26 Mart 2015 Perşembe

Yitik Özgünlüğü Aramak-6


“Kapısı kilitlidir; ama kapı dışında her tarafı açıktır.”

Erdemler özgünlüğün temel taşlarındandır. Değerleri oluşturan ve dönemsel kılan kök olgu, insana güzellik kazandıran ve onun erişimine sunulan erdemlerdir. Erdemler, değerleri zaman, mekân ve durumlara göre üretirler ve yenilerler. Yaratımlara olan katkıları çok boyutlu yapısallığa haizdir. Erdemlerin kaynağı, beşeri umranın evrimindeki yaşanmışlıklarda ve onları pekiştiren ilahi vahiylerdedir. Tecrübelerin ve vahyin tevili erdemlerin insan bilincinde ve davranışlarında serpilip, onu olgunlaştırır ve kâinattaki çokluk-çeşitliliği keşfederek, bunların asli hakikatlerinin vahdetten tecelli ettiğini fark etmesini sağlar. Bunu mündemiç kılmayan farkındalık sıradan ve aldatıcı olduğu gibi, kesret içinde ayrıntıya boğulmamıza ve kemâlât yolculuğumuzun tahribine neden olur.
Hakiki kalite standartlarla değil, erdemlerle inşa edilir. Erdemin gerek kazanımı gerekse muhafaza ve istikrarı; itina, sebat, hoş sabır vb. erdemlerin gayreti ile mümkündür. Erdemi böylesine güçlü ve farklı kılan, yine kendine özgü yaşamsallıkları tazelemesi ve bireyin varlığını vasatta muhkem kılmasıdır. Bu mukavemet bireyin özne olmanın sorumluluklarını ve haklarını dengelemesine, ayarlamasına bağlıdır. Sıra dışılık, aykırılık, karşı duruş gibi özellikler, şeyleri yerli yerine koyma doğrultusunda sade hareket ve davranışlarla donatıldığı takdirde vasat ve gerçek tevazu sağlanabilir; vasatı içselleştirebilen insan hem müşahede edebilen hem de temsilinin hoşluğu ile şahit olunan düzeyin bireyi olmuştur (“… Ve böylece sizin dengeli ve ölçülü bir toplum (ümmeten vasaten) olmanızı istedik ki, (hayatınızla) tüm insanlığın huzurunda hakikatin şahitleri olun ve Elçi de sizin huzurunuzda ona şahitlik yapsın…” Kur’an-ı Kerim, 2/143). İçselleştirmeyi yerleşik kılan eylem ise, bu hâlin bilincinde olma ve bunun sorumluğu ile onu azimete dönüştürmek hususunda hamarat olmakta yatar.
Farklı bir konumlanmada, o ortamın koşulları ve imkânlarına göre üretilen stiller ve modellemeler, gerek fiziki gerekse fikri ve düşünsel şablonlar nedeniyle başkalık arz eden diğer bir ortama taşındıkları ve öylece uygulandıkları takdirde çoğunlukla başarısız olacaklardır. Aktarımların daha farklı şartlar altında tatbiki, onların uyumlanabilmesine bağlıdır ve bunun zorlamaya dayalı değil, tabii olarak gerçekleşmesi gereklidir. Burada “doğal” ile kastedilen, özgünlüğün çok ögeli yapısının olabildiğince ahenkli bir şekilde dengelenmesidir. Dengelemeyi sağlayacak anasır ise insanın medeniyetin çıkarımı zannettiği özgünlüğün, ait olduğu asli kapsama alanının fark edilmesiyle mümkündür; bu sahayı çerçeveleyen olgu insanın meydana getirdiği umrandan başkası değildir.   

Özgünlüğün daha iyi anlaşılmasındaki diğer bir husus, yönetim olgusunun birey ile olan ilişkisinde gözden kaçan bir hassasiyeti kavramaktan geçer. Doğal olarak, birey özne olması bağlamında anlama-tanıma-bilme işlevini eşya, şey üzerinden; yani onlara yönelik olarak gerçekleştirir. Bu durum öznenin ihtiyacını bir ölçüde sağlar, ama burada eksik kalan ayak bireyin diğer okumayı atlamasıdır. O da eşyaya bağlı olarak olaylar-edimlerden hareketle öznenin kendine dönük okumayı yapmasıdır ki, bu gerçekleştirildiği takdirde birey hem yaşamı hem de kendisini bilmede olgun ve tamamlayıcı köprüyü kurmuş olabilir. İki taraflı bu okuma, özgünlüğü oluşturan potansiyelin zeminini hazırlar; burada önemli olan bu potansiyelin kullanılması ve değerlendirilmesidir. Ancak tek yönlü uygulama, yani yönetimle ilişkili tüm paydaşların (yöneticiler, çalışanlar, ortaklar, müşteriler, sivil toplum kuruluşları vb.) katılımının sağlanmadığı bir işletim, yönetsel özgünlüğü ne kurabilir, ne de yapılandırabilir. Yönetimin teşekkülü, yapılanması, sevk ve idare mantalitesi özgür öznelliğin oluşturacağı bileşimli çoğulculuk anlayışı ile yapılabilirse bu oluşum vasıtasıyla, yönetim özünde kendisini biçimlendiren tüm unsurlarla sağlıklı bir ilişki kurabilir. Yani, özneleşmenin kapitalin dayattığı biçimler yerine, hür irade tarafından yaratılması ve özneler arası ilişkilere katkı sağlaması özgünlük kavramını ve sorgulamasını sağlıklı bir şekilde gündeme getirecektir.

Özneler arası karşılıklı etkileşim doğası icabı melezdir. Bu nedenle oluşacak sistem de melez niteliklidir. 21 yy.ın yaygın ve etkin olan ağ dolaşımının sunduğu imkânlar üzerinden ortaya çıkan özelliklerden biri de bu melezleşme eğilimidir; melezleşmenin başlıca oluşturucusu günümüzde daha da belirginleşen geçirgen karakterli çok katmanlı sistemlerdir. Bu sistemler toplumları kapsayıcı olduğu gibi, organizasyonel yapılarda da mevcuttur. Oldukça geniş bir konu olan çok katmanlı sistemler; öncelikle devletlerin ve uluslararası siyasal-sosyal ve ekonomik kurumların yapılanmalarının analizi vasıtasıyla yönetim olgusunun sevk ve idareye dayalı kısmını yatay-dikey ve bunun türevleri üzerinden çözümlemeyerek belirli ilkeler çerçevesinde “iyi yönetişimin” koşullarını ortaya koymayı amaçlar. 1960 ve 70’lerin sistem teorisinden hareketle üretilen idari ve teknik özellikli çok katmanlı sistemler paradigması, daha çok proje bazlı çalışmalar ile yaygın bir alan için işlevsel hale gelmiştir. Burada birey üzerinden topluluk veya toplumun hem nicelikli hem de nitelikli karakter özelliklerinin yönetimleri nasıl şekillendirebileceği hususu, söz konusu özgünlük olgusu olduğunda ön plana çıkar. Zira günümüzde gerek kürevi gerekse yerel bazda 20. yy.ın üniter ve tek düze yönetim modellemeleri durağanlaşmış, yetişmiş kalifiye insan gücündeki çeşitliliğin de artması sonucunda tek tipliliğe yatkın sevk ve idare anlayışının yerini, çoğul ve melez yapılanmaların alması elzem hale gelmiştir. Melezin yönetimi hiçbir zaman moda modellemelere sıkıştırılamaz; modellemeler başlangıç safhaları için gerekli ve olumlu katkı verici olabilirler. Ancak süreklilik arz edemezler; zira insanı, tarihi, yaşamı ve kestirilemeyenleri kehanetlere bağlı kılıp, insana ilişkin olanı fizik kanunları gibi kestirilebilir kılmamız ve bunlar üzerinden başından sonuna kesinliğe yakın öngörülebilir kâmil modeller üretmemiz mümkün değildir. İşte tam da bu nedenle, modern ve modern sonrası insanın doğasını zehirleyen ve onunla birlikte bütünüyle iletişim içinde olduğu tabiatı tahrip eden benlik sarhoşluğu, onun ve bağlantılarının tezahürünü öylesine nicelleştirmiştir ki, zuhurdaki nitel yitik hale gelmiştir. Tüm teknolojik gelişim çetin paradoksların da önünü açmıştır ve bu gelişim hızla devam etmektedir. En basitinden insan bir şeye karşı gelirken, reddettiğinin türevini tepe tepe kullanmaktadır. Nükleer santrala, HES’lere hayır derken, bu yazının da yazıldığı alete, cep telefonuna vd. meftun olmuş bir haldedir. Bütün bu çokluk ve dünyanın cümbüşü neyin nesidir, genişleyen ve sonsuzluk resmi veren kâinat zihnimizde bir mekân ile temsil bulurken, koskoca dağlar küçücük bir gözün menziline sığarken, akıp giden izah edemediğimiz zaman ölçülebilirken içine düşülen karmaşıklığa hayranlık niçin sorgulanmamaktadır?  

Bir zamanların Roma ve Osmanlı imparatorluklarında tezahür eden yönetim katmanlarındaki insan çeşitliliği ve melezliği tekrar gündemdedir. Üniterin yetki ve yeterlilik sınırlandırmaları ve bütünün hiyerarşisine dayalı yapılar artık yegâne imkân sahibi değildirler. Yönetim erki sadece merkezi enerji kaynaklı değil, aynı zamanda erki paylaşan katmanların da ilgi sahasına girmektedir. Bu boyut aynı zamanda bireysel egemenliğin olabildiğince yönetimsel statükoya bırakılmaması anlamına da gelir. Bunun diğer bir anlamı da şudur: Yaradılış açısından her bir bireye bahşedilen egemenlik yetisinin özneler arası ilişkiler vasıtasıyla kurumlaştırılan üzerinde belirleyici ve denetleyici, aynı zamanda tasarruf sahibi olması (“Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım”… Kur’an-ı Kerim, 2/30). Bu bir alansal açılımdır ve yönetimin yönlendiriciliğinde ve yürütülmesinde bireye daha fazla yetkinlik devreder ve etkin özgünlüğü sisteme enjekte eder. Özgünlüğün olabildiğince ağırlıklı ve etkin olabilmesi, bireysel özgürlük ve egemenliğin önce özne üzerinden, sonra da özneler arası etkileşimin marifetiyle sağlanabilmesine bağlıdır.


Konrad Lorenz’in dediği gibi; “düşünülen söylenmemiş, söylenen işitilmemiş, işitilen anlaşılmamış ve anlaşılan üzerinde mutabık kalınmamış” olandır. İlgi duyulan herhangi bir şeyin orijinalitesi üzerine düşünmemek, savrulmanın başlama vuruşudur. Özgünlüğün künhünün kaynağı hikmet ve irfandadır; ilmin sınırlandırılmış bir parçası olarak değer bulan bilim ise bu manada silinmemiş tozun arkada bıraktığı izleri takip etmemizi sağlar. Özgünlük özün zuhurudur ve insan bugün geldiğimiz noktada serinkanlılıkla hikmet ve irfanın ne olduğunu sindirerek öğrenme aşamasına varmıştır.

16 Mart 2015 Pazartesi

Yitik Özgünlüğü Aramak-5

Özne olmak sadece bireye değil, topluluklara hatta insan tarafından kurulan yönetim-yürütme kurumlarına –örneğin devlet aygıtlarına- dahi açıktır. Kişinin bilinç düzeyini yükseltmek için iradesinden güç alarak, bağımsız bir tarzda özneleşmesi yaşam içindeki çeşitli politik, sosyo-ekonomik ve kültürel, psikolojik boyutlu süreçlere hâkim olması açısından pozitif bir gelişimdir. Ancak, özne olma süreci dış etkenlerin manipülasyonu ile gerçekleşiyorsa, yani söz konusu olan öznelleştirme ise, bunun üzerinden oluşturulan tek biçimliliklerin ürettiği düşünme kaynaklı davranış, olgular ve diğerlerine merkezlenmesi hasebiyle özden oluşturucu rolünü kişinin elde edebilmesine engel olur. Aslında, öznelliğin belirgin özelliği maddi üretim ile olan karşılıklı etkileşimidir. Maddi varlığın üretimi öznelliği, öznellik de maddi üretimin çeşitli biçimlerini ortaya çıkarır. Ancak, nesneden özneye yönelik okuma, anlama, bilme işlevleri genelde eksik kaldığından öznellik tek biçimliliği tarz olarak türetir ve bunun üzerinden yürütmenin yolunu açar.

Bazı kritik durumlarda, örneğin ağır toplumsal sarsıntılar sonrası bu türden tek biçimli yönlenmeler sorunların aşılmasında önemli rol oynar (örneğin savaş, felaketler vb. sonrası). İkinci Dünya Savaşı sonrası hemen hiç maddi varlığı kalmayan Almanya ve Japonya’nın, 1999 depremi sonrası bilhassa Kocaeli ilinin inşa ettiği “öznellik sermayesi (bilgi-birikim, kolektif yürütme zekası, yaşama güdüsü vb.)” ve bundan hareketle ürettiği sinerji bu duruma iyi birer örnektir. Fakat öznelliğin tek biçimliliğinin baskınlığı, olağan durumlarda gerilimlerin ve sıkışmaların başlıca sebeplerindendir. Bu nedenle, öznelliğin ve bunun üzerinden özgünlüğün zengin ve çok yönlü içeriğini fark eden bazı insanlar, yaratıcılığın ve üretimin mana-manevi boyutunu yaşamayı mümkün olduğunca ihmal etmezler. Tefekkür ve bazı kişisel pratikler vasıtasıyla olguların arka planını keşfetmeyi ve okumasını yapmaya zaman ayırırlar.

Günümüzde sosyo-kültürel, ekonomi ve siyaset alanlarındaki kopukluk ve bunalımlar aşırıya kaçan bir şekilde yaşamın para ve haz üzerine odaklanmasından kaynaklanmaktadır. Özellikle soğuk savaşın bitmesiyle birlikte ideolojilerin dışlanmasının abartı düzeyine vardırılması fikir yoksulluğuna değin uzanmış; mana yönüyle zayıflayan insanın bir yanda değer arayışı, diğer yanda bu zayıflığın oluşturduğu karmaşayı fark etmekte gecikmesi insanın depresyonuna yol açmıştır. Politik iktisada dayalı küreselleşme olgusunun hâkim konuma gelmesi, geleneksel sanayi ile bilişim teknolojisinin üretim biçimleri arasındaki çatışma, kültürler arası ilişkinin dahi sermayeye ve ranta tahvil edilmesi, paranın sanallaşmasının getirdiği spekülasyona dayalı vurgunlar-yolsuzluklar, gelir dengesindeki aşırı bozulma, borçlandırılmış birey, çevre sorunları, gelir dağılımındaki aşırı bozulmalar, şişirilen ve yalana dayalı malumat üzerinden algı manipülasyonları ile körüklenen ırkçılık, ayrımcılık ve düşman yaratımları, tefekkürün moda kalıplamalara dayalı modellere indirgenmesi ve bunun getirdiği düşünme erozyonu ve yozlaşması, nesnenin/eşyanın hakikati yerine (eşyanın künhüne vakıf olmak) öznenin nesneye bağımlı kılınarak nesneleşmesi ve hazzın özgürlük esamesi zannı, geniş çaplı tahribat vb. bozulmalar ve alçalmalar, yeni zamanlarda insanın yolunu çıkmazlara sokmaktadır. Mesela, daha önce bahsettiğimiz liderlik hususundaki yaygın ve etkin yönlendirme, anlama-tanıma ve bilmekten ziyade algıya dayalı bir çalışmanın ürünüdür. Şöyle ki, günümüzdeki moda söylemlerden bir olan türetilmiş liderlik mevzusu aslında yöneticilik olgusunun kaçınılmaz mitosudur. Yeni zamanların iktisadi değerler dizini olan neoliberal modeller yumağı, oluşturduğu tüm bunalımları ve aşırı sömürü düzenini bilgi-bilgi toplumu-bilgi işçisi, büyük veri, sosyal sorumluluk, ılımlı kapitalizm, strateji ile başlayıp yönetim ile tamladığı programlar vb. retoriklerle parlatarak, bu tür öznelleştirmeler vasıtasıyla hem örter hem de yeniden türetmeye yönlendirir. Lider-yönetici “yapay ikilemi” de bunlardan biridir ve bu dilemma asli olanı, borçlandırılmış insanı-çalışanı aşina kılmanın aracıdır.

Neoliberal düzende öznelleştirmenin hedefi üretimin tarzını belirlemektir. Üretimin tarzı ise yönetimin modelini biçimlendirir. İş'e-çalışmaya dayalı sistematiğin özü kapitalden hareketle yaratılır. Bu bağlamda emeği temel alan tüm yönetim sistemleri, onu artı-değer üretiminin güvence altına alınması yönünde araçsallaştırır. Tam da bu nedenle, insan hem doğrudan üreten hem de tüketen olarak sömürenin ve sömürülenin kaynağıdır. Genel amaç artı-değerin güvencesi olduğu halde, insana konulan hedeflerin büyük bölümü onu, yine kendisinin ürettiğine yabancı kılarak yapay karmaşalarla uyutmaktır.

Sanayi devriminden bu yana politik iktisadın sürekli genleşen teorisindeki medeniyet tasavvurunun yansıması, durumsallığa bağlı olarak değişimler arz etse de, temel gayeler, bilhassa gelişmiş ülkelerde sosyal demokrat, sosyalist hareketler sayesinde gerçekleştirilen refah toplumuna yönelik iyileşmeler ve bazı düzeltmeler haricinde, çok da fazla değişiklik göstermemiştir. Bu problematiğin dışında, genel anlamda medeniyet ile ilgili şablonlarımızdaki algı çarpıtması ve kıstasları tam olarak ortaya konmayan, hayranlığa dayalı moderniteye ilişkin abartılı anlayışımız da ayrı bir sorundur. Özgünlüğü anlamamız ve çıkarımlarımızdaki aksaklığın başlıca sebeplerinden biri de bu tuhaf sığlığımızdır. Hâlbuki kültürel süreçlerin son aşaması olan medeniyetlerin yaşam döngüsü birkaç yüzyıldır; modernite denilen olgu ise kendisini transfer edecek toplumlara ağırlıklı olarak taklit ile beraber aktarılır. Çağdaşlık içinde yer alan insana dönük kadim kökenli uygulamalar toplumsal dokuda içselleştirilebilir iken, uyumsuzlar süreç içinde bozunuma neden olurlar. Bu noktada uyumsuzluğun ana nedeni çağdaşlık kavramının aslında batılılaşma mitinin daha yaygın ve baskın etki alanı oluşturması için uydurulmuş olmasından kaynaklanmaktadır. İçerik açısından gerçekçi ve kültürleri aynı değer tabanı üzerinden içselleştirmeyen hareketlerin uydurukluğu zaten er geç ortaya çıkacaktır.  Örneğin kültürün, harsın toprak ile olan ilişkisini zayıflatan, dolayısıyla insanın yaratılışı, doğası ile kopukluğa yol açan ve özellikle sanayi devriminden bu yana hızlı adımlarla insanı ve yoldaşı olan çevreyi, eko sistemi maddi ve manevi anlamda alt üst eden sıra dışı devinim estetiksiz yapılanmanın ve bunun ürettiği kaba medeniyetin kirletilmiş membaı olmuştur.


Modernite ile insan yaşamına sızan ideolojiler insanlığın en etkili uygulanır kuramı olan maddi pragmatizmi imal ederek insanın yarım yamalak parçalamacılığa indirgenen değerler zincirini inşa etmiş, ayrıca gerçekliği saptıran mitleri de üretmiştir. Mitler pragmatizm vasıtasıyla erişilmek istenen hedefleri örterek batılın yolunu açan mihenk taşlarıdır. Bu ölçütler daha önce sözünü ettiğimiz gibi, kapitalin yarattığı öznelleştirme araçlarının dayanağıdır da aynı zamanda. Unutulmamalı ki, gerçekliği biraz ucundan dahi çarpıtmak batılın devreye girerek domino taşı etkisine sebep olur; sıradanlığın ve sahtenin değerinden söz edilmeye başlar. Bu hal en önce bireyin kendisine dair gerçekliği örterek, doğruyu perdelemesine ve kendini öz beyanına inanmaya başlamaya iter. Bireydeki gelişim eksikliklerinin başında kavramsallığı önemsememesi, öğrenmeye ve istişareye üşenmesi, asgari uzlaşmadan inatla kaçması geldiği halde; o bir takım kişisel gelişim aygıtları vasıtasıyla eksikliği gidermek yerine, onu görünür kılmamayı tercih ederek, etki ve yan etkilerini bilmediği hazır tabletleri yutmayı yeğler. Günümüzde genelde yaşamda, özelde de iş yaşamında sakız gibi çiğnenen deyişlerden birinin değerler sözcüğü olduğuna sıklıkla tanık olmaktayız. Bu denli sık zikredilmesine rağmen şahit olduğumuz husus, bu kelimenin manası üzerine birçok kişinin tam olarak bilgi ve fikir sahibi olmadığı, buna rağmen bir takım sentetik yazınlarla değerleri dillendirdiği, onları yaşamadığı ve yaşatmadığı, dilden gönüle nakşedemediği ironik ve traji komik bir durumun sergilenmesidir. Hal böyle iken değerlere ilişkin beyanlar, onları neyin oluşturduğunu bil(e)memenin dayanılmaz hafifliği içinde, su üzerine yazı yazmak misali, onlara dair sürüyle cümleyi artarda sıralamaktır ve kişiyi aydınlatmak bir yana, iyi bir imaj palavracısı yapmaktan öteye gitmez. 

11 Mart 2015 Çarşamba

Yitik Özgünlüğü Aramak-4

Özgünlük yayılımı açısından planlı bir uygulamaya dayanmaz. Elde edilen malumat, nitelikli bilgi içermediği sürece özgün olanın ilgi alanında değildir. Özgünlüğün doğasında malayaniye yer yoktur. O daha yaygın alanı kapsayan ve etkileyen her türlü politik menşeili sosyo-ekonomik, sosyo- kültürel, felsefi, bilimsel, mistik, metafizik, yönetsel vb. uzantılara karşı kendinden-nevi şahsına münhasır (sui generis) bir şekilde kritik yaklaşımı ve bakış açısını devreye sokar. Bünyeye uygun ve uyumlu olanı değerlendirir. Peki, realitede yaşanan bu mudur? Çoğunlukla hayır! Mesela, herhangi bir iş modelini veya anlayışlar kümesini dışarıdan alabilirsiniz ki, bu tabii bir eylemdir; ama burada doğal olmayan, alınanın yapıya uygun ve uyumlu olduğu konusundaki zorlayıcı sanrıdır. Hâlbuki bir topluluğa veya bireye yönelik oluşan müspet netice diğerleri için aynı sonucu pekâlâ vermeyebilir. Zira “özdeş olmama olasılığı ilkesi” her sahada geçerlidir. Hele ki, yaşam bulan olgular açısından ileri derecede zengin ve gelişmiş, merkez coğrafyalardan biri olan Anadolu’da…

  Özellikle insanın gelişim sürecinde içinde yer aldığı coğrafi, sosyo-kültürel ve günlük yaşamın üretimi bilgisel kodlamalar birileri üzerinde ‘x’ bir değer yaratımı oluştururken, bu konum diğerlerinde ‘y’ olabilir; bu durum zıtlıkların yanında ortak yanlar da barındırabilir. Bu bağlamda, gerek bireysel gerekse toplumsal özgünlüklerin yol ve yöntemlerini tek biçimli bir tarzın kalıbına sıkıştırmak olanaksızdır. Yaşamdaki her bir birimin kendine özgün kıldığı birden fazla seçimi ve icra stili olabilir. Mühim olan ilhamın, bilginin veya modellemenin bünyenizle uyumlanabilmesi, bütünleşebilmesidir. Buna göre, özgünlük gerek kişisel gerekse toplumsal olarak öznelin nesnel ile senkronize olup olmamasında karşılık bulur. Bu eşleme/eşzamanlılık ya tabii olarak vardır ya da oluşturulmuştur. Fizikte, daha sınırlı bağlamda teknik alanda, bahusus elektronikte doğallık arz eden eşleme durumu, insan yaşamında benzetiler ve/veya yeniden üretmelerle sağlanabilir. Ancak, bir ortamda, oranın koşulları ve imkânları çerçevesinde üretilen ‘şeyler’, diğer bir yerde yeniden üretimi gerektirebildikleri gibi, önemli ölçüde uyumlanarak eşlenebilirler. Diğer bir olasılık ise kesinlikle bağdaşım kurulamama durumudur. Bundan ötürü uyumlama oluşturulmaya yönelik çabaların odaklandığı başlıca husus, özellikle politik iktisat üzerinden geliştirilen ve belirli düzeyde zorlamaya dayalı öznelleştirme girişimleridir. Kapitalist ekonomi ise bu konuda çok sayıda elverişli olgunun imal edilmesini mümkün kılmaktadır.

   Günümüz dünyasında medeniyet kavramı ve onu anlama biçimleri mümkün olanı ihya etme arayışına kaynak olsa da, kadim anlamda yeni(lenmiş) bir medeniyet inşası –şimdilik birkaç hayalî tasavvur haricinde- mümkün görülmemektedir. Umran olgusu ise çoktan unutulmuş, bir dönemin ideolojik yapılandırmaları da insanın yaşam pratiğine hitap etmediği düşüncesinden hareketle çöpe atılmıştır. Bazı gerçekliklerin ve buna bağlı olarak amaca yönelik realitelerin tespiti ve kesinleştirilmesi 1980’lerden itibaren görüngüsü farklı, ancak hedefi benzer ideolojilerin inşasını gündeme getirmiştir; insanın merkezde gösterildiği ve bu konumlandırmada araçsal bir figüran olduğu bu sistematik, maddi ve lüzumunda vahşi hükümranlığı temel taşı kılan karmaşanın/kaosun yönetimidir. Kaos keskin statükonun oluşturulduğu ve bunun üzerinden çeşitli çıkarların yerine getirildiği ortamlara mahsustur. Bundan dolayı, çıkar sahipleri mevcut durumun muhafazası için, özgünlüğün barındırdığı değişim ve dönüşüm potansiyelini engelleme ve baskılama yoluyla etkisiz kılmanın mücadelesini verirler. Bu bağlamda, yeni yüzyıldaki dinamik yöntemlerin başında mümkün olduğunca öznelleştirmenin araçları devreye sokulur.  

 Emeğin, çalışmanın alanlarına ilişkin öznelleştirme araçları bir yönüyle gerçeklik yansımalarından, diğer yanıyla üretilen mitos-modellemelerinden neşet eden geniş bir yelpazeye sahiptir. Ama her hâlükârda ortak yan, sürümlerin modalaştırılmasıdır. Örneğin, sömürüyle oluşan sermaye birikiminin bir sonucu olarak, şirketlerdeki personel işleri sömürge döneminden esinlenen bir analoji ile “insan kaynağı” kavramı şeklinde formüle edilmiştir. Kürevi değişimlerin en belirgin yansımalarından olan kriz-bunalım olgularıyla birlikte birçok şeyin yeniden yapılandırılmaya çalışıldığı aşamalarda, eski tanımlamalar da yeni öznelleştirmelere uygun olarak yeniden tasarlanmakta ve politikalar buna göre üretilmektedir. Aynı şekilde liderlik olgusunun çok fazla dillendirilmesi ve bununla alan açılımı bulan çalışanlar üzerinde “heveslendirmenin” aktive edilerek yapay ve sanrılara dayanan bir liderler güruhunun oluşturulması da, insanı gerçekten koparmanın araçlarından biridir. Bu meyanda, insan hayatında aşırı şekilde baskın olan “paranın realitesi” kaynaklı zihniyet, muhtelif kılıklara bürünerek insana tablet modeller sunmakta ve onun kendi özneleşmesine olanak vermeyerek, çeşitli modalaştırılmış sunumları örgütsel amaçlara ulaşmak için bir aygıt olarak ve insanı da kullanışlı bir alet mesabesine indirgeyerek sevk ve idareyi buna göre kurgulamaktadır. 

3 Mart 2015 Salı

Yitik Özgünlüğü Aramak-3

Kişinin kendine karşı sahte değil de dürüst olmasının tüm insanlar için önemli olduğu ve bunun özgünlüğün en kısa tanımı olduğunu düşünebiliriz. Nitekim gerek varoluşsal ve humanist gerekse psikodinamik psikoloji yaklaşımlarında, özgünlüğe ilişkin bireysel farklılıklar, kişilerin psikolojik iyilik halinin (“well-being”) önemli bir göstergesi olarak kabul edilir.1 Özgünlük bir taraftan benlik gelişimi diğer yandan sosyal davranışları anlama işlevi ile alakalı olup, bu ikisi üzerinden şekillenen bireyselleşme-bireycileşme ve toplulukçuluk-ortaklaşalık temelli bilinçlenme süreçlerinin de geniş kapsamlı farklılıklar kümelenmesinin de bir ürünüdür; ama kendini üretenleri ve diğer başka değerleri fazlasıyla üreten bir ürün.

Ağırlıklı anlamda, bireyci kültürlerdeki insanların kendi-odaklı, toplulukçu kültürlerdekilerinse diğer-odaklı (veya sosyal ahengi kollamakla ilgili) oldukları düşünülmektedir. Yakın ilişkiler alanından bir örnek verecek olursak, bağımsızlığın önemsendiği bireyci toplumlarda söz konusu ilişkilerin, aslen birbirinden kopuk olan insanların kişisel isteklerine bağlı girişimleriyle oluşturulduğu; diğer yandan bağlaşıklığa dayalı toplulukçu toplumlarda ise sosyal varoluşun kaçınılmaz bir olgusu niteliğinde olan ilişkilerin karşılıklı yükümlülüklerle sürdürüldüğü varsayılmaktadır. Sonuç olarak, bireyci yönelimdeki kişiler daha “özgün” veya kendi öz-varlıklarına bağlı ve tutarlı, toplulukçu yönelimdeki insanlar ise çevresel baskılara göre hareket etmeye açık olarak nitelendirilmektedir.2

Burada bireyciliği ve toplulukçuluğu karşıt uçlar gibi ele almayı ve özgünlüğü bireycilikle eşleştirmeyi içeren açık veya örtülü bir varsayım söz konusudur. Ancak, toplulukçu kabul edilen kültürlerde özgünlük konusunun hemen hiç incelenmemiş olup; mevcut bir çalışmada da özgünlüğün iyilik hali üzerindeki etkisinin kültürel benlik kurgularından bağımsız olduğuna işaret edilmiştir.3 Ayrıca ilgili bazı gözlemlerimizden hareketle, “özüne sadık olmanın” toplulukçu ortamlarda da değerli kabul edilebileceğini söyleyebiliriz. Örneğin, toplulukçu özellikler gösteren geleneksel kültürlerde de Attar’dan aktarımla Mevlana Celaleddin Rumi’nin “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” öğüdü, yalnız Sufilerin yaklaşımında olanlar arasında değil, geniş halk kesimlerinde tasdik bularak saygıyla anılır. Yine gerek günlük yaşamda gerekse dinin özüne ilişkin öğretilerde “özü sözü bir olmak” önemli bir değer olarak nitelendirilir. Tabii ki bu tip öğütlerin veya deyişlerin bulunması, toplulukçu kabul edilen kültürlerde insanların günlük davranışlarını bu ilkelere göre yönlendirdiği anlamına gelmemektedir. Ancak yine de anılan türde atıfların varlığı, özgünlüğün, toplulukçu kökenden gelen insanların da en azından bazılarınca önemsendiğine işaret eder. Aynı şekilde bireyciliğin yaygın olduğu kültürlerde de özgünlüğün baskın-yaygın bir unsur olduğunu iddia etmek çok da tutarlı olmayacaktır. Ama her hâlükârda bireyselleşmenin ve bireyciliğin özgünlüğün düzeyine katkı yaptığını varsayabiliriz. Bunu en kısa yoldan fark ettiğimiz saha sanata dair olanıdır.

Özgünlüğün bireysel ve toplumsal alanlar üzerinden okumasının yapılması, özgünlüğün esasına ilişkin kafa karışıklığına neden olabilir. Aslında iki alanın geçirgen, entegre ve katmanlı olduğu gözden kaçırıldığı için bu ayrım yapılmaktadır. Hâlbuki özgünlüğün davranışsal boyutu, kişinin ödül kazanmak, cezadan kaçınmak veya birilerinin hoşuna gitmek için “sahte” şekilde değil, kendi değerleri, gereksinimleri ve tercihleri doğrultusunda açık, içten ve gerçek olmasıyla alakalıdır. Bunların yanı sıra özgünlüğü oluşturan bazı unsurları şu şekilde özetleyebiliriz: Yaşama dair farkındalık ve bunun sonucu farklılık, uyumlu olabilme, kendine değer verebilme, kimlik birleşimi, yüksek ilişki memnuniyeti duyma vb. İmdi bu ögelerin kişisel bazda gerçekleşebilir olma ihtimali ile toplumsal katmanda da geçerli olma olasılığı arasında derin farklar yoktur.

Özgünlüğün bireysel anlamda gerçekleştirilebilir görülmesi ve bununla sınırlandırılması konuyu çok da ilginç kılmayacaktır. Bir topluluğun da benzer biçimde özgünlüğü içselleştirmesi mümkündür; tabii ki bu tür özgünlüğün yansıması ve nitelikleri kişisel olan ile birebir örtüşmeyecek, dolayısıyla ikisinin yansımaları ve icra usulleri arasında farklar olacaktır. Birincisinde kendisi olma, bağımsızlık ve bir tür ilişkisizlik-ayırt edicilik ön planda iken (intrapersonal differentiation), ikincisinde öznellik üzerinden karşılıklı bağlılık, bağlaşıklık, tamamlayıcılık ve ilişkili olmak, yani özneler arası ahenk, uyumlanma ve etkinlik (interpersonal integration) önceldir. Aslında toplum yaşamından yalıtılmış olmak haricinde, toplum realitesinin karşılığı ikinci duruma uygun olanıdır; yani karşılıklı bağımlılık gerçeği oldukça nesnel ve insan fıtratına koşut olandır. Zaten mütenasip bir benlik yapılanmasını sağlayan da budur. Bunun dışında benliğin durumu bireycilik üzerinden tekbenciliğe, dolayısıyla kendisine tapınmaya, asosyalitenin en şiddetli hallerinin zuhur ettiği benlik aşamasına değin uzanacaktır. Bunun sonucu, kişinin kendine yönelik içsel gelişimine paralel olarak genleşen potansiyel söz konusu iken, dışa karşı açılımı belirleyen içsel kristalizasyon proseslerinin yol açtığı bir daraltım, çerçeveleme söz konusu olacaktır. Benmerkezci bireysel gelişimin fikri üretimini dogmatik yapan da bu bağnaz anlayıştır. Bağnazlık ile özgünlüğün bir arada olması ise doğasında zıtların çatışması olduğundan olanak dışı bir durumdur.

Bireysel gelişimin özgünlüğe yelken açması, farklı olabilmenin imkânlarını da sunduğundan kişinin özgün bir stil, yaşam tarzı oluşturmasını da sağlar. Bu yöndeki bireysel gelişim, kişinin zatında hapsolmadıkça çevresel inkişafa ve böylelikle topluluğun da terakkisine katkıda bulunur. Tek bir kişide yoğunlaşan özgünlük, diğer insanlara değer katmadığı sürece kemâlât yolculuğunu sürdüremez. İşte bundan dolayıdır ki, ilgi sahamızı şekillendiren, bireylerin özgünlüklerinin toplumsal olana etki yapan, ona yarar sağlayan ve anlam taşıyan, kazandıran yönüdür. Bununla kastettiğimiz özgünlüğün kolektif yansıması değildir. Filvaki özgünlük kolektif karaktere haiz değildir, malik olduğu husus toplulukta oluşturduğu aktif nitelikli sinerjidir. Bu sebeple, topluluklarda dönemsel olarak tecelli eden ve etkin olan özgünlük, yaşamdaki değişim-dönüşüm ilkesine bağlı olarak aşınır ve hatta unutulur. Her iki durum da doğallık içermekle beraber, unutma fiili “baskılama ve taklit yollu yenileme” ile “unutturulmaya” dayanıyorsa, dokusal uyumsuzluk galebe çalacaktır ve topluluklar üzerinde yaygın rahatsızlığa neden olacaklardır. Zorbalığın yol açtığı zorunluluk hali, zamanı dolduğunda artan basınç etkisiyle patlayan balon gibidir. Billurlaşma hakiki, samimi ve özgün olandan neşet etmiyorsa, peyda olan kalıplaştırılmış düşüncelerin fetişleridir.

1 Türk Psikoloji Dergisi, Haziran 2011, 26 (67), 27-43

2 a.g.e.


3 a.g.e.

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...