28 Şubat 2013 Perşembe

İş’in Teorisi Üzerine – 3: Sistem Kuramsız Bölümlemeden Parçalanmaya (Divide et impera)


 

İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı.

Hz. Ali

Yaşam, düşünce, davranış veya işin insani faaliyetlerde bölümlenmesi, parçalara ayrılması normal ve alışılmış bir olgudur. Anlama, öğrenme ve kavramanın bir aracı olarak bölümleme, bütünün parçalara ayrılması yönüyle “tümevarım (induction)” yönteminin çıkarsamasıdır. Amaç, problemin bütünselliğinin parçalanması ve ortaya çıkan daha basit alt problemlerin incelenerek çözümlenmesi ve alt problemlerin çözümlerinin birleştirilerek, tüm problemin çözümünün oluşturulmasıdır. Diğer yandan bu yöntem günümüzde de sıklıkla dile getirilen pozitif bilimin de adeta vazgeçilmezi; doğa bilimlerinin en önemli araçlarından biri, belki de birincisidir. Zira bu metodun temellendiği deneysellik ve deneyime dayalı (empiric) fonksiyonelliğin önemli aracılığı ve rolü; deney(im)den sonra (a posteriori) görgülsel sonucun(ların) elde edilmesinde, somutun ortaya konmasında ve böylelikle doğrunun-gerçekliğin saptanmasında -bir noktada- yadsınamaz kabul edilir. İnsanın doğa bilimlerindeki erişimleri ve bunda deneyselliğin, ona dayalı ‘anlama, öğrenme ve tecrübenin’ payı ve önemi ortadadır. Ancak, diğer bir sorgu-tespit şudur: Deneyimsel bilgi saptaması çeşitli gözlemler ve deney sonuçları neticesinde çıkarımlara, diğer bir deyişle önermelere, ifadelere (formulation) ulaşır. Bu ifade-önerme çıkarımların özellikli, bu bağlamda genellemeci hipotezler veya teoriler olarak tanımlanması –özenli düzenleme-, böylece açıklayıcı ve anlaşılır olması gereklidir.

            Yukarıdaki açıklamalar çerçevesinde, bütünün bölümlenmesi hakkında şunları söyleyebiliriz: a) Yöntem tümevarımdır, b) Deneye, gözlemlere ve sonuçlara dayalı çıkarımlar yapar. Bundan hareketle hipotezleri veya teorileri ortaya koyar; bunlar özellikli ve genele şamil olmalıdır, c) Deneyin mantığı da tümevarım mantığıdır ve bu tümevarım metodunun mantıki analizidir, ç) Tümevarımın önermelerinin doğruluğu deneye, deney sonuçlarına ve dolayısıyla tecrübeye dayalı olarak belirlenir (a posteriori), d) Doğrulama öncel ve önemlidir, savunma refleksi çok kuvvetlidir. Öyle ki, teorinin bütünsel veya kısmi reddi çok zordur. Teori koruma altına alınır ve süreç içinde bir tür bağışıklık (immunity) ile çevrelenir, e) Bağışıklık durumu, yöntemi kapalı koşullanmaya ve bundan dolayı “ispat” zorunluluğuna sürükler. Bu noktada birey, dogmatik tutum ve dolayısıyla neden-sonuç ilişkisinden hareketle kanıtlanabilirliğe odaklıdır. f) Bu türden odaklanma(lar), arka planı ve temelden çerçevelenmiş sistemle örülü olduğu için çevre ile olan ilişki ve etkileşimi zayıftır; sistem dardır ve kapalı yapısallığa sahiptir.

           Bilim öğretisinde-bilimsel teorilerde, bilginin mantığında yer alan temel problemlerden biri de söz konusu tümevarım yöntemidir. Yöntem üzerine ilk anlatılara antikte Aristoteles’in tikelden tümele yapılan uslamlamayı -duyumlarla algılanan ve bundan ötürü de deneysel olan bilgilerden yola çıkılan -sonsal kanıt, a posteriori- olan varsayımında görmekteyiz: Sonsal bilgiden yola çıkan bir tümevaran akıl yürütme. Batıda ilk sistematik eleştirinin, Immanuel Kant'ın 1781'de basılan ve en önemli eserleri arasında kabul edilen kitabı “Saf Aklın Eleştirisi (Kritik der reinen Vernunft)” vasıtasıyla getirildiği genel kabul görür. Kant bu eserinde, doğruluğu sadece deney ve tecrübeye dayalı olarak belirlenebilen önermeler-bilgiler için “a posteriori terimini kullanır. Ona göre bu tür bilginin yanıltıcılığı; dayandığı araştırma, gözlem, izleme, deney ve sonuç üzerinden yapılan çıkarımlar doğruluk-gerçeklik içerseler dahi önermelerin bize kavramlar değil dünya hakkında bilgi vermesidir. Örneğin; "Tüm insanlar 5 metreden kısadır" önermesi her ne kadar doğru olsa da; A öznesi, içinde B yüklemini barındırmaz ve 'insan' tanım olarak böyle bir boy limitini içermediği için bu genel ifade/tanımlama sentetik bir önermedir (sentezci ve doğal olmayan). Sentetik önermelerin diğer bir kırılganlığı algıyı/sezgileri devreye sokmasıdır. Şöyle ki; gözlediğimiz şekliyle dünya, nesnelerin bir toplamı değil; algılarımızdan bağımsız düşünemeyeceğiz bir temsildir. Uzay ve zaman da algılardan bağımsız düşünülemez. Nominal Dünya (bize gözüktüğü şekliyle değil kendi olduğu şekliyle Dünya) uzay ve zamandan bağımsızdır. Bu aslında hem deneyselciliğin (emprisizm) hem de ondan neşet eden rasyonalizmin eleştirisi olarak görülebilir: Bilincin dünyayı pasif olarak algıladığına dair emprisist görüş ve belirtilen türden rasyonalist yaklaşım yanlışlıklar ve yetersizlikler içerir. Bunun nedeni bilginin hem algılar tarafından alınan ham verilere hem de kavramlara dayalı olmasıdır. Teorik bilgi sadece gözüktüğü şekliyle dünyaya dair olabilir. (1)

            Diğer yandan çağdaş bilim öğretisinde (Wissenschaftslehre) özellikle Sir K. R. Popper ve H. Albert’in yaklaşımları, tümevarım probleminin mantık örgüsündeki haklılık iddiasının ve çıkarımlarındaki genellemelerin yalnızca gelişim ve ilerleme konularında değil, insanın zihinselliğinde yol açabileceği kısıtlamaları ortaya koymaları açısından önemli ve değerlidir. Sir Popper’in konuya öncelikle ağırlıklı olarak doğa bilimleri açısından yaklaşması, ama bunun yanı sıra sorunu bilhassa “Açık Toplum” (2) ile sosyal bilimler alanına taşıması geçtiğimiz yüzyıl açısından önemli bir kazanımdır. Başarılı doğa bilimcilerin Sir Popper’in gayretli çalışmalarından çok fazla “yeni öğrenmeler” elde ettiğini söyleyemeyeceğim, ancak en azından pratiklerinde tümevarımcı yanlışları üzerinde yorumlama yapabildiklerini söyleyebiliriz. H. Albert’in yoğunlaşma açısından sosyal bilimlere yönelik getirdiği ve “Eleştirel Akılcılık” yönteminden türettiği falibilist (yanılabilirlik) yaklaşım, tümevarımcı genelleme ve daha da trajiği (!) “doğru olarak kabullenme” eğiliminin dogmacılığa, hatta ötesi bir bağnazlığa yol açabilme olasılığının ne denli yüksek olduğuna dikkat çeker. (3)

            Tümevarımcı yaklaşımlar, bölümlemeci anlayışı alışkanlık haline dönüştürebildikleri gibi, bunu bir tarz ve yöntem olarak “genellemeci iş teoremlerine” eklemleyerek işletme ve idare alanlarında uygulamaya ve yürütmeye koyabilirler. Bu anlamda uygulamanın –eğer art niyet yoksa- mahzuru bulunmamaktadır; hatta seçenekler sunabilme imkânından dolayı yararından söz edebiliriz. Ancak uygulama, yürütmeye dönüştürülür ve seçim alanı bırakmazsa -çoğunlukla da öyledir- “tek yanlılık riski” ciddi sorunlara yol açabilir. Tek yanlılık olası riskleri oluşturabilme potansiyelinin dışında; bizzat kendisi sorundur. İşte bu sorun günümüzde birçok şirketi sarmalamıştır. Örneğin, iş hayatında uygulama alan ve seçeneklerinin geniş, açık ve tavizci olabileceği fonksiyonlar bir takım yönetmelik, prosedür, standart vb. belirleyicilerle sıkı kurallara bağlı tek yanlı “yürütmeler” haline getirilebilir. Bu durumun pratik taban bulduğu kuruluşların sayısı azımsanmayacak kadar çoktur. Daha da ilginci birçok şirkette söz konusu dokümantasyonlar ya hiç bulunmamakta ya da eksik veya yalnızca “dostlar alışverişte görsün” misali rafları süslemektedir. Bölümlemenin tarz veya yöntem olarak yürütme işlevini hâkim kılması konunun sadece bir yönüdür ve çoğunlukla farkına varılmayan ince, ama etkili bir husustur.

            Bölümlemenin belirgin olan yüzü, işi/işlevi ve örgütü parçalara ayırmasıdır. Burada sözünü ettiğimiz bir firmanın departmanlar bazında organizasyonu veya iş bölümü yapılması değildir. Bahis konusu olan bölümlemenin “sistem yaklaşımı kuramı”ndan uzak bir şekilde, niceleyici tarzda alt birimlere, alt süreçlere, iş ve işlevlere, konulara, olaylara parçalanması, aşırı detaylandırılmasıdır. Bu abartma olağan ilişkili ve karşılıklı bağımlı alt sistemlerde bulunan “bağlı değişkenlerin” fazla sayıda değişmesine; böylelikle kopukluklara ve nihayet esas ağırlık olan bütünün devre dışı kalmasına yol açar: Parçalanmaya dönüşen bölümleme, sistem yaklaşımından uzaktır. Sistemin ve/veya organizasyonun bu türden parçalanması sonucu, birimler arası ilişkiler, ilintiler ve dahi illiyetler adeta ‘yok olur’ ve parçalarla uğraşmak, (asıl) sistemin bütününü görmeye ve yönetmeye engel olur. Bu durumda sistem davranışını anlamak ve kavramak zorlaşır, hatta imkânsızlaşır.

            Günümüzde şirketlerin yapılanmalarında türsellik (yatay, dikey vb.), departmanlaşma, birimleştirme, süreçler (ana, alt, fonksiyonel, bireysel vs.), iş bölümü, yönetim modellemeleri, faaliyetler, konular, türeyen olaylar, hatta projeler vb. öğeler nicelik açısından üst düzeylere ulaşmış; aynı şekilde iş alanları da çeşitlenmektedir. Çağımız her türden üretimde çeşitlilik bolluğu içindedir; tasarımdan renklere, modellerden sosyal ve entelektüel çıktılara değin… Sistem kuramsız bölümleme, teorik bilgi eksikliği, fark etmeme, umursamama ve bazı durumlarda kasıtlı olarak parçalanmaya dönüşürler. Parçalanma sistemsel iş unsurları arası ilişkileri kesintiye uğratır ve bu kesinti ters etki olarak olabilir ilişki bağlantılarını da ortadan kaldırır. Bu bağlantıların yitimi çevresel etkileşim faktörlerini de devre dışı bırakır. Bundan dolayı disiplin alanlarında düzensizlik ve karmaşa meydana gelir. Bu durum öncelikle iki önemli ilkenin bilinmemesi veya göz önüne alınmaması nedeniyledir:  Bütünsel ve Disiplinler arası yaklaşım. Bütünsel yaklaşımda sistem bir bütün olarak ele alınır. Her hâlükârda bütünün gözden kaçırılmaması gereklidir. Disiplinler arası yaklaşım ilkesi, incelenen sistemi bir bütün olarak görmeyi ve gerekli sonucu, o sistemin üzerine farklı görüş açılarını yöneltmeyi sağladığı için bütünsel yaklaşımın tamamlayıcısıdır. Eğer iş(ler) üzerine yetersiz ve dar bir görüş açısı ile yaklaşılırsa varılan sonuçlar ön yargılı ve kısmen yanlış olur. Bu yüzden disiplinler arası yaklaşımın temel düşüncesi, incelenen işler üzerine değişik, farklı açılardan yaklaşmaktır. Bu yaklaşım sisteme tek yanlı, tutucu, “biricik doğru” anlayışı ile yapılan yönelmelere karşı alternatiftir. Farklı görüş açılarına tamamen açık, ‘uçuk’ olarak görülebilecek fikirleri dahi değerlendiren ve bunları ortak bir dil oluşumuyla anlaşılır kılan, çevreyle etkileşimi asla kesmeyen bu yaklaşım her yöne açık olup, bunlardan bilgi, materyal ve enerji transfer etmekte, böylece “sistem sinerjisi” oluşturmakta da yeteneklidir. Bölümleme işlevini reddetmez, aksine kritik akılcı yaklaşımla, sınamalara tabi tutarak abartmadan ve gerektiği kadarıyla olaylara, durumlara ve sorunlara yaklaşım gösterir. Tanımlanmış amaçlar üretir ve bu doğrultuda bölümleme parçalanmaya dönüşmeden, bütüne bakarak daha alt olgulara ilişkin çıkarsamalar yapar. İşe dair konular ve/veya sorunlar parçalanarak değil, bütünleşik olarak ve sistem bütünü bilinci kaybedilmeden bir arada ele alınır. Sıklıkla bunlardan birine getirilen çözüm veya çözümleme, başka bir sorunun çözümü ya da konunun çözümlemesi ile ilişkilidir.

            Günümüzde parçalanmanın belirginliği, iş alanları-alan süreçlendirmeleri ve yapılan işlerdeki nicelik, çeşitlenmeler, yoğunluk, gerekli-gereksiz ayırımının yapılmadığı çok fazla sayıda iş/faaliyet, işe yaramayan pek çok işin yapılması, kırtasiye yığınları oluşturmak, çalışanları boş bırakmamak için icat edilen işler vb. hususlarda açıkça görülmektedir. Bunların yarattığı karmaşa, yönetim ve çalışmanın parçalanması, dağınıklık bireyin bütünü yitirmesine, zamanı yönetememesine ve bu yoğunluk, dağınıklık ve araçların da etkisiyle yabancılaşmasına; sosyalleşmeyi, rasyonelleşmeyi, nitelikli çalışmayı gerçekleştirememesine neden olmaktadır. Birçok şirketi, çalışma ortamını ve iş alanını kapsayan sistemsiz bölümlemenin meydana getirdiği “uzmanlaşma” (!) olgusu da ayrı bir tartışma konusudur.

1)    I. Kant, Saf Aklın Eleştirisi (Kritik der reinen Vernunft)

2)    K. R. Popper, Açık Toplum ve Düşmanları (Die offene Gesellschaft und ihre Feinde)

3)    H. Albert, Traktat über kritische Vernunft (Eleştirel Akla Dair Risale)

14 Şubat 2013 Perşembe

İK İçin: Sosyalizasyon - İş'in Teorisi Üzerine-2

Çalışma-iş üzerine insanın asli bağlantısı doğal olarak edimde bulunduğu sahada yürütme pratiğinde bulunması ile alakalıdır. Kişi normal yaşam döngüsünde bu ilişki-ilintiyi, konu hakkında sorulmadıkça tanımlamaz; zaten böyle bir şeye ihtiyaç da duymaz. Ancak, iyi-kötü sistematik bir arka-geçmiş plana (background), deneyimsel birikimleri üzerinde temellenen bilgi sayesinde kendi çıkarımlarına dayalı olarak yaptıkları işe dair bir düşünceye, duruşa veya fikre, hatta “sezgisel tahayyüllere” sahip olabilirler. İnsanın yaptığı iş bir anlamda onun icra ettiği bir roldür; kişi oynadığı bu rolle ilgili olarak fikir sahibidir ve bu önemli bir özelliktir. Zira insanın ediminde duruşu ve uygulamadaki ayarlamaları - yani anlaması, öğrenmesi ve uygulamada yoluna koyması-, işine dair tüm vetireleri (süreç) bunlardan dolaylı-dolaysız şekillerde etkilenir. Hemen herkes şöyle ya da böyle, genel anlamda “şeyleri” nasıl yapacağına, nasıl öğreneceğine ve nasıl çalışacağına ilişkin belli bir arka plan felsefesini elinde bulundurur. Bilgi-bilim öğretisi (epistemology) insanın elde ettiği bu türden bilgiyi “günlük bilgi” olarak adlandırır. Şahsen bir adım öteye giderek bu bilginin kendine özgü kuramsallığının olduğunu ve bazen bunun bilimsel teorilere özdek olma olasılığının bulunduğunu ifade etmek isterim (insanlık tarihinin bazı icatları).

Yukarıda açıklamaya çalıştığım insan ve ona haiz deneyim-birikim-bilgi ve uygulamaya dair düşüncelerin bütünselliğinden pek çok çıkarımlar yapılabilir. Ancak, burada dikkat çekmek istediğim çıkarım-husus, insanın yaşama, özel olarak işe ilişkin kattığı değer ve böylelikle oluşan iş değerinin kapsamıdır. Bu bağlamda, söz konusu değerin bütüncül olarak önemini, gerekliliğini anlama, bilhassa sosyalleş(tir)me açısından kayda değerdir. İşlevin daha üst düzleminde beğenme hissi, bunu belirtme veya bunun tersi olsa dahi “değer ihtivasının” yok sayılmaması, dışlanmamasıdır. Bahsettiğim sosyalizasyon insanın topluluk (community) halinde çalıştığı ortamlarda –ki günümüz pratiğinde şirketlerde-, yapıcı ve geliştirici iki ana unsurdan biri –diğeri rasyonalizasyon (kastım akılcılık değil; akletme ve akıllılık)- olarak İK’nın merkezinde yer alır. Almıyorsa almalıdır. Sosyalizasyon sadece, -her ne kadar sözlük anlamında mündemiç olan- “her kademedeki çalışanların dengeli bir biçimde yararlanmalarını sağlamak üzere yönetimin sağladığı imkânlar veya almış olduğu önlemler ya da oluşturulan imkân yaratma ölçütleri” olarak anlaşılmamalıdır. Yeni zamanlarda sıklıkla zikredilen “yönetimin çeşitleri, kurumsallık, liderlik, performans, kariyer, yetenek, strateji, sosyal medya, sosyal sorumluluk, farkındalık, algı, kişisel gelişim, hatta metafiziksel söylemler vb.” sözcüklerin yanında sosyalizasyon kavramının gündeme geldiğini görüyor musunuz? Kanımca hayır. Bunun başlıca sebebi olarak bireysel apolitikleşmeyi görüyorum. Burada kastettiğim bireyin felsefe ve siyasi bilimlerden, dünyadaki gelişmelerden uzak kalmasıdır.   Gerçekçi ve dürüst olalım; kaç İK’cı K. Marx’ın başyapıtı olan “das Kapital” in okumasını yapmıştır; vazgeçtim en azından özetini okumuştur. I. Bandın ana teması olan politik ekonominin eleştirisi (Kritik der politischen Ökonomie) üzerinde –ille de Marx bağlamında değil- kafa yormayan bir İK’cı, verilen ve önünde hazır bulduğu öğretilerin (!) ne denli dışına çıkabilir ve ne şekilde-nasıl zihinsel olarak işin-çalışmanın temel örgüsüne inebilir, çalıştığı işyerindeki insanları anlayabilir ve iş ilişkilerini kuramsallaştırabilir?

 

              İşin-çalışmanın paradigmal analizi, alt- ve üstyapının kişinin “anlaması ve öğrenmesi” ile başlar. Bu İK’nın üzerine alması icap eden zahmetli, görece zaman alıcı, sabır ve sebat gerektiren bir sorumluluktur. Örneğin, İK nasıl bordrolama işini yapıyor ve bu önemli bir faaliyet ise (bazıları, hatta bazı İK’cılar dahi bu işi küçümsemekteler –dayatılmışın psikolojisi), genele şamil olan iş teori-si(ler)-n-in de aynı şekilde, hatta daha fazla önemsenmesi gereklidir. Netice itibariyle kuramsalın yapılandırılması, temel-üst başlık olarak tüm işlevleri kapsamaktadır. İşin altyapısı insan-emek-üretim ve araçları kapsar. Bu dört unsur maddi ve somuttur. Üstyapıyı politika ve türetimi mevzuat düzenler. Burada gerek siyasi iktisat gerekse onun düzenlediği mevzuat ana çemberde devlet erkiyle bağlantılıdır, ondan neşet eder. Alt çemberde yönlendirici ve hâkim bürokrasi, kamu düzeni ve alt gruplanmalar yer alır. Alt gruplanmalar arasında en etkin olanı gerektiğinde devlet erkiyle bürokrasi üzerinden çıkar amaçlı ve faydacı ilişki kurabilen şirketlerdir. Bu düzlemde tek yönlü ve maddeci davranış ağırlıklıdır: Devletin ayarlanabilir kontrolü (Kratia) ve üst sınıf olarak sermaye arasındaki ilişkisel total davranış tarzı. Soğuk savaş döneminde batı demokrasileri 60’lı yıllardaki gençlik hareketleri, özellikle komünizm ve sosyalizmin alternatif düzen sunumları ile yükselen değerlere dönüşmesi siyasette sosyal demokrasi hareketlerine geniş kapılar açmış, bilhassa Orta ve Kuzey Avrupa’da düzen-sistem dengeleyici bir seçeneği ortaya çıkarmıştır: Sosyal demokrat partilerin başarılı sosyalleştirme projesini. Bu sayede çalışan kesimin çekirdeğini ve çoğunluğunu oluşturduğu orta sınıf ve refah toplumu somutlaşmıştır.

 

               Geçtiğimiz yıllarda yürütme erkinin atılımıyla gündeme gelen “Ekonomik ve Sosyal Konsey” fikri olarak olumlu bir proje olmasına karşın, üç toplantının ardından başarısızlığa uğramıştır. Kanımca, bunun başlıca nedeni tarafların ön yargılı konu yaklaşımı, üst yapıda yasal dayanağın olmaması, ekonomik durumun negatif etken olarak öne sürülmesi ve alt yapının toplumsal mutabakat içinde olmamasıdır. Ancak, en azından teorik olarak bu fikir, tüm bir şirketi kapsayacak sosyalizasyon için ilk adım olabilir. Burada çıkış noktası, işletme ve kuruluşta “katılım” ilkesinden hareketle, işveren ve çalışanlar arasında, çalışanlara kuruluşa ilişkin kararlarda “birlikte belirleme” hakkının tanınmasıdır. Sosyal bakış açısı ve akademik sosyal reform düşüncesinin mutabık oldukları husus –liberal ikna olma- çalışanların “fabrikanın herhangi bir unsuru” değil, eşit haklara sahip vatandaşlar olmalarıdır. Son derece doğal olan bu durum, yeni zamanlarda bir idealleştirme hatta ütopya olarak görülebilir. Ancak, bu yönde yapılacak proje temelli çalışmalarda süreç içinde en azından “asgari müşterekler” elde edilebilir; -hiç olmazsa- böylelikle işyerlerinde sosyalleşme yönünde ilk adımlar atılabilir.

 

            Özellikle son yıllarda çalışma hayatının pek çok alanında atılım (başarılı ya da değil) yapan İK’nın sosyalizasyon yönünde de, öncelikle temel donanım ve yetkinliği içkin kılarak, aksiyon alması “insan onuru, sermaye-emek ve iktisadi erkin dengelenmesi, demokratik ilkeler” ve toplumsal başka yarar sağlayıcı gelişmeler açısından yerinde olacaktır.  

Not: İK’cılara tavsiyem Almanya’da yıllar süren, Weimarer Republik’te başlayıp, 1979’da Anayasa Mahkemesi’nin çalışanlara yönelik olarak birlikte belirleme hakkını verdiği karar (Mitbestimmungsurteil) ve işyerlerindeki yapılanmayı incelemeleri ve değerlendirmeleridir.

 

           

10 Şubat 2013 Pazar

Farkındalık: Verilenin Mitosu – Farketmezlik


“Zahmetinin devesine dikkat et! Bileklerine kadar fırtınanın getirdiği kuma battıysa hedef kimsenin aklına gelmez.”

Halilullah Halili

Üzerine pek çok kelam edilen mevzulardan biri de farkındalık. İnce ayrıntılar bir yana, oldukça farklı yaklaşımların, anlatıların yer aldığı bir konu-alan. Osho’dan, çeşitli giz(l)emli (ezoterik)-mistik görüşlere, psikoloji-psikiyatriden, kişisel gelişime, kuantumdan nlp’ye hatta dini odaklı düşüncelere, felsefeye değin birçok sahanın mündemiç kılındığı, fenomenal yapay bir görüngüye dönüşen “şey”. Ezcümle anlatıların odağında “bilinç ve bir tür kontrol” bulunmaktadır. Ve bilinç, ruh, kuantum vs. öğelerin içeriğinde yer aldığı konular çekici ve dahi “prim yapan” sözde bilimsel ve yapay nesnelliğe dönüş(türülebil)en tematik alanlardır.

Bu “şey” benzerleri gibi tezahür edenden modellenebilir, pazarlanabilir ve satılabilir olana terfi ettirilebilir. İsteyen kişi bunları satın almakta özgürdür; yani “farkındalık konusu” artık bir eşyadır. Bu insana özgü üretimsel yeteneğin başarısıdır bir noktada. Ama birey için kilitlenilen aşama farkındalığın “ne, nasıl, ne için” sorgulamasıdır. Öncelikle belirtmek istediğim kavram üzerinden geliştirilen öğretinin felsefi sorgulama dışında, gerçek anlamda sınamaya ve yanlışlanmaya tabi tutulamayacağı, dolayısıyla bilimsel nitelikten uzak olduğudur. Alansallık, yapısı itibariyle anlatının edebi, metafizik ve felsefi yönüyle ele alınabilir. Çıkış noktası kadim bilgi aktarımlı olan ve modernite ile birlikte özellikle Gestalt felsefesinin temel kavramlarından biri olmuş ve Gestalt terapinin kuram (!) ve uygulamalarında çekirdek rol oynayan “farkındalık” (seçimlerin arttırılması, çoğaltılması, esneklik sağlama. Gestalt ’de farkındalık iki ana olası şekilde ifadesini bulur: Odak alanının geniş tutulduğu ve aktif odaklanmış farkındalık; birincisi genele şamil iken, ikincisi ayrıntıların keşfidir) zaman içinde sağaltım boyutunu aşarak popüler bağlamlar kurulması vasıtasıyla bilhassa günümüz insanına hitap eden modellemelerle pazardaki yerini almıştır.

Kavramın Gestalt’ın dışındaki “popüler okumaları” ilginçtir; ilginçliği içerikten maada ağırlıklı olarak sunulduğu alandır: İş dünyası. New Age’in akım kollarından kişisel gelişimin sunumu olan farkındalık John Kabat-Zinn’in deyişiyle Yargısız bir şekilde Şimdiki ana odaklanabilmek amacıyla, Dikkatinizi toplayabilmektir.” Zinn’in ifadesi dikkat edilirse “malik-imkânlı olma (can-können)” fiiline göbekten bağlanmıştır ve bununla edim yönlü etiği içinde barındırmaktadır. Peki, günümüzde özellikle iş yaşamına yönelik olarak bu kısa ve öz betimleme  -ne denli- geçerlidir. En başta belirtmeliyim ki, diğer pek çok olasılıklı kavramsallaştırmalar gibi “farkındalık” da olabilirlik düzeyindedir; ancak sunumu “olur” şeklinde çerçevelenmiştir. Bu noktada, farkındalığa ilişkin sunulanlar “verilenin ve çerçevelenin mitosu” olmaktan öteye gidememektedir. Burada mitos ile kast edilen “söylencedir”. Bu durum, piyasa anlayışı ve kavram pazarlaması açısından normaldir. Normal olmayan farkındalığa yüklenen anlamdaki abartılı saptırmadır. Hele ki anlam biçilmesindeki saptırma şu seviyelerde ise: Farkındalık yaptığımız her işte, attığımız her adımda, her düşündüğümüzde kendimize şu soruyu sormaktır; 'Bunu yapmayı ya da bunu düşünmeyi ben mi istedim?' Farkındalık düşünebilme kabiliyetinin hakimi olabilmektir. Çay içerken önce çay bardağına dokunuruz dokunduğumuzu onaylarız. Şu an çay bardağına dokunuyorum. Sonra bardağı kaldırırız ve kaldırdığımızı onaylarız. Sonra çayımızı yudumlarız. 'Şu an çay içiyorum ve sadece çay içiyorum' deriz. İşte şimdiye kadarki en güzel çayı içtiniz. Sadece çay içtiniz ve farkında olarak çay içtiniz. Çay içerken aklımıza düşünceler mi geliyor? 'Ben sadece çay içiyorum, düşünmeyi ben istemiyorum. Düşünceler dışarıdan geliyor' diyebilmek farkındalığımızı sağlayacaktır. Farkındalık yapılan eylemle bütünleşebilmektir. Bu da sadece 'anda kalarak' gerçek olabilir. Çünkü düşünceler ya geçmişten anılar ya da gelecekten hayaller olarak gelir. Farkındalık Eğitimi ve İzleme Uygulamaları' adı altında gerçekleşen bir eğitim ile yaklaşık 5 hafta gibi bir sürede bu mümkün olabilmektedir. Uygulamalar düzenli olarak yapılırsa farkındalık artık hayatımızın bir parçası haline gelmeye başlar. Bu uygulamalar tamamen izlemeye dayalıdır. Bilişsel terapi yöntemleri uygulanmaktadır ve klinik ortamda uzman psikiyatristler gözetiminde gerçekleştirilmektedir. Hayatta başımıza gelen olaylara iyi veya kötü demeden 'olduğu gibi kabul edebilmemizi' sağlar. Farkındalık eğitimi tamamlandıktan sonra öğrenciler 'Kuantum Yaşam Eğitimine' geçebilir ve artık düşünebilme kabiliyetlerinin hâkimi olduklarından 'düşünceler ile gerçeklikleri oluşturma' aşaması olan kuantum yaşam döngüsüne geçebilir.” Bu sözler öylesine olsa okur ya da dinler geçersiniz. Ancak, söz konusu danışanları olan ve onlara bunları para karşılığı anlatan ve uygulamalı eğitimini (?) veren bir psikolog-psikiyatr olunca durum değişmektedir. Ayrıca, bir de üstüne söz konusu eğitimi müteakip satılacak yeni bir ürün olan “Kuantum Yaşam Eğitimi” pazarlaması da yapılmaktadır.

Konuya ilişkin batı dünyasında bilhassa 70’lerde başlayıp, 80’lerden itibaren yükselen değerlerden (!) biri olan Uzak Doğu mistisizminden türetilen “ruhun uyanışı merkezli” farkındalık akımlarından bahsetmek gereğini duymuyorum. Batıdaki katı dünyevileşmeyi nispi de olsa yumuşatan, ancak içeriğindeki özellikle yanlış-doğru çıkarımlarını izafileştirmesi nedeniyle insanın sorumluluğu alanına giren hususlarda kayıtsız kalmasına ve belli bir zaman sonra adeta boşluğa sürüklenmesine sebep olan bu akımların insan bünyesinde bıraktığı hasarlara bizzat tanık oldum. Maddeci bireysellik, mana boşluğunun yarattığı kırılganlık, moral bozan sert rekabet, yabancılaşma/dumurlaşma sendromları vb. olguların yol açtığı duygun yaralanmalar, incinmeler de (travmalar) dışsal ön-sonuçlar olmaları itibariyle insan zihnini alternatif arayışlara yöneltir; bu da bir tür şartlanma çeşidi olup, doğal ve insanidir. Bu gibi durumlarda kişi maddi bireyselliğinin ardında bıraktığı benliğini tekrar hatırlatan ezoterik-mistik ve dahi egzotik karakterli akımların çekiciliğine eğilim gösterir. Bu akımlarda tipik olan ilk iki adım, nefes ve farkındalık ile ilgili olanlardır. Taraftar sayısı olgun ve yeterli seviyeye gelince, rantı genişletme çalışmaları başlar. Bu tip akımlarda yaygınlaşma stratejik planlaması, alan ve yayılma yönteminin belirlenmesi üzerinde kuruludur. Ön-hedef alan, maddi araçsallığı sayesinde güç devşiren seçkinlerin, siyasetçilerin, yüksek bürokrasinin, iş çevrelerinin, kısmen akademik yaşamın kök saldığı ve ilişkili potansiyel oluşturabilecek gençlerin yer aldığı yaşam çevreleridir. Yöntem ise her türlü yazılı, görsel ve sosyal medya üzerinden abideleştirilmiş “kişisel gelişim-secret” yayınlarının kullanılmasıdır. Peki, bütün bunlarda piyasaya aykırı bir husus var mıdır? Ama benim meselem bu soruyla ilgili değil. Şahsımı ilgilendiren çevremde pek çok insanın bu yolun yolcusu olması, tarafgir araması ve yarı ilahlaştırılan egolarla önce farkındalıktan başlayıp mevzuyu indirgenmiş sözde bilimselliğe, yeni zamanların ben merkezli metafiziğine vardırmasıdır. En basiti iş yaşamında yaygın olan eğilim kavramlarının –farkındalık, strateji, yetenek, kariyer, performans, sosyal medya, bilinçlenme, liderlik, kalite vs.- kapsamını iyi inceleyin, içeriğinin derin okumasını yapın. Mevzunun nerelere, nelere uzandığını göreceksiniz. Yukarıda belirttiğim dışsal ön-sonuçlar ve ön-hedefin dışında başka hangi türden sonuçlar, amaçlar ve hedefler olduğunu göreceksiniz. Bu hikâyede “muhteşem paradoks” ise şudur: Doğunun yozlaştırılmış bilgisinden bir parçayı ucuza alıp, hem batıda hem de doğuda pazarlayıp pahalıya satmaktır. Ha derseniz ki “ya, farkındalık diye bir şey var ama”, diyeceğim “evet var, ama var dediğim sözünü ettiğiniz değil ve de bunun için sizden ücret de istenmez, ancak bahsettiğim farkındalık için emek, zahmet ve vazgeçmek gerekmektedir. Zaten öyle zamanlardayız ki, bedava revaçta değil, alıcısı da oldukça az.” Hakiki farkındalık, “ben hakikatim” haykırışını Mansur gibi kelle koltukta söyleyenlerin ayaklarının altına serilir. Ehl-i Beyt, Pir Sultan, Bedreddin ve nice diğerleri gibileri sömürüye karşı başkaldırtır. Var ise böylesi işte er meydanı. Farkındalığın çakmasına diyeceğim olumsallıktır; olsa da olur olmasa da, yani “farketmez.”

2 Şubat 2013 Cumartesi

İK İçin: Özgünlük - İş'in Teorisi Üzerine-1


İş-çalışma hayatı, genel anlamda yaşamın alanlarından biridir ve diğer alanlar ile etkileşim içindedir. İnsan zihninin türetimleri, yetişme tarzımız, eğitim, öğrendiklerimiz, açıklamasını yapabildiğimiz veya yapamadığımız, kaynağı tanımlı-tanımsız bilgiler, uygulamalarımız çok çeşitli sahalardan kısmen içinde bulunduğumuz ve aynı zamanda kısmen dışarıdan bakabildiğimiz "ortamı" belirleyici roller oynarlar. "Ortam" değişime açık bir karaktere sahip olsa da, bireysel yaklaşımın şekillen(dir)me türü, içinde bulunduğumuz realiteyi önemli ölçüde etkilediğinden duruşumuz "ortamın" niteliğini belirleyicidir: Öz-gürlükçü, bağnaz, tutucu, faydacı, taklitçi, bağışıklık oluşturucu/ korumacı vs. Ana çıkarım olarak insan aklının maddeye yönelik bakışı, maddeden yaşama ve kendine bakışı veya her iki taraftan kendine ve hayata bakışı vizyonu şekillendirici rol oynar. Bu bağlamda ikilem ortadadır ve seçim sunulmuştur: Ya özgün oluşturma ya da piyasada arz edilen tablet çözümü alma. Birincisinin maliyeti ve büyük problemler çıkarma ihtimali düşük iken, ikincisi pahalı ve bünyeye uyum sağlama riski yüksektir. Bir üçüncü yol ise "işi gidişine bırakma" semptomudur ki, oldukça yaygındır (bir şirketi pazar tezgahi gibi işletmek). Büyük ve orta büyüklükteki şirketlerde yaygın olarak tercih edilen ikinci seçenektir. Bu seçenekte, insan için "verilenin mitosu" ve "çerçevelenenin mitosu" her ne kadar felsefik (klasik pozitivist) bir kanadı olsa da zihni işlevi donuklaştırma olasılığı yüksektir. Bu durumda, tablet çözüme teslimiyet öncüldür. Sistemin oluşturulması aşamasında idealleştirmeler yapılır. Bir süre sonra sistem doğal bir gelişimle kendine bağışıklık sahası oluşturur ve kendini muhafaza altına alır. Bu da dogmalaşma, daha da risklisi tepeden inici (jakoben) bir anlayışa ve dolayısıyla katı hiyerarşik bir yapılanmaya yol açabilir. Bu tip sistemlerde "sistem eleştirisi", tartışma yapmama, sorunsalı öteleme ve özgün duruşlar sergilememe alışılmış biçimlerdir. 
Türk kültürü çekirdek anlamı yönüyle diğer bazı kültürler gibi (Amerikan, İngiliz, Alman, Hint vb.) baskın bir yapıya sahiptir. Baskın karakterli kültürler sahip çıkıcıları tarafından doğal olarak korumaya alınırlar. Bu noktada önemli olan sosyo-kültürel yapının önce kendi toplumuna ve etki alanına, sonra da dünyaya yeni "bir şeyler" sunabilmesidir. Bu konuda son 30 yılda özellikle, gelişime ihtiyaç duyan havzalarda kısmen atak yaptığımız ve daha özgün değerler taşıdığımız; ancak kendi içimizde bunu o denli verimli uygulamaya sokamadığımız gözlenmektedir. Kanımca, bunun başlıca nedeni, yukarıda teorik çerçevesini tanımlamaya çalıştığım tablet çözümlere yönelmemiz, icra edilen modaya uygun "pompalamayı", özellikle "popülerleştirilmiş" akımların çekici kıldığı unsurlara kapılarak kabullenmemizdir.
Öz-gür ve eleştirel akıl, "işte yapılması gerekenler" diye sunulan şeylere mesafeli durur. Böylelikle içinde yaşadığı ortama, kültüre, topluma, dünyaya özgün ve öz-gür nitelikte, daha iyiye-gelişime yönelik varabilgiler (uygulamalı) sunabilir. Bu nedenle, bilgiyi nereden ve ne şekilde alırsak alalım, bünyemize uygun ve özgün bir tarzda değerlendirmemiz yerinde ve akıl(-lı--ca) olacaktır.

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...