayda alınmasa da özellikle genç kızlarımızın yaptığı ve yapmaya devam ettiği müthiş atağıdır.
 
            Şirketlerden ve çalışanlardan beklentimiz bu yazı konusu iki kavramı ciddiye almaları, araştırarak içselleştirmeleri, özgün yorumlarla uygulamaya geçirmeleri ve mutlaka en geniş anlamıyla “sosyalleşme” olgusuna söz konusu kavramlar içeriğinde önemli bir yer ayırmalarıdır.
 

1 Nisan 2013 Pazartesi

Gönül Gözü ve Yeni Moda Anlatılar

Bu makalenin ortaya çıkışına Linkedin’de Sayın Yasemin Tezel’in yayınladığı “göz kendini göremediği için aynaya ihtiyaç duyar” öz-deyişi vesile olmuştur. Halen yazımına devam ettiğim kitabın bir bölümünde yer alan ‘gönül gözü’ ile ilgili pasajlardan derlenen bu yazı kendimce güncel addettiğim bir konuya da parmak basmayı amaçlamaktadır. Zikrettiğim konu iyiden iyiye “saçmalamaya” dönüşen post modern ezoterik esintilerle alakalıdır. Saçmalanın insan evladı için, istendiği takdirde bir hak olduğu düşüncesindeyim. Ancak, öncelikle bunun kendi çıkarlarımız için kullanılmasına, ranta tahvil edilmesine ve insanları kandırma aracı kılınmasına karşıyım. İnsan tercihi doğrultusunda kandırılmayı dahi isteyebilir, buna karşı söyleyecek bir şeyimiz yok; aynı şekilde bizim tercihimizde bilimin bir de bu yönden istismar edilmesine karşı edecek kelamımız olduğudur. Ezoterik, mistik veya metafizik fikirlerin, düşünce sistemlerinin ve söylemlerin dile getirilmesi veya yazıya dökülmesi son derece doğal, tartışılabilir, eleştirilebilir şeylerdir ve insana özgüdür; aynısı bilim için de geçerlidir. Fakat iş, bunların veya bilimin insanın sömürüsüne yönelik kullanılmasına vardırılırsa, aynı dinin siyasete ya da siyasetin dine yönelik araçsal sömürgen kılınması gibi, o zaman akl-ı selim ve sağduyu içinde kritik bir yaklaşım zorunlu hale gelmektedir.

            Bu makale, ‘gönül gözü’ kavramını olabildiğince üçlü boyutta, yani bilimsel gelişimin eriştiği düzeye göre açıklamayı amaçlamakla beraber; diğer yandan bu gibi konuların bilimselliğin dışında noktalara taşınarak, yani bilimin istismarı yoluyla birer sömürü aracı haline getirilmesine karşı kritikçi bir yaklaşım olarak yazılmıştır. Öncelikle belirtmek istediğim, bilimsel araştırmaların         
Bilişselin/idrakin (kognitife) kavramasında (a priori) gözümüz, büyük bir nimet olarak görme, gözlemleme, izleme, deneyleme (a posteriori) ve müteakiben zihinsel işlevler ile anlama, kavrama, öğrenme ve yorumlamalara, araştırmaya ve mantığına, akıl yürütmelere ve bu yollarla b/ilimselliğe yükselmemize kanat olur. Kimi insan bu aşamalarda yolculuğa çıkar, aklın ve zihinsel işlevselliğin son istasyonu (bazı çok istisna olanlar hariç, onlar için sonluluk-sonsuzluk, velhasıl tüm zıtlar müsâvîliğin alanında geride bırakılır) olan ilim-bilim denizine varır, kimi de önceki aşamalarda takılır ve kendince yeterliliğe erişir, bilinçli veya bilinçsiz. Son istasyona erişmek için her insanda gerekli potansiyel vardır; ama talep herkeste olmaz. Olmayanı talep için zorlamak da olmaz; “teklif var, zorlama yok” misali. İlim-bilim denizi bazısına yeterlidir ve bu da gereklilik olup, yerli yerindedir. Ancak bu denizde bazısı daha açıklara açılmak veya derine inmek ister, zira zihinsel genişleme ve buna bilincin eşliği madde gözün ötesinde de bir şeylerin varlığını düşürür usuna ki, bu da yine ileri-gelişmiş kognitif karakterlidir; ama daha bir ince, daha bir hassastır; özgülük/hassa başka bir göz oluşturur adeta insanda, daha derin ve içsel… Bunun da yansımaları olur maddeye, fiziksel yaşamamıza. Daha derin düşünen, “okumaya” başlayan insan maddenin-zahirin keşfinde yola devam eder ve sadece düşünmeye ve/veya deneye-deneyime dayalı olmayan, ama onlarla da alakalı bir nevi hediye edilen  “akmaya başlayan” düşünce benzeri bilgiler bezemeye başlar insan zihnini. Örneğin, meşhur “Lorenzo’nun Yağının” ibret dolu keşfi böyle olmuştur. Bu evrede bazı rüyalar da eşlik eder insana. Onlar da uyanık iken bazen aniden bazen de kısa devreli “ilham” olarak adlandırdığımız türden sinyal-bilgilerdir. Bir de bazı bilgi içerikleri vardır ki, kişinin burnunun dibinde bulunan defalarca gördüğü veya pasif bilinçli halinde izlediği şeyler, olgular, olaylardır, ama jetonu düşürürler. Buhar gücü, yer çekimi vb. saptamalar gibi. Devamında aletleri geliştiren insanın icat etme süreci ve maddenin derinliklerine yolculuk devam eder. İnsan zahiri tezahür olan “madde gözün” yanı sıra başka bir gözün ve bakışın farkına varmaya başlar. Bu madde gözün adeta bâtıni tecellisidir. Yani “gönül gözünün”.
Madde göz eşyayı görür, yani insan eşyaya yönlenir. Gönül gözü hem eşyayı, hem de eşyadan kendini görür ki, bu noktada "okuma" başlar. Peygamberimizin Uhud dağı hakkında "biz Uhud'u, Uhud'da bizi sever" deyişi buna bir dokundurmadır. Gönül gözü basiretten önceki aşamadır ki, basiret aşamasını feraset takip eder. İnsan evladı -istisnalar hariç- genel anlamda evirilme olarak henüz gönül gözü seviyesindeki kuramsal modelleme ile meşguldür, bunun maddeye dönüşümünde de ilk ürünleri almaya başlamıştır; misalen androidin, hologramın, anti-maddenin, paralel evrenlerin, higgs bozonunun ipuçları... Madde göz-zihin-beyin ve yansımaları üretimin yanı sıra gönül gözünün ilk basamaklarının ürünlerini-türetimlerini somut oluşumlar olarak fiziki düzlemde yaşarız. Dolaylı olarak maddeselde ipuçlarını veren, ancak somut maddeleşmemiş oluşumları da enerji olarak değerlendirir ve adlandırırız. Ama nihayetinde bizim bilgimizdeki formulasyonuyla enerji de ölçülebilirliği nedeniyle materiye izafe edilebilir, bundan dolayı bilhassa 19. Yy.da materyalistlere karşı delil olarak kullanılan ve neredeyse enerjinin kutsanmasına varan söylemler, geçtiğimiz Yy.da “madde-enerji-madde-enerji (E = mc2 madde çok yoğun enerjidir) döngüsü ile aşılmıştır ve enerji böylece materyalist anlayışın da kapsamına alınmıştır.
Literatürde gönül gözü genel olarak metafizik veya manevi bağlamda dillendirilir ve maddeden uzak tutularak farklı şekillerde izah edilmeye çalışılır. Ancak biz burada bunun geçmişe dayalı bir addetme olduğu görüşünü ortaya koymaya çalışıyoruz. Şöyle ki, bugün bizim yüksek teknolojik aletlerle gözlemlediğimiz, tanımladığımız ve açıkladığımız fizik dünyada yerini bulan fiili pek çok bulgu, örneğin atomun parçalanması ve bundan neşet eden somutlaşmış bilgi      - somutlaşmış ile ‘ispatlanmış ve/veya kesinleşmiş’ kastedilmemektedir! Zira insanın eriştiği bilgi kendisi gibi zaman ve gelişime bağlı olarak değişikliğe açıktır -, geçmiş çağlarda benzerlikler arz eden bir tarzda üzerine konuşulan, yazılan ve fakat soyut bağlamda kalan bilgi aktarımları o devrin bu konularla ilgilenen insanlarınca “gönül gözünün” çıkarımları olarak kabul ediliyordu. Bu açıdan baktığımızda kavrama yüklenen manevi anlam anlaşılabilirdir. Fakat bugün eriştiğimiz düzlemde gönül gözünü “üç boyutlu” alan dâhilinde de iyi veya kötü izah edebiliyoruz. Bundan dolayıdır ki günümüzde gönül gözü kavramına ilişkin aştığımız kısmın dışında kalan mefhumları onun alanına sokuyor ve böylece kavrama yine ve tekrar metafizik yaklaşımı yüklüyoruz. Bugün metafiziğe dair söylemleri yarın fiziki alanda açıklanır kıldığımızda şaşırmayalım. Ancak ayrımı da iyi yapmamız gerekiyor.
Günümüzde insanın dünyevi bağlamda yaptığı faaliyetlerin alanına fal türü kehanetleri, medyumvari söylemleri, burçlara dayalı garabet abartılı masalları vb. ile diğer “mistik-metafizik” karakterli uçuk söylemleri sokarak amaçları insanları sömürerek, çeşitli şarlatanlıklarla bundan kazanç elde etmek olanları mümkün olduğunca uzağımızda tutalım. Çünkü bu tip yolların ve bundan rant elde edenlerin sayısı artmıştır ve artma eğilimi sürmektedir. Genel anlamda şişirme gizemler yüklenerek çekici kılınan bu akımlar bulaşıcı hastalıklar gibi insan yaşamına zarar vermekteler. Hatta bazıları bilimin eriştiği ortak kazanımları yorumsama yöntemi ile (hermeneutic method) benzeştirme yaparak (analogy) “alan haklılığı” için kullanırlar. Örneğin günümüzde oldukça moda olan akımların belki de başında gelenlerinin birçoğu, kuantum teorisine izafe edilenleridir. Teorinin belirli bir önermesinden hareketle yapacağınız yorumları entelektüel anlatı düzeyinde kesinleşmiş ve uygulanabilir şeylermiş gibi içine biraz da “secret” serperek daha cazip bir şekilde insanlara sunabilirsiniz; başka bir yazıda değinmek istediğim “kuantum sıçramasından şarlatanlığa” konusunu buna örnek olarak verebiliriz.
Carl Sagan’ın “bilimin mum ışığı” deyişini, A. Sokal ve J. Bricmont’un eleştirdiği bilimi istismar eden “post modern saçmalara” tercih ederim.  

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...