30 Mayıs 2013 Perşembe

Bir Sahneden Bin Oyuna: Cambazın İpi

1990’lı yıllarda Türkiye’nin kuzey odağı, daha doğru bir deyişle İstanbul-Kocaeli havzası, Anadolu sermaye hareketi ile değişik bir çekişme (rekabet değil) içine girmişti. Zamanın zihniyetine (Zeitgeist- özellikle ruh demiyorum) uygun olarak motto “yeşil sermaye”, “Anadolu kaplanları” vb. idi. Zaten, C. von Clausewitz’in de ifade ettiği gibi, stratejik düşünce (akılcılık) “Liderler, şimdi ölümcül bir rakip olarak gördüklerini, ilerisi için ciddi bir müttefik olarak görebilme yetisine sahip olmalıdır. Bunun tersi de doğrudur” diplomatik bakış açısını kendi etiği içinde yapılandırır. Buna uygun olarak –insani yapımıza da- (negatif anlam yüklü değil) sloganlar eşliğinde yürütülen çekişme 2000’lerde dinmiş gibi görünüyor. Hatta genel olarak unutulmuş… Bu ve benzer eylem-olayları iyi okumanın önemli olduğu düşüncesindeyim. Birey(ler) için farklı yansımaları olan ve özneler arası ilişkilerde “cambaza bak ve bağır-çağır münakaşa et” siyasası, derinliğinde sarsıcı sosyolojik çalkantılara, toplum üzerindeki oyunun amaçlarına hizmet eder. Bu nevi siyasalar, stratejik araçsallığa haizdirler ve “Mutlak Politika” tarafından üretilip emir er(ler)i rolünü üstlenirler.
Mutlak Politika olarak adlandırdığım olgusal kavram uzun vadeli, ince planlara dayalı üretken oyundur. Ağırlıklı olarak sahneye sürülen strateji kavramı söz konusu politikayı perdelemek amacıyla kullanılan suretlerin etkili olanlarındandır. Yani politika “unsur” olandır. Dikkat ediniz, dünya üzerindeki ekonomik kurumların taşıyıcı çekirdeği olan şirketler ve bunlara bağlı olarak geliştirilen çalışma yaşamı olgusunda en sık kullanılan kavramların başında strateji sözcüğünden türetilenler gelir. Zaten stratejinin kategorik biçimlenmesindeki önemli yapı taşlarından biri olan “derin bakış açısı” (perspektif) çalışma yaşamına belirli yönetimsel, gelişimsel vb. modellemeleri sunar. Çoğunluğu bilimsel altyapıdan ve iş pratiğinden yoksun sürüyle konu, ardına “yönetim” takısı getirilerek veya “liderlik” sözcüğü eşliğinde yüksek fiyatlara satılır. Amaç paraya tahvilin yanı sıra işletmesel denetimin yapılandırılmasıdır. “Kapitalist, tıpkı dizginleri, gemi, mahmuzları, havucu, kamçıyı ve doğuştan gelme eğitimini kendi iradesini dayatmak amacıyla kullanan binici gibi, yönetim aracılığıyla denetim sağlamaya çabalar. Denetim ise, bütün yönetim teorisyenlerinin örtük ya da açık olarak kabul ettikleri gibi, tüm işletme yönetimi sistemlerinin merkezi kavramıdır(Emek ve Tekelci Sermaye, Braverman). Örneğin son yılların sıklıkla vurgulanan satış sloganı ve oluşturulan propagandası “Müşteri Memnuniyeti Yönetimi” bilinen amaçları dışında işgücünün denetimini de kapsar ve tipik baskı araçlarından biridir. Diğer yandan her nedense bu konu, çalışana kendine verilen değerin, müşteriye verilen değerden daha değersiz ve kendisinin de sonuçta bir müşteri olduğunu da tespit ettirir ve genelde tek yanlı sorgulamayı tetikler, yanıtları olan ama sonuçları olmayan bir sorgulamayı. Modernist-kapitalist yaklaşım çalışma ortamını, çalışan açısından pek çok bu cins sorgulamalarla başkalaştırır ve böylece çalışan zihnini bloke eder, karmaşıklaştırır. Odaklanma düşük ücrete ve bununla ilişkili sömürüye yönelir, sendikal örgütlenme ücrete yoğunlaşır ve diğer sömürü öğeleri gölgelenir, hatta zaman zaman unutturulur (mesela çok yönlü bir soru: emek bir meta mıdır, yoksa değerli bir insani işlev mi?). Bu süreç bir yandan başkalaşmanın oluşturduğu bıkkınlık ve güçsüzlüğün, diğer yandan yasal üstyapının oluşturduğu dezavantajlı açıklığın getirisi olan çaresizlikle kuşatılır. Çaresizlik hali, oluşturulmuş ortam ilintili dönemlerle, örneğin ekonomik belirsizlik, istikrarlı işsizlik vb. desteklenir. 2008’den bu yana devam eden yeniden biçimlenmenin küresel ölçekteki kritik-belirsiz dönem oluşumu, her türlü çalışan hakkı arayışlarını tamponlama açısından fırsat olarak görülmüş ve ortam dönüşümü istenilen kıvama getirilmiştir. Sigortasız, düşük ücrete dayalı ağır ve ucuz maliyetli iş ortamı, işgücü arz ve talep dengelemesini, dolayısıyla aranılan üst nitelikli işgücü ücretlerini dahi olması gerekenin altında tutmak için imkân sağlamıştır. Günümüzde bazı işverenlerin yetişmiş, kalifiye işgücü açığını dillendirmelerinin arka planının irdelenmesi gerekmektedir. Bu sorunsalın merkezinde sadece bu tür işgücündeki açık (!) değil, düşük ücrete ilişkin tutum da yer almaktadır. Ayrıca, genel olarak işyerlerindeki (azımsanmayacak) eksiklikler, kusurlar ve kötü, hatta rezil diyebileceğimiz çalışma koşulları da sorgulanmalıdır. Ve ayrıca adım adım ıskartaya çıkarılan sosyal devlet ilkesi!        
Kapitalin karakteristiğinin temel taşlarından biri fizikle ilintili analojiden (evrenin gen-iş-le-ş-mesi) esinlenmiştir adeta: Ribâ; yani artma, çoğalma, şişme, genleşme. Ribâ sözcüğünü tercihimiz “yeşil sermaye” olarak adlandırılan, ancak sonuçta kapitalist zihniyetin belki farklı olma iddiasındaki bir yansıması olan kısmının da nasıl arkadan dolandığını göstermekten kaynaklanmaktadır. Bilindiği üzere, Türkçemizde faiz denilen ekonomik enstrüman söz konusu kesim tarafından haram olduğu gerekçesiyle reddedilmektedir (bulaşmadığı kıyı-köşe, toz zerresi dahi kalmadığı halde). Semavi dinlerde, özellikle Kur’an da şiddetle yasaklanan, hatta şirke eşdeğer olabilen ribâ gerçek anlamıyla bizim kullandığımız faiz kelimesinin tam karşılığı mıdır acaba? Latincedeki karşılığı varlık değeri anlamındaki zensus kelimesi olan bu kavram, hem menkul- hem de gayrimenkul kapital için geçerli kullanıma haizdir. Asli anlamda, kullanıma giren kapitalin her türlü adaletsiz, haksız yollarla çoğaltılması, genleşmesi ribâdır. Ayrıca, kullandığımız manadaki faizin karşısına konan kar payı sözcüğü, “gerçek anlamdaki kar-zarar ortaklığı”, yani ticaretin etik bir öğesinden- idesinden türetilse de neticede aynı faiz gibi oransal bazda reklamı yapılan ve herhangi bir kişisel emek içermeyen pasif edim-yatırımın karşılığıdır. Zaten dikkat edilecek olursa, piyasa açısından ikisi arasındaki değer paralelliği anında görülecektir. Kapitalin kendi içindeki “ninnisi” çevresel şartlara ve gelişime göre şekillenir. Önemli olan çok kazanmaktır. Çok kazanmak tek bir hedefe odaklanmaz; paradan güce, düşünselden, etkin olmaktan sömürünün gelişmiş ve geliştirile(bile)n her türüne. Sermaye kendine düşman kesilen ideolojik boyutlu fikri bileşkelerden dahi faydalanır. Karakteri gereği fırsatçı ve faydacıdır. Öyle ki belki de yegâne paradigması yararcılık üzerinde kurulu olandır. Kendi içindeki savaşımı ortak asgari zemini oluşturmak ve asli karşı fikri yapıyı ideoloji(lere)ye dönüştürmek, gerekli ise fiilen yapılandırmak ve ihtiyaç duyduğu düşmanı, ötekini sahneye sürmektir. Kapitalin türleştirilmesi, türlerin isimlendirilmesi ve karşıt her çeşit propagandalar ana amaca hizmet eder: Başat hedeflerin döngüsünün dengelenmesi. Marx’ın teoreminde bahsettiği üzere kapital para olarak, daha yüksek para için yatırım aracıdır, yoksa tüketime veya istiflemeye yönelik bir değişim aracı değil. Para ücret olarak, mübadele aracı rolünü metanın el değiştirmesinde oynar. Kapital dolaşım ve üretim sürecinden oluşan bileşkesiyle döngüyü oluşturur. Genleşmek için işgücünü satın alır ve buna sunduğu pay kendisi için hayati olan artı(k) değer için zorunludur. Günümüzde durum döngüye ilave edilen yeni araçlarla çeşitlendirilmiştir; küresel bankacılıktan borsalara, taşere işgücünden siyasi-sosyal-ekonomik, hatta psikolojik ortam oluşumlarına kadar. Öyle ki, yardımlaşma kuruluşlarından sivil toplum örgütlerine, sosyal medyadan post modern maddi ve manevi bilimcilik (!), tefecilik, simsarlığa değin sürekli genleşen –evren gibi !- bir toplumsal model. Ve bu modellemeler üzerinden pratiğini insan ve toplum mühendisliği üzerinden gerçekleştirme çabaları. Tüm karmaşa içinde –ki amaçlananlardandır- adım adım ilerleyen zihinsel çürüme: Küçük bir örnek; niçin doğanın katliamını veya çevreye ilişkin kirlenmeden söz ediyoruz da, katledenin veya kirlenenin bizzat insan olduğunu direkt söylemek yerine, lafı dolandırıp duruyoruz ve araya aracılar koyuyoruz. Evet, insan kirlenmiştir ve temizlenmedikçe kirlilik daha da artacaktır (İnsanların kendi elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde bozgun çıktı. Yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır ki vazgeçsinler. Kur’an, 30-41).

            Yeryüzünde dolaşan fiziki ve sanal para miktarı nedir? Dolaşımı izlenebilmekte midir? Karşılığında ne sunulmuştur? Sahiplenilmesindeki aşırı dengesizlik, alacak-borç miktarı, kazanılanın dağılımı vs. Ve traji-komik durumlar neyin nesidir: Reklama bakın; sürüyle yaşlı insan, kadınlı-erkekli kredi alabilmek için bankanın birine koşuşturmakta ve daha sonra askeri düzende sıralanıp kameraya poz vermektedir. İnsan yaşamının bir bölgesi para, kredi, kazanç, mülk için koştururken, diğer bir bölgesi açlık ve her türlü zulüm altında inim inim inlemektedir. Birileri bunu daha da körüklerken, birileri de kendi çapında düzeltmek için varını yoğuna katmaktadır. Özellikle son 20 yıldır dünya üzerindeki ayrışmanın her türlüsü keskinleşmektedir. İktisadın temel ilkelerinden biri haline getirilen ''insan ihtiyaçları sınırsız, kaynaklar ise kıttır'' önermesi sömürüdeki sözde legaliteyi haklı kılmak isterken, heva ve heveslerimizin dizginlenemeyen şahlanışı da normalize edilmiştir. Önermedeki ihtiyaç kelimesinin doğrusu “heva ve heves”tir. Bu olağanlaşma, zamanı geldiğinde ümitsizlik dolu bir şaşkınlığın ve gecikmiş bir uyanışın zemin hazırlayıcısı olacaktır (Yer, o şiddetli sarsıntısıyla sarsıldığı, ağırlıklarını dışa atıp-çıkardığı ve insan: “Buna ne oluyor?” dediği zaman; O gün (yer), haberlerini anlatacaktır. Çünkü senin Rabbin, ona vahyetmiştir. Kur’an, 99, 1-5).

Peki, bunca gelişime, işarete, bilinene rağmen geldiğimiz aşama nedir: Gözlerin çoğunluğu cambazdan maada ipe odaklanmaya başlamıştır, artık...

26 Mayıs 2013 Pazar

İş’in Teorisi Üzerine-5 – Sömürünün Çıkarımı ve İdealizm


“Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.”
                                                                                                                        Hz. Muhammed

Yönetim olgusunu aşırı şekilde bölümleyen, iş ve çalışmayı olabildiğince detay-boğucu süreçlere ayırarak ve görevleri yeni unvanlarla ve yapay yetkinliklerle çeşitlendiren, “böl, parçala, yönet” anlayışını -yaşamın tüm alanlarına yayılma hedefli- iş hayatına da entegre eden kapital, örgütlenmeyi mümkün olabildiğince atomize etmeye çalışacaktır. Amaç, gerektiğinde karmaşıklaştırmak ve yoğunlaştırmak, böylelikle bireyin yabancılaşmasını diri tutarak sürdürülebilir hale getirmek ve özellikle idari sahayı ön-tali çevrelere (peripheries) ayırarak ve bunların her birini kendine bağlı, bağımlı ve sadık, aynı zamanda kontrollü, yarı özerk birimler haline getirerek merkezi güçlü ve etkin kılmaktır. Yenidünya düzeni olarak adlandırılan ekonomi-politiğin sistematiğinin hedefi, çalışma yaşamına izdüşümünü de derin stratejik odaklar ve ortaklar vasıtasıyla en uygun bütünleşmeyi (küreselleşme) parçalara (yerele) izafe ederek post modern merkezci yapıyı oluşturmaktır.

Hiyerarşinin sözde esnekliği ve organizasyonda yerelleştirmenin hedefi, dağıtılan yetkinliklerin sağladığı etkin aksiyonların merkezi gücü geri beslemesini –birimler ve elemanlar aracılığıyla- sağlamaktır. Bu da amaçlanan sıkı merkezi kontrolün hâkimiyetini, somut ve metodik gözleme-izleme ve kayıtlama ile bunların dayandığı teknolojik imkânlar vasıtasıyla kolaylaştıracak ve sağlamlaştıracaktır. Bunun yanı sıra oluşturulan kavramların sloganlaştırılması ya da uzun zaman gayret sarf edilerek oluşan yaşanmışlıkların, tecrübelerin kadim edinimlerinin indirgenerek propaganda malzemelerine dönüştürülmesi, algıdan başlayan ve anlamaya varan süreci “ölçü ve uyak gibi kayıtlara bağlı olmayan deyi şekline” bürümüştür. Bu tür yazılı veya şifahi kaynaklar post modernizmin tipikleri olup, ortak özellikleri pek çok bilimsel kavramı içermesi, ancak uygulamada kullanılabilirliğe yatkın olmamalarıdır. Bu bağlamda anlama, kapsamı geniş görünümlü ve fakat içeriği yetersiz, uygulaması kısır ve verimsiz bir işlevdir. Dolayısıyla öğrenme ve prosesleri zayıf ve bağımlıdır. Yani anlama ve öğrenme özgür gibi görünen, ancak kökten “verilen ve kabul edilen” niteliktedir. Günümüzde de iş hayatındaki yönetim temelli ve önemli uygulamalar –istisnalar hariç- iki ana nokta belirler: Sömürü ve duyarsızlık. Sömürü maddi ve manevi anlamda asgarileştirmede başat bulur. Bireye, onun üzerinden çevresine çeşitli yansımalar oluşturur. En sinsilerinin başta geleni ve tezahürü şudur: Asgarileştirme gerek parayla, gerekse sosyo-kültürel cahillikle araçsallaşır ve bireyde süreklilik arz eden ama karşılanmayan şikâyet halini alır. Bu hal dışa vurulduğu gibi içe de atılabilir. Ama her hâlükârda menfi bir biçimde içselleşir. Sömürü “baskın” olan olarak sahnede yerini alırken, “negatif içselleşme” bu şekliyle çekinik olandır. Sömürü iradesi, şikâyet halinin örgütlenmesini ya baskı ile engeller ya da oluşumu çeşitli yöntemlerle -örneğin hukuki üst-ve altyapı düzenlemeleri, yani devlet erkinin tepeden inmeci yaklaşımıyla veya gerektiğinde etkin bir yöntem olan satın alma ile- malulleştirir. Bu durum için sendikalaşmanın önüne geçmeyi veya yozlaştırılmasını örnek olarak gösterebiliriz. Böylelikle oluşan “şikâyet kültürü” gelenekselleşir, adeta bulaşıcı bir hastalığa dönüşür. Şikâyet, birey açısından -pansuman da olsa- gerilim boşaltım aracı olabileceği gibi, depresyona yol açabilecek gerginleştirici de olabilir. Çalışma hayatında kötümserliğe neden olabilecek bu türden bir gelişim, olumsuz içselleşme olarak adlandırdığımız bireyselden grupsala ve hatta toplumsala evrilebilme riski taşımaktadır. Bu aşamayı çalışma ortamının cinsleşmesi, terslenmesi olarak görebiliriz. Cinsleşme örgütte hâkim olan ve çözüm üretildiği halde uygulanmayan ortamı, terslenme ise bu ortam sonucu oluşan örgütsel sosyo-psikolojik hale işaret eder. Sorunun çözümlenmesi ertelenir veya umursanmazsa yaygın deyişle manası zenginleştirilen “asosyalleşme”, bizim deyişimizle “duyarsızlaşma” başlar. Bu zihin halini (mood) asosyalleşmeden ayıran şey, kişinin çevresinden soyutlanması dışında kendi iç yaşamından da kopuşudur. Yani insan gerek çevresine gerekse kendine önce yabancılaşmış ve sonrasında duyarsızlaşmıştır. Bu halin reel oluşu haricinde maskelenmiş durumu da mevcuttur. Ancak, kişinin duyarsız rolünü oynaması dışa yansıma ve etkileme yönüyle gerçek olandan çok da farklı değildir. Duyarsızlık belli bir aşamayı müteakip dumurlaşmaya dönüşür ki, asıl düşündürücü olan budur. Zira dumurlaşan bireyler örgütleri olumsuz etkilemelerinin yanı sıra kötümserliğin bulaşıcı hale gelmesine de neden olurlar. Aynı durum toplumsal olarak da geçerlidir. Dr. Mustafa Merter’in literatüre kazandırdığı “Kaliforniya Sendromu” bu çöküşü son derece etkileyici bir şekilde tasvir etmektedir.

            Sömürü hem kendine özgü (sui generis-nev’i şahsına münhasır) hem de süreç içinde kazandığı yapısı itibarıyla siyasal-sosyal-ekonomik boyuttan sosyo-psikolojik boyuta değin sarmal bir karakter geliştirmiştir: Taşeron işçilik, çocuk çalıştırma ve her türlü istismarı, kadın istismarı, kara para kazanımı, totaliter siyasal rejimler, bölgesel savaşlar, her türlü ticari sömürü, organ pazarı, doğa katliamı, fikir hırsızlığı ve bilumum insanı kirleten bu tür gerçekler… İş ortamında ve yaşamda sorunlarla mücadele içinde olan insan, içinde bulunduğu duruma göre moral-isteklendirme açısından şekillenir ve çoğunlukla bu sarmalın farkında olamaz. Kendi durumu her zaman daha trajik boyutlardadır, kendi sarmalı daha bunaltıcıdır. Farkına varanların birçoğu ise “dramatik kaderci” pozisyondadır; elinden bir şey gelmediği saplantısı otomatik devreye girer ve bu tip insanlık sorunlarını bertaraf eder. Kendi saplantısını kader kılan insan, bu kaderi nedeniyle kendini hesap vermekten de beri kılmış olur. Günümüzde moda olan pek çok hümanist akım denize yönlenmiş nehir gibidir, ancak denizle birleşip birleşmediği müphem olan birer nehir… Hangi iş olursa olsun, en azından bir yaraya merhem olmuyorsa, ister yüksek başarıya ulaşsın isterse harikalar oluştursun, sabun köpüğünden öteye gidemeyecektir. İnsan evladının ulaştığı başarıları, yaptığı atılımları bir de bu zaviyeden değerlendirelim; acaba hangi sahnelerle karşılaşacağız, aynada hangi suretler belirecektir? Bir işyeri çok iyi yönetildiği, büyük başarılara imza attığı yönünde ön plana çıkabilir, ama o şirketin bir çalışanı dahi adaletsizlik nedeniyle acı duyuyorsa, zamanı geldiğinde bunun hesabını verecektir. Bunun kaçışı yoktur, hangi açıklamayı getirirseniz getirin, ölçü artık aklın ve mantığın dışına itilir. Açıklamanızın adı bahaneden, kılıftan öteye gidemez. İşte, sömürü dediğimiz böyle habis ve sinsi bir çıbandır.

            Hangi şirket veya hangi insan olursa olsun fark etmez; değer tartışmasına da girmeden, kendine tek bir hedef belirlesin ve bu hedefe olan yaklaşma derecesi performansı belirlesin. Var mısınız? Hedef şu: … Kriterler ve şartlar çerçevesinde sömürüye yol açacak veya açabilecek şu ve şu… Hususlarda her türlü sömürünün titizlikle önüne geçilecek ve tüm misyon, vizyon, politikalar, amaçlar, ıvır-zıvırlar, nihai hedefimiz daim surette bu yönde olacaktır! Aşırı idealist değil mi? Gerçeklikten kopuk ve uzak, irrasyonel… El cevap: Kerbela’yı, Çanakkale’yi, Sakarya’yı ve dahi benzerlerini bir daha gözden geçirin. Anlama işlevini bağlamdan koparmadan. Hüseyin’in Kerbelası mı, Yezid’in Şam’ı mı? Karar ve seçim bizlerin.

 

4 Mayıs 2013 Cumartesi

Çalışma ve Örtülü Oligarşi

          Adaletin doğası şeffaftır.  Şeffaflık hassastır. Pay sahibi olduğumuz zerre kadar haksızlık, zamanı geldiğinde adalet arzusu olarak karşımıza çıkacaktır.
                                                                                                                                        M. Gökhan Alyürük

Kapitalizmin zemin düzenleyicisi ve şemsiyesi, merkez mekanizma olan emperyal anlayış ve faydacı addettiği durumlarda kullanmakta tereddüt etmediği her türlü silaha dayalı tahrip edici yaygın ve kaba güç, oluşturduğu kapsamlı ve sonradan düşündüğü, dışı parlak dönüştürülebilir sistemi gidebileceği noktaya kadar götürecektir. İnsan egosunun zaaflarının yanı sıra mubah sayıcı akıl, gündem oluşturucu üretimleri ile sistemin gerektiğinde dönüştürülebilir ve böylelikle uyum-sürekli olması yönündeki çalışmalarıyla destek işlevini sürdürecektir. Konu karmaşık bir derinliğe sahiptir; bu derinlik yeni zamanlarda daha da fazla sayıda parçalamalar sayesinde artmaktadır. Zira gücü araçsallaştıran sınıf çok önceleri keşfettiği bölme ve yönetme yöntemini daha da geliştirmiştir. Söz konusu derinlik göründüğünden daha katmanlıdır ve böyle olması için elden gelen sistematik bir şekilde yapılmaktadır. Kaos görüngülü düzen çok çeşitliliği (kesret) barındırır; bu doğaldır ve bunun idaresi de tabii olarak birlik (vahdet) doğrultusunda yapılır. Kadim bilginin saptadığı ve inandığı bu sonuç-gerçeklik, yeni fizik dalgasında da fark edilmiş, iyi niyetli bilim insanları bu bilginin sağladığı misyonu geniş anlamıyla huzur ve barış için bir beceri-yöntem ilmi olarak insanlığa duyurmaya, böylece gezegenin şifası için kullanmaya çalışmaktadır. Ancak vahşi ve bencil yanımız, zaten var olan çokluğu “neo Kartezyen” sistematiğin siyasallaştırılması ile daha da çeşitlendirmiş; idareyi kapalı bir birliktelikle çokluk ve parçalama üzerinden yürütmeye çalışmaktadır. Parçalama açıklık ve şeffaflığın sosyal propagandası ile uygulanmaktadır. Bu bağlamda asıl ilginç olan yukarıda bahsettiğimiz iyi niyetli yaklaşım ve praktikanın dahi zaaflarının kullanılarak kabalığın kulvarına çekilmesi ve ilk temel isteğin, yani çatışma psikolojisi oluşturma amacının karşılanmasıdır. Bilhassa sivil toplum hareketlerinin arka planı iyi incelendiği takdirde bu durum fark edilecektir. Huzur ve barış birliğin, birlikteliğin, bütüncüllüğün hem anahtarları hem de tecellileridir. Buna karşın çatışma anlayışı çokluğun, doğal olmayan karmaşıklığın zeminlerinden biridir ve son derece etkilidir. Çatışmanın oluşturulması ve yönetimi çok çeşitli araçlarla yapılabilirdir. Tehdit, kaba kuvvet, gerekirse zafiyetlerin maddi imkânlarla kullanılması gibi. Sonuçta sağlanmak istenen çatışma ile eliminasyonun gerçekleştirilmesidir. İnsanlık tarihinde, en ilkel biçimlerinden çağımızdaki en gelişmiş biçimlerine değin bu aksiyon kullanılan ve geliştirilen bir tarzdır. Bu durum süreklilik arz eden savaş halidir ve bireyin iç dünyasında da oluştadır. Daha dar anlamda iş hayatı da bu savaş halinden payını almaktadır. Gerek öznel gerekse oluşturulan nesnellikte piyasa, insani ahlakın pragmatikleştirilmesi sonucu bir tür çatışma sahası, kurtlar sofrasıdır. Pragmatizm, felsefeyi siyasal bir model üzerine oturtmuş ve reele, kendi reel anlayışına endekslemiştir. Bu modellemede “Politika” en geniş anlamıyla parçalara ayrılmış ve bütünlüğü fazla bir anlam ve değer ifade etmez. Savaş ve barış parçalanmış zıtlardır; politika bu bakış açısı temelinde oluşturulan çok standartlı bir yürütme aracıdır. Ve kapitalist ekonomi piyasayı, pazarı ve şirketleri bu derinlikte konumlandırır. Bu konumlandırma fikri insani değerden önceldir ve sosyalleşmesi bu yönde geliştirilir. Savaş ve barışı bütüncül olarak kabul eden, üst ve alt yapısını, asli yapıyı “Politika” (Carl von Clausewitz’den alıntılanarak) * olarak addeden “Marksist-Leninist” görüş ilk algıda karşıtlık gibi görünse de sonuçta daha çok alternatif ağırlıklı karakterdedir. Neşet eden ekonomik-politiği, yani komünist yapı da kurban psikolojisi içinde belirsizleşerek asli amaçların çok uzağına düşmüş ve iktisadi anlamda kendini çelmelemiştir. Komünist rejimin Bolşevik devrimi öncesi ve sonrası gelişimler siyasi tarihsel açıdan iyi incelendiği, irdelendiği takdirde emperyal politiğin ağırlıklı yönlendirmesi ile nasıl “öteki” olarak istenerek kurdurulduğu ve kapitalist düzene haklılık, idealleştirme zemini hazırladığı görülecektir. Bu hususta Lenin, Stalin ve diğerlerinin dünya düzenindeki ilişkilerinin iyi bir okumasının yapılması madalyonun diğer yüzünü açık bir şekilde ortaya koyacaktır. Benzer durum Hitler ve nasyonal sosyalizm açısından da pek faklı değildir. Bir diğer dünya görüşü (Weltanschauung) yeşilci-çevreci idealizmdir. Özellikle 70’li yıllarda taban bulan (gerçi önceleri de vardı, hatta Alman nasyonal-sosyalist parti içinde oldukça ciddi bir öneme sahipti; arka planına şimdi giremeyeceğiz) bu görüş, özellikle Orta Avrupa’da siyasal partilerini iktidara ortak etmiş ve eko sistem, barışçıl yönlerden bazı düzeltimleri sağlamıştır. Ancak izlediği politikalar pragmatik düzlemde dalgalı bir seyir izlemektedir.

Kapitalizmin işletmesel aklı, özellikle 20. Yy.ın son çeyreğinde köktenci-yönetim doktrinin kapsama alanını genişletmesi gerektiğinin farkına varmış, böylelikle karşıt bakış açılarının dönüştürülmesi faaliyetlerine hız vermiştir. Karşıtlık, kapitalist ideoloji için çok yönlü sömürü kadar yaşamsal öneme sahiptir. Karşıtlığın sacayağı “düşman, öteki ve rekabet”tir. Sermaye geniş görüşlü olma zorunluluğunu bilmektedir. Oluşması ve olgunlaşma süreci ile beraber eytişimin (dialectique) farkındadır ve görünür alanda özellikle Marx’la bunun nasıl uygulamaya geçirileceğini gayet iyi fark etmiştir. Bunların etkileri sosyal, politik, ekonomik alanlardan tutun; özelde bireyin tüketici yönünün yanında, zihinsel-psikolojik sahasına da girmek suretiyle görülmektedir. Ana başlık “bilgi çağı” ve bu bağlamda başlıca araç yüksek teknolojiye dayalı bilişimdir. Kuramsallık teknoloji ile uygulamasını sağlar ve somut tabana oturur. Ancak, kapitalin büyüyerek devamı için somut altyapı tek başına yeterli değildir. Aynı zamanda ihtiyaç duyulan soyut ve yarı soyut/yarı somut üstyapının araçsallığı ise zihinsel üretim, bilgi ve modellemelere dayalı idelerdir. Maddi sahanın hâkimiyet altına alınması ayaklardan birini, tinselin kontrolü de ayaklardan diğeridir. Özellikle 19. Yy.dan bu yana etkin olan ideolojik unsurlar, kritik karşıtlık işlevini tamamlamışlardır (gerçi ”yeni Marksist” modeller yine gündeme gelmektedir). Bunun yerine ikame edilen silahlı ve psikolojik çatışmalar, üretilmiş stratejik doktrinler (yapay ideolojiler) vasıtasıyla boyutu (küresellik) ve ekseni (ağırlıklı Orta-Doğu) değiştirip dönüştürmüşlerdir. Bu anlamda, bireye giden yol kapitalist sistemin en önemli unsurlarından olan şirketler aracılığı ile edinilmiş, bilginin ve bağlı teknolojinin yükselen değer (!) haline getirilmesi, kurumsallaştırılması hatta putlaştırılması sağlanmıştır. Artık insan yaşamında gerçeklik ve sanallık zıtlar olarak değil, sentezlenmiş “kabul gören” olarak algılanabilmektedir. Birey için önemli olan hız, erişim ve iletişim her geçen gün daha da ivme kazanmakta ve diğer pek çok önem atfedilenler gibi vazgeçilemez ve daha fazlası talep edilen olmuştur. Netice elde edilmiştir: Teknolojinin ağır basan bağlayıcılığı ve böylece oluşturulan bilginin… Alanların yayılması gerek çeşitliliği gerekse parçalanma ve karışıklığı-karmaşıklığı arttırmıştır. Öyle ki, bilgi tutarlı, gerekli ve zorunludan öteye tutarsız, saçma ve keyfiye değin çok geniş bir yelpazede yayvanlaşmış ve hitap gücü kapsama alanını genişletmiştir. Hurafe, fal, astroloji, kâhinlik vb. rasyonelleştirilmiş ve tutkuyla sektörleşmiştir. Geniş ve tuhaf bir şekilde tariflenen olağanüstülük, esoterik ve batıl inanca dayalı gizemli yüklemelerle yaşamda son derece belirgin rol sahibi olmuşlardır. İrrasyonel sıçramasını yapmıştır ve ekonomik araç olmayı başarmıştır. Bilimsel nitelemesi, “sözde olanı” gerçek(lik) ve geçerli kılma aracı olmuştur.   

           Emperyal zihniyetin temel ilkelerinden olan sömürü düşüncesinin,  boyunduruk altına alma sistematiğinin etkin yöntemi kölelik düzeni oluşturma, tarihsel süreç içinde günümüze değin farklı tezahürleri ile gelmiş ve halen devam etmektedir. Modern dönemde “kölelik-boyunduruk altına alma”, ”bağımlılığa” dönüştürülmüş ve evirilme özelliği ile doğala yakın bir tarzda realize edilmiştir. Bağımlılığın yeni zamanlardaki geliştirilmiş biçimi aidiyet duygusu ve bağlılıktır. Bunun bir adım sonrası geliş sinyallerini veren “özdeşleş(tir)me”dir. Özdeşleşme dolaşım ve geçişken tabiatlıdır. Kişi kendini gerek şahsında gerekse dışındaki maddi ve tinsel birçok şeyle özdeşleştirebilir: Bedeni, -tabii ve tersi- davranışları, makamı, nitelikleri, şirketi, işi, eseri vb.. Özdeşleştirme özelliği aidiyet, bağ(ım)lılık duygusu gibi dayanaklı, karakteristik niteliklerle geçişkendir, birbirlerini ikame edebilirler. Örgütsel ya da çalışan bağlılığı da neticede aidiyet ve/veya özdeşleşmeye ilişkindir. Doğal hali bireyin şahsına bağlı olarak yaptığı işten hoşlanması, işini sevmesi olarak nitelendirilebilir. Bu durum bazen aşırı bağlanma seviyesine ulaşabilir, hem birey hem ortam açısından psikolojik ve fiziki sorunlara, rahatsızlıklara yol açabilir. Yaptığı işe bağlılık aşırılaşmadıkça özdeşleşme olağan düzeydedir ve yarar sağlayıcıdır. Eğer aşırılaşma olgusu anormalleşmeye başlarsa, kişi kendisi başta olmak üzere, çevresine karşı duyarsızlaşmaya başlar ve soyutlanma baş gösterir. İnsandaki bu potansiyeli bilen yönlendirici, tasarımlayıcı güç odakları bunu bireyin zaafı olarak değerlendirirler. Böylelikle otoriteryen anlayış, aidiyetin eğilimlerini sadakat söylemi üzerinden bağımlılığa ve ağır basan sürü hissiyatına dönüştürebilmektedir. Bu olumsuz bilinçlenme, hak, adalet, insan odaklı hassas yaklaşım gibi değerler hususunda, kişiyi bağlılık gösterdiği ve bağımlı olduğu idarenin aldığı pozisyon ve tutum doğrultusunda icra etmeye zorunlu kılar. Artık bireysel tutum takınma ve bu doğrultuda aksiyon alma söz konusu değildir. Bağlılık olgusu vasıtasıyla bireyin etrafına duvar örülmeye başlamış ve zindan inşa edilmektedir. İnsan sistem bağlılığına ve bu ortama mahkûm olmaya adaydır. Düşünce ve duyunun ağır oranda bozulduğu zihin durumu, yani psikoz oluşmaktadır. Sistem anti depressan bağımlısı sadık askerlerini sağlamıştır. Sonraki aşamalarda karşıtın (düşmanın) icadı, ötekileştirme, dışlama, yıldırma, mobing vb. araçlarla, nihayetinde karşıtın bertaraf edilmesi mümkündür. Karşıt iki belirgin kategoriye ayrılır: Biri sistem kritikçisi ve başkaldırıcı, diğeri posası çıkarılmış, verimi düşmüş olandır. Gerek kamu gerekse özel kesimde durum çok farklı değildir. Zaten devletlerin halka yönelik yeni zamanlardaki taktik yaklaşımları da bağlılığa dayalı sadıklar gruplarını oluşturmak ve rejimleri sözde demokrasi söylemleriyle “örtülü” oligarşilere dönüştürmektir. Bunun şekillendirilmesinde küresel kapital başrolü oynamaktadır. Hareket tepenin organizasyonuyla piramidin tabanında oluşturulan unsurların, orta kademeye verilen belirli irade ve bu iradenin tabana yönelik modellemelere dayalı yoğunlaştırıcı, sorun koyucu bağlayıcı çalışma tarzı ile kademeli bir şekilde düzenlenmektedir. Bu düzlemde işe yoğunlaştırma, odaklandırma “yumuşak” baskılı bir tarzda uygulanır. Diğer yandan “paradoksal şeffaflık-özgürlük” uygulaması ile belli kısıtlama ve sınırlamalarla, “sözde özgür” ortam oluşturulması dikkat çekicidir. Bunun yansıması çalışanlara –adeta- lütfedilen internet kullanımı, sosyal aktivite, siyasetten spora, toplumsal olaylardan şirkete yönelik konularda yayılımlı sohbet olanağının sunulmasıdır. Böylece fiziki alanda kameralarla izlenen çalışanlar (bu alanda son derece detaylı gözlemeler de mevcuttur) düşünce, görüş ve fikri açıdan da izlenmektedir. Hatta bu süreçte orta kademe, çalışanlara yönelik gözleme-izleme-, tespit, görüş ve öneri başlıkları içeren “sicil raporlarını-fişlerini” düzenlemek ve gerektiğinde tepeye sunmakla yükümlüdür. Gerek küresel (devlet) gerekse yerel (şirket) düzlemde “big brother” projesi yürürlüktedir. Şeffaf görüntülü “örtülü-gizil yönetim” tarzı hassas uygulamalı baskı yöntemleri ile çalışanlar üzerindeki korku, kaygı ve tedirginliğe dayalı yumuşak gücü tesirli kılar. Bu türden şirketlerde klasik iş bağlılığı yeterli görülmez. Örgüt bağlılığı ön plandadır. Ancak bu tür bağlılık yüzeyseldir ve rol yapmaya, sahte ve gayri samimi davranış biçimlerine endekslenir. Sert veya yumuşak, her türlü güç uygulamasında bireyin geliştirdiği uyum mekanizmaları, netice itibariyle muktedir olanın isteğine-emrine boyun eğme şeklinde tecelli eder. Amiyane tabirle boyun eğme “yalakalık”, yönetime yakın ve muhalif olmayan duruştur. Sistem belirli bir düzeyde de olsa buna uyum göstermeyeni önce dışlayacak, daha sonra ilişkisini kesecektir. Çalışma ilişkilerinde sendikal sistemin zayıflatılması ve pasifize edilmesi, küresel bağlamda irdelendiğinde, çalışan haklarını arayan ve sahiplenen örgütsel gücün çalışana sağladığı güvencenin nasıl temkinli bir şekilde bertaraf edildiği görülecektir. Son on yılın icadı “dengeli işsizlik”, ekonomik buhranlar, borçlanmanın yönetilememesi, hukuksal alanın kısıtlı yaptırımlarının oluşturduğu korkunun bireyi yaptığı işe, bulunduğu ortama bağlılığı konusunda son derece yapaylaştırdığını görmek de pek zor olmayacaktır. Neo faşizm üzerinde temellenen bu geniş kapsamlı sistem bir tür liberal faşizmdir. İktidar davranışlarının derin kritiği ve analizi buna dair pek çok uygulamalı ipucunu ortaya koyacaktır.

* C. von Clausewitz, "vom Kriege"

1 Mayıs 2013 Çarşamba

İK İçin: İş’in Teorisi Üzerine-4 – Kuramın Açılımı

                                                 “Yaşamak insanın görevidir, yaşatmak ibadet.”
                                                                                          Fatih Sultan Mehmet


Çok geniş bir zemin bulmasa da, bazı yazılarda aktarmaya çalıştığımız “İş’in Teorisi” çalışması, bazı çevrelerce “ne olduğu, neyi kastettiği, açılımının içeriği ve niye İK’na izafe edildiği vb. hususlarda” sorulara muhatap olmuştur. Bu makalenin amacı, olabildiğince açıklayıcı bir şekilde bu hususlara yanıtlar sunmaktır. Öncelikle niye “İK İçin” ibaresine karşılık olarak belirtmek istediğim şudur: Çalışma hayatımın yurt dışındaki kısmında dünyanın en büyük kuruluşlarının bazılarında, kuruluş dışı danışma ve denetim grupları içinde özellikli konularla ilgili olarak çalışma imkânı buldum. Bilhassa, Orta ve Kuzey Avrupa’daki kuruluşlarda İK bölümünün çalışma hayatının yoğunluklu odak noktası olduğunu deneyimledim. Bu kuruluşlar arasında sanayi şirketleri haricinde araştırma enstitüleri, üniversiteler, küçük şirketler de vardı. Bunun nedenini merak ettiğimde cevabı kısa süre içinde aldım; insanla dolaysız ilgili bölüm İK idi. Bu bölüm diğer bölümleri özellikle yönetimsel ve sosyo-psikolojik açıdan yönlendirmekteydi ve üst düzeyde kuruluşun politikalarında çok önemli roller üstlenmişti. Diğer çok önemli bir özelliği ise işveren ile işgörenler arasındaki ilişkileri dengelemesi, bilhassa işgören aleyhine oluşan durumlarda onunla çok hızlı duygudaşlık kurabilmesi, onların hakkını kararlı bir şekilde savunması, ihtimalleri düşünerek önleyici tedbirler alabilmesi idi. Yaptığım akademik araştırmalar neticesinde bunu bilgi olarak da öğrenmiştim; Alman kökenli anayasal güvence altındaki “birlikte belirleme hakkının (Mitbestimmungsrecht)” bu ortamın tesis edilmesindeki rolü çok önemli ve başattır. Orta ve Kuzey Avrupa’da gözlemlediğim bu statükoya karşın, Kuzey Amerika kendine özgü olarak bu konuda inişli-çıkışlı ve statik olmayan bir zemine sahipti. Fark edileceği üzere anlattıklarım “geçmiş zaman kipi” kullanılarak sunulmaktadır. Çünkü son 25 yıllık dönemde dünyadaki küresel gelişim ve ekonomi-politik dönüştürücü etkisiyle toplumsal yaşamı, dolayısıyla çalışma hayatını da dönüştürmeye başlamıştır ve bu bağlamda geriye bir gidiş söz konusudur. Bu olumsuzluklara rağmen, bazı köklü şirketler ve kuruluşlar istikrarı korumayı ve sürdürmeyi başarmaktadırlar.

            Diğer noktadan hareketle böyle bir teori oluşumunun en önemli nedeni kültür havzamızda kuramsal çalışmadaki boşluk ve eksikliktir. Genel olarak uygulamalara temel teşkil eden fikri alt yapı ve modeller ithal niteliklidir. Bunların bakış açımıza, geniş anlamda kültürümüze, özelliklerimize ve hepsinden önemlisi özgünlüğümüze uygun olup olmadığı tartışmalıdır. Bu coğrafyada özgün düşünme potansiyeli, felsefe geleneği, bu geleneğin bilimsel bilgi üretimine eklemlenmesi, yani teori/nazariye üretimi son beş asırdır –istisnalar hariç- akamete uğramıştır. Günümüzde ülkemiz insanı veya daha mikro bağlamda “öğrenim görmüş” yöneticiler arasında baskın olan tarz, batıdan, özellikle anglo-amerikan ve bunun düşünsel alt yapısını küçümsenmeyecek ölçüde etkileyen post modernist akımın Fransız kökenli, edebi stilde yazılan, bilimsel görünüm verilen (yanlış kavram kullanımları), ancak derinliğinde bilimi istismar eden ve dışlayan köktenci fikirleri ile şekillenen çalışmalara dayanmaktadır. Bu hâkim stilin en belirgin özelliği militer olması ve fakat bunu örtülü bir şekilde yöneten yapılanmadır: Katı hiyerarşiye, kapalılığa, klikleşmeye, patronaja, güvensizliğe, kaygıya vb. dayalı strüktür. Bu realite ayrıca ele alınması gereken önemli bir konudur. Hülasa, coğrafyamızın düşünü/özel-özgün görüş derinliğinde yeşermeye başlayan kuramsallığa ihtiyacı her geçen gün daha da belirginleşmektedir.    

İş’in Teori’sinden söz etmek karmaşık bir yumağı açmaya benzer. Kritik açma ucunu bulmak ayrı bir mesele, buldum derken, emin olduğunuzun “zannetmek” olduğunu deneyimlemek -biraz abartarak ifade etmek gerekirse- daha başka bir sukut-ı hayaldir. İş Teorisi, geliştirmeye çalıştığımız anlamda literatürde yer alan bir saha olmamakla birlikte, John Locke’un toplum ve devlet hakkındaki kuramındaki “mülkiyet” üzerine düşüncelerinin ilk alt başlığında “doğanın edinimi/elde edilmesi” fikrinden hareketle bahsedilmiş bir tezdir. Locke’a göre, insan doğal akıl ve anlayışın sağladığı akıl yürütümü üzerinden edimi ve yaptığı işin kendisine verdiği, sağladığı imkânla özel mülkiyet hakkına sahip olur. Örnek olarak verdiği durum bir yönüyle ilginçtir: “Ağaçtan düşmüş bir meyveyi yerden alıp kaldıran kişi, bu eylemi yaptığı işi ile beraber harmanlamış ve meyvenin sahibi olmuştur. Kişinin işi, onun mülkiyetini belirler.” Locke için yaşadığı dönem açısından, hatta sonrasında ve dahi günümüzde mülkiyet hakkı ve bunun devlet erki marifetiyle korunması, doğal haklar olan ‘yaşama ve özgürlüğün’ yanında tamamlayıcı ve özgün üçüncü hak olarak büyük önem arz etmekteydi. Bunlar bize sıradan gelebilir, ancak dönemi itibariyle son derece ileri düşüncelerdir (‘sıradan’ nitelendirmesi bizim için bilinçsel olarak kastedilmiştir, yoksa günümüz gerçeklikleri açısından da son derece önemli, hatta yaşamsaldırlar; zira insan evladının bunlar için yaptığı mücadele çeşitli şekillerde hala devam etmektedir). Liberalizmin babası olarak görülen, İngiliz ampirizminin savunucusu Locke, diğer yandan aydınlanmanın da en etkin ön düşünürlerindendir. Politik felsefesi, Amerikan bağımsızlık bildirgesi, anayasası ve Fransız anayasasına kaynaklık etmiştir. Locke’dan bu kadar söz etmemin nedeni, çok yönlü bu düşünürün bilerek veya bilmeyerek fikirlerinin “kapitalizmin devlet ekonomi-politiğinde” önemli bir role sahip olması ve günümüzde de devam eden pek çok travmatik çelişkilerin temel harcındaki payı olduğu gibi, iş teorisi hakkında fikirler beyan etmesidir. Her ne kadar onun bu fikirlerindeki bağlam, mülkiyet hakkı konusunda yoğunlaşmakla kısıtlı kalmışsa da…

            Bizim oluşturmaya çalıştığımız “İş Kuramı” öncelikle merkeze, merkez odağa –olguculukta kısmen de olsa oluşturulan ama tapınma abartısına dönüşen- kesinlikle benmerkezci konumlandırma olmayacak bir tarzda, oluşturduğu her şeyin (üretim, araçlar, ürün, hizmet, kurum vs.) önüne alınması ve üstüne çıkarılması gereken  insanı yerleştirmekte; çalışma hayatı ve en geniş anlamıyla yaşam içinde insanın işi, fikirleri, düşünceleri, duyguları, üretici gücü vb. vasıtasıyla sahip olduğu ve olabileceği ‘hakları’ vurgulamak, daha doğrusu ortaya koymak ve insanın sömürülmesine neden olan veya olabilecek tüm unsurları mümkün olduğunca alan içine çekerek, çalışma hayatına dair paradigmal oluşumlara taban hazırlamaktır. İlerlememiz, gelişimimiz çeşitli sahalarda büyük ve olumlu atılımlar yapmasına rağmen, bunun zıttı da –maalesef- aynı şekilde geçerlidir. Sadece açlık, aşırı dengesiz gelir dağılımı, yolsuzluklar, anormal maddi-manevi-mental sömürüyü misal göstermemiz hal-i pür melalimizi göstermek açısından yeter de artar sanırım. Konumumuz, konumlanmamız ne olursa olsun, kendimiz haricinde de bu gezegende yaşam bulan, kendine özgü yaşamı olan sayısız varlık bulunmaktadır. Bizim yapmaya çalıştığımız ise, bu deryada katre misali de olsa “iyi bir iş” yapabilme çabasıdır. İnsanın çalışma hayatı üzerine yazıya aktardığımız düşüncelerimizi teorik anlamda derlemeye çalışmamız, uygulamaya koyabileceğimiz aksiyonları öncelikle kuramsal bazda kritiğe, dolayısıyla sınamaya, yanlışlamaya açma ve böylelikle daha iyi uygulamalar için daha iyi teorilerin oluşturulmasını sağlamaktır. Bahsini ettiğimiz hususlar yeni şeyler değildir (vaz-ı cedit); başlangıcı kestirilemeyen, -iddialı bir sözcük olsa da- ezelî ve insanın ürettiği bilgilerin tekrardan incelenmesi, irdelenmesi, onları derin okumalara tabi tutarak anlamak, içselleştirmek ve böylece tekrar eden öğrenme süreçleriyle geliştirmek, iyileştirmek, geniş kapsam ve anlamda yenilemek-ihya etmektir (keşf-i kadim). Yani ortaya koyduğumuz, koyacağımız bilgi hangi şekilde olursa olsun, bambaşka-yepyeni olan değildir. Bu tematik ayrı bir çalışma konusudur. Bununla bağlantılı bir konuya kısaca değinerek, asli konumuza dönmek istiyorum: Bilgi, gelişim, kalkınma vs. hususlarda “dile pelesenk” edilen tipik bir söylem de doğu-batı mukayesesi yapmaktır. Bu bazı durumlarda, eğer kişi olumlu ve yararlı çıkarımlar yapmayı amaçlıyorsa değerli olabilir. Ama çoğunlukla bir tarafı aşağıda, diğerini ise yukarıda göstermeye yönelik ve böylece aşağılık kompleksi, megalomani, baskı-sömürü oluşturmak veya ezilmişlik duygusunu yapay bir şekilde bertaraf-baskılamak için yapılıyorsa (birçok oryantalistin/müsteşrikin veya doğulu bazı düşünürlerin yaptığı gibi) bu karşılaştırmaların malayani ve hatta zarar verici olabileceği kanaatindeyim.     

İş’in teorisi; içeriğindeki yönetişim, sistem kuramsal yaklaşım, ilkesel duruş, nesil-geçiş analizi, özgünlük, sosyalizasyon, sosyal platform, sivilleşme, koçluk, mentorluk, insanlaş(tır)ma, endüstriyel-klinik psikoloji ve çalışma yaşamı ile ilgili diğer bazı modelleme(ler) olanakları sunan teorik alan çalışmaları vasıtasıyla çeşitli uygulamalar için zemin oluşturmayı hedefler. Bu teori, a’dan z’ye kritik akla ve yanılabilirliğe (fallibilism), yanlışlanmaya açıktır. Yani, kesinlik ve yanılgısız olma iddiasında değildir. Falibilizm bilgi kuramsal bir konumlanma olup, hiçbir zaman son bir temellendirme iddiasında değildir. İknalar, düşünceler veya hipotezler tekrarlayan bir şekilde hatalar yönüyle sınanırlar, imkân dâhilinde daha iyileri yerlerini alır. Falibilist yaklaşım bir tür bilimsel yöntem olarak, sosyal-teknik müdahalelere dayalı sonuçların ön hesaplamalarının mükemmeliyeti peşinde değildir; yani “en son, en sağlam temellendirme” fikrine odaklanmaz. Bilimin, insan yaşamının dogmalarda kilitlenip, kristalize olmasını ve her türlü düşünceye doğal veya yapay bir bağışıklık kazandırılmasının trajik sonuçlara, travmalara ve taassuplara yol açacağını göz önünde bulundurur. Bu bağlamda, “İş’in Teorisi” olarak sunduğumuz paradigmal sistem, gerek kuramsal gerekse akılcı pratik yönüyle kapalı bir sistem ve yöntem arayışı olmayıp, her daim yanlışlanmaya açıktır ve yerine daha iyilerinin konulabileceğini varsayar. Amacı, insan için daha iyinin, daha gelişmişin yolunu açmak ve yöntemsellik, etik, sosyolojik, politik, ekonomik vb. sahalarda uygulamalar için modeller sunmaktır.   

  “İş’in Teorisi” genel yansıması yönüyle toplum bilimsel ağırlıklı bir kuramdır. İş’e ve çalışma yaşamına dair problemlere, sistem kuramsal yaklaşımla çözümler üretmeyi hedefler. Bunu yaparken konuları kanaviçe işler gibi “çekirdek-minimal mantık (Kernlogik)” üzerinden, sürekli denetlenebilir bir şekilde icra etmeye gayret ve özen gösterir. Önceliği bu coğrafyanın çalışma yaşamıdır. Onun pek çok zaafları yanında ne denli güçlü yanları olduğunu tanır ve kabul eder. İlimi-bilimi yönlere, ülkelere, ırklara veya milletlere, kişilere göre ayırmaz, onu her insan için “yitik” olarak, süreklilik içinde edinilmesi gereken olarak görür. Karmaşayı olabildiğince düzenli bir tabana oturtmayı, değerlerin yerli yerinde ve gerçeklikleri ile ortaya konmasını, insanın yaşatılmasını ve onun haklarının, erdemlerinin, şerefinin savunulmasını ve her türlü sömürüye karşı korunmasını gaye edinmiştir. Diğer bir yönüyle bu kuram, birçok konudaki gelişime rağmen, çalışma hayatında çalışanlara sağlanan gelişimin paralellik arz etmediğini, işgörenin dezavantajlı taraf olduğundan hareketle, onların işyerinin herhangi bir unsuru değil, eşit haklara sahip vatandaşlar oldukları hususunda ısrarcıdır. Yani belirleyici kolektif iradenin “demokratik dengeleme” ilkesine dayandığını vurgular.

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...