Büyük olarak
nitelendirilen birkaç şehirden oluşmayan bu ülke, tikel yerelliğe de sığamayacak
kadar büyüktür. Büyüklüğü sadece yüzölçümü, nüfusu, üretimi vb. verilerinden
değil, barındırdığı ve fakat buzdağı misali görülmediği, ama kısmen, sıradan da
olsa duyulduğu veya bilindiği halde sırladığı “keşf-i kadimden beslenerek vaz-ı
cedide” yönelmede insana çeşitli yollar ile seçenekler sunan potansiyelindedir.
Bu yönelmede ilk adım, dünyanın sadece kendimizin addettiği olmadığını fark
edip, kendimizle veya daha derin anlamda benliğimizle özdeşleştiklerimizin
neler olduğunu görüp ben’i çıplaklaştırmaya başlamaktır. Bu, şeylere karşı-dair
mesafe koymakla, nötr olmakla; bir nevi müsavi duruş oluşturma için çalışmakla
başlar. Mesela Montaigne’in çarpıcı bir ifadesini ele alalım: İnsanın
kendisiyle arasındaki fark, bir başkasıyla arasındaki fark kadar büyüktür.
Böyle olduğunu farz ettiğimizde, bu ifadenin içeriğindeki iddiaya karşı mesafe
koyabiliriz ya da tamamıyla kabulünde ise verileni üstlenmenin dışında
çerçevelendirmeyi gerçekleştirerek, ucu açık kalabilecek daireyi kapatarak
çemberi oluşturmuş oluruz. Kapatılan her daire, çerçevelenen her verilmişin
kabulü çoğunlukla farkına varamadığımız karantinaları, tecritleri yapılandırdığımız
anlamına gelir bir bakıma; bilinçli ya da bilinçsiz. Ama neticede, Pinky’nin
The Wall’indeki gibi “… Böyle
olduğu sürece, kendimiz dâhil her şey duvardaki bir tuğladan ibaret (all in all
you're just another brick in the wall)” noktasına sürükleniriz. Ve zindanımızın
duvarlarını yakın ve uzak olduğumuz objelerle beraber örmeye başlar ve devam
ederiz. İnsan olarak bizi etkileyen her türden oluşa karşı öncelikle mesafeli
duramıyor, kabullenmelere açık oluyorsak; özgünlüğümüzün bloke edilmesine,
sürüden bir eleman olmaya kapıları açıyoruz demektir. Hal böyle olunca
bahsettiğimiz özgürlük ve özgünlük verilen kadarı olacaktır, alınmak-erişilmek
istenen değil.
Sıhhat bulması istenen bir rahatsızlığı dairelerle
kuşatmaya mahkûm ettiğinizde bu anlaşılabilirdir. Ama sıhhatlinin aynı
uygulamaya maruz kalması başlı başına problematiği doğurur ve bunun çözümü
oldukça zordur. İster tavsiye, ister takviye veya fikri açılım sunduğunuz bir
temada sorunsalın aşılması, çerçeveleneni sahiplenenin (ısrarlı) tutumu
nedeniyle neredeyse imkânsızlaşır. Bu bağlamda kritik bir nokta da zihinselin
kristalleşmesi ile bir işin uzmanı olmak arasındaki –kısmi de olsa- tuhaf bir
ilişkinin olabilmesidir. Bu durum şu ters orantısal münasebete neden olabilir: Benlik
duygusundaki gerilim ne denli yüksek seyrederse, farklı yaklaşımlara açık
olabilme özelliği de o denli düşük düzeylerde seyredebilir. Bu asal çelişki
genelde kaçınılmaz kılınan olarak karşımıza çıkmaktadır. Kaçınılmaz kılınanın
kemikleşmiş halinin bir kademe ötesi, hangi adlandırma ve/veya sıfatlandırma
ile olursa olsun, herhangi bir anlatının mitleşmesidir. Her ne kadar bilimsel
teoriler ideal anlamda bu tasniflemenin dışında tutulsa da, gerek sözde
bilimsel olabilen önermelere dayalı formülasyonlar gerekse bilhassa post
modernin getirisi olan çeşitlendirilmiş fikri açılımlar güçlü bir mitleşme
potansiyeline haizdirler. Nitekim günümüzde neredeyse bilimin reddiyesine
vardırılan post modern metinlerin bazılarının, hatta çoğunun terminolojisi bir
nevi keyfi biçimde yine bilimden kotarılan olmasıdır.
İnsanlık tarihinde yerini alan mitoslar, ortaya
çıktıkları zaman ve mekân ile o konumlanmada kullanılan lisan ve kelamın
tarafımızca tam olarak bilinmesi durumunda mahiyeti ve anlamı yönüyle
kavranabilir olacaktır. Yani gerek şifahi gerekse yazılı olarak aktarılanların
anlaşılması için “bağlam” olmazsa olmazdır. Peki, bu türden sunulanların
bağlamı nasıl ortaya konabilir? El cevap: Hiçbir şekilde! Zira mitlerde
“araştırmanın mantığı” yoktur, sadece mantıksal görünümlü tamlamalar vardır.
Bağlamsız anlatılar da bol miktarda ve küçümsenmeyecek oranda alegoriler,
mecazlar, semboller aracılığıyla sadece hoş anlatılanlar mesabesinde kalmazlar.
Bağlamı sağlamak için insan marifetiyle sözde tarihsel ilişkiler tesis edilerek
belirli bir zemine oturtularak talepkârlarına arz edilirler. Bunların
irrasyonel metodolojisi çoklu analojiler türetmektir. Batıllığın en alt seviyelerinden
biri olarak nitelendireceğim bu nevi tarihsiciliği besleyen ana akımlar hiçbir
etik sorumluluk taşımayan ve para ile güç devşirmenin aracı haline getirilen ezoterik,
okültizm, spiritüalizm, parapsikoloji, mistisizm derken post
modernin tekrar yaygın canlanma-tazelenme sağladığı yeni sürüm öğretiler
aracılığı ile metafiziğe entegre edilen alanlardır. Düzeyli, ortalama bir
şekilde rasyonel durmaya çalışan insana karşın; burçlar, kehanetler,
fallar ve enerji varlıklarla hareket eden insan yüzyılımızda iyice
belirginleşmiştir. İnsana dair keşfettikleri maddi ve manevi boşluğu öncelikle
kendilerine özgün oluşturdukları “kişisel gelişim” anlatıları-bıdı bıdıları ile
doldurmaktadırlar.
New-age akımlardan olan Gaudiya Vaishnava teolojisine göre mantra olarak kullanılan Hare Krishna, 70’lerin başında cemaat
niteliğine bürünerek başta gerçekten samimi gençlerin batıya taşıdığı mistik
akımların ilk ses getirilenlerinden biri olarak doğu mistisizminin öne çıkan
hareketi olmuştur. Sonraki on yıl içinde pop kültür yansıması haline gelen
mistik akımlar 80’lerle birlikte batıda taban bulmaya başlamış ve post modernin
fikri yaklaşımlarında önemli rol oynamıştır. Batının rasyonalitesinde kırılma
noktası, post modernitenin dünya görüşlerinde bilimsele karşı geliştirdiği
alternatif düşüncelerden belki daha fazla ses getiren mistifikasyon günümüzde
kişisel gelişim olarak adlandırdığımız alanı sarmalamıştır. Marx’ta toplumsal
manipülasyon ile gerçekliği çarpıtmaya yarayan mistifikasyon, günümüzde gerçekliği
çeşitli şekillere bürüyebilen etkili bir araç olarak iş dünyasında özellikle
yönetici sınıfı arasında önemli bir rol oynamaktadır. Bu satırların yazarı,
yaşamın hemen her alanında çok sayıda insanın çeşitli gurular, şeyhler, hocalar
(!) aracılığıyla kişisel gelişim yolunda nasıl dramatik durumların kurbanı
olduğuna şahit olmuştur. Paramparça olan, yıkılan yaşamlar, intihar vakaları,
cinnetler, savrulmalar vb. Soğuk savaş döneminin nispeten eziklik duyan insanı
için birey olabilmesinin yolunu açan bu programların etkinliği ilginç pratik
tarzlar ortaya çıkarmıştır. Astrolojisiz girişimde bulunmayan iş insanları, icat
edilen bireye yönelik spritüal yöntemselliği öne çıkaran lider olma saplantılı
yöneticiler ve pek çok sayıda kişi bir yandan hazcılığın eşlik ettiği birey
olma arzusu, diğer yandan secret-vari kuantum sıçramaları vasıtasıyla
tanrılaştırılan evren rabıtası ile özgüvenin temelini atmıştır. Bu temel
üzerinde yapılandırılan benlik, içselliğinde (?) bilginin sırrını (!) nihayet yakalamıştır: Ne istiyorsan elde
edebilirsin, yeter ki pozitif düşün ve ol!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder