13 Haziran 2017 Salı

Sosyal Değişimlerin Parçası Olarak Organizasyonel Biçimlenme

İnsanın sosyalitesi güçlüdür. İnsan türünün tarihsel gelişimine bakıldığında, hayatta kalmanın daima grup çabasına dayandığı görülür. Tarımın keşfinden önce, avcılık ve toplayıcılık dahi eşgüdümlü çalışma ve işbölümü gerektiriyordu. Yeni teknoloji, grup oluşturmayı kolaylaştırmıştır. İletişim biçimlerinin değişimi ilişkileri ve hatta toplumsallığı da değiştirmektedir. Günümüzde sosyal becerilerimizle daha fazla uyum sağlayacak ölçüde esnek iletişim araçlarına sahibiz ve bilhassa “sosyal medya” aracılığıyla geleneksel kurum ve örgütlerin çerçevesinin dışında, birbirimizle paylaşma, işbirliği yapma ve kolektif hareket etme becerimizde yüksek düzeyli bir gelişim sağlanmaktadır. Ama bu ilişkilerimizde doğru orantılı bir gelişim sağladığımızın göstergesi değildir.  
Artık sosyal yaşam gittikçe ağırlıklı olarak yatay şebekeler ve ağlar vasıtasıyla düzenlenmektedir. Bu ağlar, kendi kendini örgütleyen, otonom ve özyönetime haiz, kendi politikalarını ve çevre ilişkilerini kendileri oluşturan, örgütlenmeler arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkisiyle karakterize edilen yapılanmalardır. Bu temel özellikleriyle ağlar, bürokrasi tarzı hiyerarşik örgütlenmelere ya da pazar koşullarına tabi çıkar temelli örgütlenmelere alternatif oluşturan bir sosyal koordinasyon biçimidir. Ağlar günümüzde devam eden tüm çabalara karşın henüz merkezi olarak örgütlenememekte ve yönetilememekte, aynı şekilde merkezi olarak kontrol de edilememektedir; bu sayede halen belli bir seviyede de olsa eşitler arası çok katmanlı işbirliklerinin mekânlarından bahsedebiliriz.
Değişim içindeki yönetsel paradigma çalışma birimlerini küçültmektedir. Dikkat edilecek olursa büyük işletmeler küçülme yolunu seçmekte, küçük işletmeler çoğalmaktadır. Üretimin ağırlıklı bölümü artık KOBİ’ler tarafından gerçekleştirilmektedir. Hızlı ve esnek teknolojilere geçiş çeşitliliği teşvik etmektedir. Ölçek ekonomilerinin yerini hız ekonomileri almaktadır. Sanayi çağı firmaları genelde benzer örgüt yapılarına sahipti; bunlar piramit şeklinde, monolitik ve bürokratik örgütlerdi. Günümüzde pazarlar, teknolojiler ve müşteri ihtiyaçları o kadar hızlı değişmekte ki, bürokratik tekdüzeliğin ömrü dolmaktadır. Yeni organizasyonlar mümkün olduğu kadar çok sayıda karar yetkisini tepeden alıp çepere dağıtmakta ve öğrenen şirketler işgörenlerini yetkilendirmeye çalışmaktadır. Bunu iyiliksever oldukları için değil, tabandaki insanların genellikle daha iyi enformasyona sahip olduğu ve gerek krizlere gerekse fırsatlara yukarıdakilerden çok daha hızlı tepki gösterebildiği için yapmaktadırlar.
Yönetişimin araçsallığında organize olan işletmelerde yönetsel odak noktası olabildiğince güdümlemeyi dışarıda bırakan, bilgi kaynaklı ve karşılıklı etkileşime dayalı yönetim tarzlarına doğru evirilmektedir. Bu tür şirketlerde çalışanların denetimi ağırlıkla otokontrole dönüştürülmüş ve çalışanların açık, demokratik ve özgür ortamlarda inovatif ve yaratıcı olacakları durumlar için şirketler kaçınılmaz olarak kendi çalışanlarını daha özgür, daha katılımcı kılmak için çaba sarf ederler. Çalışanları ile karşılıklı bağımlılığı sağlayamayan şirketlerin döngüyü sağlayamayacakları aşikârdır. Bundan ötürü çalışanlara güven vermek için şirketlerin onların önem verdikleri inanç ve değerlere saygı duymaları gerekmektedir. Daha iyi bir dünya, daha iyi insan ilişkileri, sürdürülebilir ekoloji gibi günümüz işletmelerinin sosyal sorumluluklar konusunda artan duyarlılığının bir nedeni de budur.
Güç kavramının yanında yapılanmanın temel ilkesi olarak sorumluluk da bir değer olarak önem kazanmaktadır. Sorumluluğa dayalı karar verme yetkisi, “katılım” olgusunu gündeme getirmektedir. Hızlı karar vermek zorunda olan bilgi toplumu işletmelerinin, başarıya yakın, piyasaya yakın, teknolojiye yakın, toplumsal değişimlere yakın, çevreye yakın, bilgiye yakın olması; değişimleri ve yenilik fırsatlarını yakından izleyebilmesi gerekmektedir. Bu özellikler işletmelerin özerk ve adem-i merkeziyetçi olmasını ister istemez zorunlu kılmaktadır. İnternet geleneksel iş dünyasını, sektörleri dönüştürmekte ve ilişki biçimleri ile düzeylerini farklılaştırmakta, oyunun kuralları da değişmektedir.
 Örgüt kavramını artık, lider, hiyerarşi, piramit, kutular, emir/komuta gibi kategorilerden maada; daha çok ekip çalışması, özerklik, esneklik, eşit haklı katılım, ağ, yatay iletişim, müzakere/tartışma ve işbirliği gibi katmansallıklar belirlemektedir. Bireylerin örgütleriyle ilişkileri çeşitlenmekte, geleneksel örgüt yapılarının dışında hem bireylerin, hem ekiplerin gücü artmakta, bireyler neredeyse sınırsız enformasyon alma, yaratma, gündeme getirme ve gönderme olanağına kavuşmaktadırlar. Dünya üzerindeki paradigmal geçişte diğer dikkat çeken bir husus, kuşaklar olgusunun yarattığı kavramsallaşmadır. Y ve Z kuşağı gibi adlandırmalarla tarif edilen günümüz gençliğinin, yaşanan köklü değişimin etkisi altında önceki kuşaklara nazaran bir öncekilere kıyasla adeta zıplama yapmış ve farklı özelliklere sahip oldukları görülmektedir. İnternet kültürüyle yoğrulmuş, sosyal medya araçlarıyla haşır neşir, günümüz teknolojisini yoğun olarak tüketen bu gençler, “her şeyin doğrusunu bilen” ve önceki kuşaklara göre apolitik ve bencil olarak nitelendirilmekte, hatta tuhaf bir şekilde küçümsenerek sert biçimde eleştirilmektedir.
Yeni kuşaklar, daha önceki “itaatkâr” kuşaklardan farklı olarak kendilerine dayatılan norm ve değerleri kabullenmek istememektedirler. Baskı ve statükodan hoşlanmamakta ve bu meyanda herkesi karşılarına alabilmektedirler. Eski köye yeni adet getirmekten, doğru bildiklerini uygulamaktan çekinmemekte, yalnız yapılan işi değil, sistemi de sorgulamaktadırlar. Bir şirkette çalışmaya başlamaları, o şirketin tüm kurallarını kabul ettikleri anlamına gelmemektedir. Onlar için yaşam tarzlarına dair değerlerin pek çoğu bırakın şirket kurallarını, kanunların dahi önünde gelmektedir. Önceki kuşakların hâkim zihniyetinde para kazanmak için iş yapma düsturu öncel iken, artık iş yapıldığı için para kazanıldığı fikri baskındır. Para hâlâ önemli, fakat tek başına motive edici bir faktör değildir. Günümüzde sürekli büyüyen ve gelişen, kâr amacı gütmeyen gönüllü kuruluşların kadrolarında ağırlıklı olarak yeni kuşaklar görev almakta; alışılmış politik partilerin dışında kendilerini özgürce ifade eden ve internette elektronik toplulukları oluşturanlar da çoğunlukla yeni kuşaklardır.
Geleneksel örgütlerde yönetimin gerekliliği olarak görülen otoriter ve komutçu mekanizmalar da değişime uğramaktadır. Yönetici, piramidin en tepesinde oturan, içine kapanık ve çalışanları arasında fazla “gezmeyen” egoist bireyci bir insan tipiydi. Yeni yönetici başkalarıyla konuşup, diyalog kurmak, paylaşarak işbirlikleri oluşturmak ve geliştirmek zorundadır. Bunun için de farklı görüşlere açık ve saygılı olması, empati ve anlayış göstermesi gerekmektedir. İşbirlikleri ancak ortak verilen kararlar varsa yürüyebilir. Çünkü sorumluluk duymak ancak kararlara katılmakla mümkün olabilir. Katılımcılık bunun için artık her türlü süreçte olmazsa olmaz bir ön koşul haline gelmiştir.
Günümüzde dikkat çeken diğer bir husus, özellikle genç kadınların girişimciliği, çalışkanlığı ve sebatlarıdır. Kadınların yöneticilik özellikleri arasında öne çıkan yaratma eyleminin karşılıklı konuşmaya dayanması, bağlantılar oluşturmak için ilişkiye ve sosyalleşmeye ihtiyaç duyması, tek bir doğru yanıt ve paradigma yerine birbirinden farklı ve çelişen düşünceleri birlikte dikkate alan esneklikleriyle zamanın zihniyetine daha kolay uyum sağladıkları görülmektedir.
Yeni sosyal hareketler, üyelerinin heterojen yapılanmaları ve kimlik yönelimli olmaları bakımından klasik sosyal hareketlerden farklılaşmaktadır. Kendilerini devlet gücünü kontrol etme fikrinden ayrıştırdıkları ve sivil ilişkileri dönüştürmeyi amaçladıkları için ve lider eksenli hareket niteliğinden çok birey eksenli oldukları için yenidirler. Bu çerçevede yeni sosyal hareketlerin ekonomik olmayan taleplere de yöneldikleri, eski bürokratik örgütlenmelerden farklı olarak yapılandıkları, gönüllülük temelinde eşit yönetim hakkına sahip aktivist birliktelikleri olarak ortaya çıktıkları ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelerden sonuna kadar faydalandıkları dikkat çekmektedir.
Bu hareketler siyasal katılmanın içeriğinde de değişikliğe yol açmaktadır. Siyasal partilerle yakından bağlantılı daha önceki sosyal hareketlerden, siyasal katılımın alışıldık olmayan ve parlamento dışı biçimlerinde artışla farklılaşmaktadır. Eski toplumsal hareketlerde bir araya gelmeyi sağlayan sınıfsal nitelemeli temel iken, yeni toplumsal hareketler sosyal ya da kişisel, bütün tahakküm tarzlarına karşı değerler temelindeki paylaşımın ürünü katmansal olarak ortaya çıkmaktadır. Eski toplumsal hareketlerin ve geleneksel çıkar gruplarının amacı, hükümeti ve siyasal süreci etkilemeye yönelik iken, yeni toplumsal hareketler yaşam biçimlerini etkilemeye ve doğrudan eylem aracılığıyla toplumsal değişimi gerçekleştirmeye odaklanmaktadır. Yeni genç kuşaklar, bu hareketlerin en aktif katılımcılarıdır. Ekolojik hareket, küreselleşme karşıtı hareketler, anti nükleer ve savaş karşıtı hareketler, her türlü şiddet ve tahakküm karşıtı hareketler, sosyal adalet ve sivil haklar hareketi, kadın hakları hareketi, öğrenci hareketi ve eşcinsel hakları hareketi gibi biçimlerde ortaya çıkan yeni sosyal hareketler, son 40 yıldır Batı dünyasında gerçek anlamda yeni bir kültürün yaratılmasını sağlamıştır.1


1 Gerçekten de yeni kültürün izdüşümünde uygarlık anlayışımızı güncelleştirme değil, değişim ve dönüştürme bulunmakla beraber zaafımızın, gelmekte olanın öncel ipuçlarını bir derece de olsa fark etmekteyiz. Ancak, çok fazla enformasyon, işlenmeye çalışılan bilgi “yeni kültürü” anlamamız için henüz yeterli değildir. Diğer yandan dikkat çeken bir husus, iyi niyet barındıran bazı sosyal hareketlerin belli bir aşamayı müteakip, siyasi manipülasyonlar tarafından çeşitli yönlerden bozunuma uğratılması ve tipik iktidar mücadelelerinin aygıtı haline gelmesidir.  Bir şeyler değişip dönüşmekte ama yitik olan bir şey var ve karşımızda duran karmaşıklığın belki de en büyük sebebi budur. Aslında yitik olan gök kubbe altında binlerce yıldır hemen hiç değişmeden kalan ve Yaratıcının bizlere sunduğu güzelliklerin ve erdemin kaynağı olan şey… O da güzel ahlak.     

1 Haziran 2017 Perşembe

Yönetsel Kırılımın Yönlendirici Ana Motifi Olarak Politika

Dünya tarihinin bilinen en şiddetli ve yıkıcı savaşının ardından başlayan gergin soğuk savaş dönemi şartlarının güvenliğe kodlanmış ideolojik çatışmalarının ardından 1980’lerin sonunda iflas eden ekonomiler olarak doğu blokunun çökmesi sonucunda ortaya çıkan geçiş dönemi belirsizliklerin başlangıcı olmakla beraber eşzamanlı olarak yeni politik düşüncelerin de biçimlendirilmesi dönemi olmuştur. Yeni döneme ilişkin pek çok öngörü sonuç itibarıyla gerçekleşmemiş; ancak elverişli görülen bazı stratejik projelerin ise hala gerçekleştirilmesi için her türlü yöntem denenmektedir. Bunların başında Amerikalı siyaset bilimci ve yazar, A.B.D. eski Dışişleri Danışmanı S.P. Huntington’ın ünlü eseri “Medeniyetler Çatışması (The Clash of Civilizations, 1996)” ile ortaya koyduğu ve “The West Against the Rest” ile formüle ettiği batı medeniyetinin dünyanın geri kalanına karşı üstünlüğü ile sonuçlanacak 200 yıllık medeniyet projesinin stratejisinin açtığı yol küreselleşme olgusunun açılımını sağlamıştır.
Günümüzdeki haliyle küreselleşme ekonomik manada ülkelerin sınırlarını görece şeffaf kılmış, ama sosyo-kültürel açıdan güdük kalmıştır. Bilhassa Orta Doğudaki yıkımlar ve belirsizlikler, Uzakdoğu’nun ön alanını kontrol altına alma çabaları ve Afrika kıtasında yapılan zulümler küreselleşmenin yıkıcı tezahürleri olurken, politika üzerinden şekillenen yeni yönetim tarzları ve BT’nin sağladığı devasa bilgi akışının oluşturduğu değişim-dönüşümler ile ulus devletlerin teritoryal kapsamlı yerelleşmelerle yüzleşmesi, Türkiye gibi kritik jeo- politik ve stratejik  konumdaki ülkelerin bitmek bilmez çabaları, paranın adeta zaman ve mekan ötesine meydan okuyan hareketleri gibi hususlar kaos teorisyenlerine zemin hazırlamıştır. Küreselleşme, batının kendi ayrıştırmasını yaptığı risk varsayımlarının gerçekleşmesinin önüne geçememiş; özellikle politik iktisadi sistemin sarsılmalarını ve kırılmalarını engelleyememiştir. Güç birliği modeli olan AB çok yönlü istikrarsızlıkların tam anlamıyla göbeğinde konumlanmıştır. Yeni yüzyılın büyük sorunu haline gelen ve politikası bir türlü oluşturulamayan göç-mülteci akınları da bir çok yan etkileriyle Avrupa’nın özellikle bazı anahtar ülkelerini (en başta Almanya olmak üzere diğer AB ülkeleri) derinden ürkütmektedir. Batı, fakir ülkelerden üzerine gelen göç hareketleri karşısında çaresizdir ve uygarlığı bu problem karşısında neredeyse iflas etmektedir; Batı’nın mülteci politikalarındaki bazı yaklaşımları “sosyal ırkçılığın” bir türü haline gelmiştir. Tüm AB ülkelerinin barındırdığı göçmen sayısı Türkiye’ye kıyasla 1’e 3’tür. Bu hususta ülkemizin duruşu Osmanlı İmparatorluğu’ndan aldığı miras üzere şekillenmektedir. 
Küreselleşmenin getirdiği diğer bir tezahür, politikanın şekillendirdiği yönetim modellerinde iki ana kolun oluşmasına vasıta olmuştur: Sürekli kontrole dayalı tutucu idareler ve buna karşın açık toplum ve demokratikleşmeyi hedef edinen ve ısrarla bunun gerçekleşmesi için çaba sarf eden idare fikri. Bu fikrin özünde yatan ilhamlardan birisi esnek, demokratik ve insancıl bir yönetim için yönetişimin araçsallaştırılmasıdır. Günümüzde şirketler açısından iki meydan okuyucu unsur bulunmaktadır: Gelişen çok katmanlı sistemik teknolojik etkenler sayesinde üretim ve ürün öğelerinin, pazarlamanın sosyalleşerek dönüşümü ve baskınlığı ile buna paralel seyreden yönetişim gereksinimi ve klasik endüstriyi dönüştürebilecek güce haiz yeni rakip olarak ‘ince teknoloji’, bunun yatay karakteri ile buna uygun farklı yol ve yöntemlerin kavranması ve bunlara kaynak olabilecek yönetişim düşüncesinin şekillendirdiği demokratikleşen yönetim.
Yüz yıl önce dünya üzerinde yaşanan politik kırılımlar bir silsile halinde I. Dünya Savaşına ve takip eden yıllarda yaşanmış ve değişen dengelerin zemin bulamaması dünyayı ikinci savaşa taşımıştı. Söz konusu savaşı müteakiben iki ana ideoloji ve bunların arasında sıkışan 3. Dünya teorileri eşliğinde 20. Yy.ın sonuna doğru ikinci büyük kırılım dalgası başlamış, bir ana ideolojik sistemin çöküşü, diğerinin dönüşümü ve arada kalanın da sanallığının patlamasıyla günümüze kadar gelinmiştir. İkinci büyük kırılımın artçıları hala sürmekte olup, ya yeni büyük bir savaşa sürüklenme ya da devam eden periferik çatışmaların herhangi bir şekilde                          -Türkiye’nin arzuladığı gibi- sonlanarak barışçıl bir dönemin başlaması ile mevzi kazanılması. Bu ihtimaller arasında sıkışmış durumda olduğumuz ortadadır. Hız, değişim-dönüşüm ve toplumsal iklimi etkileyen kırılımlar arka plandaki aktörü politika olan vakaların karşılıklı etkileşimine dayanmaktadır. Bu çapta kitlesel ve geniş tabanlı toplumsal vakalar, gerek yansımaları gerekse öğeleri itibariyle tek boyutlu gerçeklikler değildir. Tek kutuplu bir dünya söylemi doğu blokunun çökmesiyle birlikte öne sürülen romantik bir tezdi; aynı bazı fütüristlerin hala bahsettikleri tek merkezli dünya yönetimi gibi. İnsanın unutmaması gereken husus, dünyanın ve üzerindeki yaşamın teklik değil çokluk, çeşitlilik üzerine yaratıldığıdır. Canlıların yaşamını yeknesak kılmaya meyleden tarzlar yanılgılarının bedelini er geç öderler. Bu nedenle –son yıllarda ülkemizde sıklıkla eleştirel bir biçimde şikayet edilen- “kalıplaşmış kutuplaşma” ifadeleri yerine bu çatışmaları yönetmek ve bunlardan ne türden yararlı çıkarımlar, fırsatlar yaratabileceğimizi düşünmek daha yerinde olacaktır. En azından insanın yaratılmış olanda mevcut olan kutuplaşmalar üzerine tefekkür etmesi dahi bu konuda pek çok işaretleri görmesine aracı olacaktır. Kutuplaşma olayında önemli olan biteviyelikte olduğu gibi zihinlerin kilitlenmesine izin vermememizdir. Ayrıca, gözden kaçırmamız gereken Türkiye’de uzun yıllar boyunca bastırılan çok sesliliği müteakip nispi de olsa erişilen demokratik düzeyle birlikte fikirlerin çatışmasının, kutuplaşmasının doğal olduğudur. Zaten kutuplaşma söylemini dile dolayanlardan bazılarının, eskinin “benim demokrasim” anlayışında olan jakobenler olduğu da diğer bir gerçektir.
Günümüzde gittikçe daha da belirginleşen ana gelişmelerin başında bilginin yaşamı domine eden ve bir tür emir-komutasız, ama bazan yönlendirilen sosyal ağlarla yayılarak kendi kendine örgütlenen yapılar oluşturabilmesidir. Bunun yanı sıra aşikar hale gelen toplumun bütün boyutlarındaki hızlı ve köklü değişiklikler; (ince) teknoloji, aile hayatı, din, kültür, politika, iş, hiyerarşi, lider-yöneticilik, değerler ve cinsel etik gibi çok farklı alanları kapsayan bu değişimler, aynı zamanda bir yönüyle reforme edilmeye çalışılan bir uygarlık yaratma sürecini, diğer yandan bu durum yönetimsel kırılımların yönlendirici ana motifi olarak politikayı öne çıkarmaktadır. Bunlardan uygarlık yaratımı daha belirgin ip uçları arz ederken, politika daha örtülü bir biçimde etkindir.   
Yeni zamanlarda bilgi önemi artan şekilde kapitale eklenme pozisyonundadır. İnsan yeteneklerinin ve sosyal bağlantıların rolü zenginlik yaratmada belirleyici kuvvet haline gelmektedir. Sürekli iç içe geçen ve daha başka değişiklikleri tetikleyen eşzamanlı değişimlerin dalgalar halinde yaşanması ve giderek ekonominin yeni bir versiyonunun ortaya çıktığı ortadadır. Daha teknolojik bir ekonomi ortaya çıktıkça, fabrika düğümleri ve girdi-çıktı bağlantılarıyla yirminci yüzyılın makineye benzer ekonomisinden, yirmi birinci yüzyılın karşılıklı bağlantılı organik ekonomisine geçilmektedir. Eski ekonomi bir makineyken yeni ekonomi, değişken kombinasyonlar ve çok katmanlı bir yapılanma dahilinde prosesler halinde, değişkenleri çok fazla sayıda ve kestirilebilirliği düşük seviyede olmak üzere gelişmektedir. Ekonomi bilim olarak eskiye nazaran bilinmezleri ve değişkenleri çok fazla içermekte ve çeşitli şekillerde dallanıp budaklanmaktadır. Bireysel tahminler incelendiğinde ölçme ve değerlendirme araçlarının artık yetersiz olduğu görülmektedir. İktisadi gidişat ile ilgili ileriye dönük tahminler son derece zorlaşmış, hatta şirketler açısından orta vadeli yansıtımlar dahi belirsizliklerle kuşatılmıştır. Hızlı değişimler ve yeniliğin oluşumları çerçevesinde, zaman ve mekân boyutlarındaki iniş-çıkışlar şirketler açısından yönetsel kırılımların meydana gelmelerini zaman açısından kısaltmış, sıklıkları ise artmıştır. Bu bağlamda oluşan yönetsel kırılımların natürü detaylı ve derinlemesine analiz edilmeli, bu analizlerden elde edilen çıkarımlar işletme katmanlarında mümkün olduğunca paylaşılmalı ve geri bildirimler için zemin(ler) oluşturulmalıdır. Bu doğrultuda, yani karşılıklı etkileşim içinde işletme politikaları birimsel bazda yapılandırılmalı ve oluşabilecek yönetsel kırılımların kendiliğinden değil de, belirlenen politikalar çerçevesinde bilinçli olarak gerçekleştirilmesi veya gerekliyse tersi şeklinde düzenlenmesi elzemdir. Sözünü ettiğimiz nazari ağırlıklı bu türden politik yaklaşımların uygulaması için başlıca koşul; düşünen, sorgulayan, girişim riski üstlenen, tekil ve özgün çalışanın, bireyin katkısı ve yaratıcılığının belirleyiciliğidir.
Yönetsel kırılımın motoru olarak politika, Çok Katmanlı Sistemleri sindirmiş ve yönetişimin araçsallığını iyi kavramış, bunu da değişimli olarak insan ve çevre odaklı uygulamayı hedeflemiştir. Böyle bir politika düşünce tabanında geniş kapsamlı ve derinlik sahibidir. Ortaya koyduğu farkındalık doğrultusunda yönetimin birincil ölçütlerini şu görüşlere göre şekillendirir: İnsan değerini ayrıcalıklı kılan husus, o istemediği müddetçe onun yaratıcılığına sahip olunamayacağı realitesidir. Artık firmaların başarılı olabilmesinin koşulu yaratıcılığı ve dehayı örgütleyebilmek olacaktır. Yani yaratıcı insanları bir araya getirebilmek yeni zamanlarda her türlü organizasyonun temel başarı kriteri olmaktadır. İnsan ancak özgür ise yaratıcı olabilir. Kreatif aklı örgütleyebilmek için yepyeni bir anlayış ve yepyeni bir ortam gereklidir. Öğrenen ve bu sayede araçsal aklı kullanabilen şirketler, çalışanlarını inisiyatif almaya, yeni fikirler geliştirmeye, hatta gerekiyorsa “kurallar kitabını fırlatıp atmaya” özendirmelidir. Yönetim basitleştirilmiş anlamıyla bir madalyon misalidir; bir yüzüyle yeniliklerin, değişimlerin çok yönlü okunulduğu, tartışıldığı ve bunlara uyumlanabilen politikaların şekillendirdiği yaklaşımlar; diğer yüzüyle eskide tutunmaya devam eden, hatta buna dair henüz bilgi sahibi olan, dünyaya o tür modellerden bakan ve öyle zanneden yönetim tarzı. İkincisi yönetimsel kırılımları fark etmeyen ya da fark etse de eldekini devam ettirmeyi daha elverişli gören, olabildiğince homojenleşmeyi ve dikeyliği muhafaza etmeyi vazife edinen patronaj merkezli klasik kondisyonel yönetimlerdir. Zaten insanlığın geçmişine bakıldığında döngüselin bu doğrultuda geliştiği görülecektir; yeniliklere uyumlanabilenlerin dönüşümler aracılığıyla devam şansı vardır!         


Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...