“Ben’in çıplaklaştırılması” bireyin gündemine alması
gereken bir aksiyondur. Giydiğimiz yığınla elbisenin şişirdiği ve
ağırlaştırdığı egomuz, yavaş ve sinsi bir biçimde yol açtığı hantallığımızı
sürekli besler. Bu denli hantal bir benlik, kendinde oluşan rehavetin meydana
getirdiği hal içinde meşguliyetin esiridir; kendisi ile olan uğraşın içinde.
Hem meşguliyet hem de rehavet, garip ve paradoksal olan; rehavetin mıymıntılık,
sünepelik, bıkkınlık vb. özelliklerini bilmeyen için doğal olarak alelacayipliğe
yol açmasıdır. Rehavetin bu türden özellikleri kişinin (hiper)aktivitesi nedeniyle
ona yönelik olarak hissedilmez; ama önemli olan da bu değildir zaten. Aslolan
dışında addettiği yaşama karşı olan rehavettir ki, bu hal enaniyetin
sarmaladığı bireyin merkez figür olarak sadece “bakmak” düzeyinde
olmasındandır. Zira çarpık öğretimi, sorgulamaya açık olan eğitimine galebe
çalmıştır.
Çalışma hayatının içinde olanlar açısından kendilerine
ayna olabilecek ilk imkân alanı çevreleridir. Çalışanlara âcizane tavsiyem; çevrelerine
dikkatlice baksınlar, diğer çalışanları izlesinler ve “görmeye” çalışsınlar;
meşguliyet içinde telaşla koşuşturan, düşünür gibi olan ve bazen bıkkın bir
halde şikâyet eden azımsanmayacak sayıda insanın bu hal içinde sürüklendiğini
fark edeceklerdir. Ve bunlara sorulduğunda alınacak cevap “çok yoğun oldukları,
vakit bulamadıkları ve hatta bezdikleri” olacaktır. Böyle olunca, kişinin gerçek
anlamda kendine yöneltmesi gereken sual şudur: Çalışma hayatım meşguliyetlerle
mi, yoksa rasyonel işlerle mi örülüdür veya çevrilidir, kendimi tüketiyor
muyum, yoksa gerçek çözüm ve sonuçlar içeren üretime yönelik olarak mı
çalışıyorum? Yaptığım işin maddi-manevi kalite düzeyi nedir? Çalışmam anlam ve
yarar üretiyor mu, yani reel anlamda değer oluşturuyor muyum? Ve daha başka “ne’ler,
nasıl’lar ve niçin’ler”… Belki daha da önemli olan kişisel sorgulamamız, bu
denli meşguliyetin ve yoğunluğun insanlığımızı ne hale getirdiği üzerine
olmalıdır!
Yaptığımız iş ne olursa olsun, insan
oluşumuzun çalışmaya yönelik tarafı üzerine sorgulama ve bunun sonucunda
ulaşılan çıkarsamaların kritiğini yapmadan çalışmanın özünü ortaya koyamayız. Çalışmanın odağında, bilgi,
işler, metotlar, yapılanmalar, araçlar ve üretim vb. varsayımsal anasırlar bulunur. Tabiidir ki bunların niteliği
önemlidir, niceliği ikinci planda kalır. Bunların haricinde üstte tüm bunlardan
aşkın bir konuma sahip olan birey ve onun ayrılmaz, baskın varoluş kaynağı olan
benlik yer alır. Birey (fert, Lat. individuum = bölünmeyen, tek olan şey) kendinde özgünlüğü barındıran
teklik ile ifade ve vurgusunu bulur iken, benlik bireyin ne olduğu, ne
olmak istediği ve çevresince nasıl tanındığı konularındaki bilincin seviyesini
tayin ve temsil eder. Bireyin kelâmının
temsildeki rolü tebliğ ile vücut bulur ve felsefi boyutta ise değerin sadece –belirli
bir ölçüde de olsa- bir yönünü oluşturur (gerçi irfani boyut çok daha
kıymetlidir, ama herkesin harcı değildir): Anlamın dillendirilmesini.
Tamamlayıcı unsur temsilin kendisiyle, özgün olanıyla ilgilidir: Yaşam tarzı ile.
Yani erinç ve erincin ne olduğu ve ne olması gerektiğinin farkına varılması ile.
Bu noktada, insan için önemli olan, iki durum arasındaki farkı kavrayabilmekten
geçer. Ancak, çoğunlukla bu hâsıl ol-a-madığı için iki ayrı pozisyon, birey ve
benlik, değer oluşturma hususunda sentezlenerek bileşim haline gelir. Bu bileşim
her ne kadar üstte konumlansa da asli öğeyi bu oluşturur; yani odakta yer alan
anasırlar, asli unsur karşısında altyapısal suretlere dönüşürler. Zira bileşimin
-bireyin ve benliğin- ortaklaşan aktivitesi, odaktakileri birebir belirler ve
aktive olan bu bileşimin tecellileri olarak gerçeklik kazanırlar. Aslinin fark
edilmemesi suretleri, unsurlar olarak değerlendirmemize yol açar. Bundan
dolayıdır ki, çalışma yaşamında öne çıkartılan, önemli ve değerli sayılanlar
bunlardır. Ve ilginçtir ki bunlar kişinin sömürüsüne dayalı olup, oluşturulan
basit düzenek üzerinden garabet bir rekabet formatı sunarak bireyi, benliğinin
kurbanı yaparlar. Çalışma hayatında günümüzün iş anlayışı, olabildiğince düşük
maliyet, insan haklarının asgarileştirilmesi, statü karmaşası ile derin iş
yapış farklılıkları ve “eleman çok” vb. dayanaklar üzerinde temellendirilmektedir.
Emeğin en azından belirli, tatmin edici ve hakkaniyeti gözetici maddi karşılığı
son derece dengesizleşmiştir. Her alandaki taşere iş gördürme yöntemi, yani alttakini çalıştırma yaygınlaşmış, bu
usul maddi durumsallığın yanı sıra sosyo-psikolojik sorunları da oluşturmuştur.
Her geçen gün sorunsal derinleştirmekte ve gerilim artmaktadır. Problemin adil
ve gerçek çözümü yerine, mevzuya karşı normalleştirme, duyarsızlık ve “hale şükredilmesi”
sloganı kestirip atma katılığını
uygulamak çıkış yolu olarak sabitlenmiştir. Bu da vicdanın baskılanmasına ve iç
yaşamın körleşmesine neden olmaktadır. Böyle bir körlükten “görme” ve edimini
beklemek boşunadır. “… Kalpleri olup da gerçeği kavrayamayan, gözleri
olup da göremeyen, kulakları olup da işitmeyen… Körcesine dalıp gitmiş olanlar
işte böyleleridir… (Kuran, 7-179).” Böyle bir ortamda iş yaşamının normalizasyonu sağlanamaz. Oysa normalize
edilememiş bir işyeri, yani insan ve onun oluşturduğu hakiki ve özgün değerler
yerine kopyalanmış bazı lafları sarf eden – tüketen, harcayan- zihniyet taklitçidir. Böyle bir
zihniyet uygulamada kendisi için fırsat kollayıcıdır.
Gerek birey ve benliğin
anlam(lar)ının tam olarak kavranamaması gerekse asli ile suretin karmaşası, (suni) sentezi oluşturur ve sağlam kılar. Hal böyle olunca da birey ve benlik, bireyciliğe ve bencilliğe
evirilerek belirleyiciler olarak yaşam bulurlar; baskın çıkarım ise
enaniyettir. Enaniyet birey ve benliği eritir, karmaşık bir terkip zuhur eder.
Böyle bir insan mükemmel donanımlara da sahip olsa karakter sunamaz. Karakter
sunamayan insan için ise söylenecek fazla bir şey yoktur: “… Hayvan
sürüsü gibidir bunlar; hayır hayır, doğru yolu kavramakta onlardan da aşağı… (Kuran, 7-179).”
Enaniyet, kişinin kendisine müstakil bir benlik atfetmesi, hem
kendi varlığını hem de etrafındakilerin varlığını Yaratan’ından bağımsız
görmesi ve böylelikle davranışlarını, bakış açısını bu zihniyete göre
düzenlemesi anlamına gelir. Enaniyet
Arapçada, "ben" anlamına gelen "ene"
kelimesinden türemiştir. Fiili yansıması farklı şekillerde, tarz koyucu
özellikler olarak ortaya çıkabilir. Örneğin kibir bunlardan biridir. Bir insan
kendisini dünyanın merkezi olarak görmeye başladığında, kısa sürede Allah'ın
kendisine verdiği imkânlar ve özellikler doğrultusunda bir büyüklenme
psikolojisi içine girer. Her zaman ve her durumda kendisini en ön planda, en
üstün konumda görmeye ve göstermeye başlar. Tüm kazanımlarını tırnakları ile
kazıyarak elde ettiğini sıklıkla vurgular. Böyle bir düşünceye sahip olan
kimse, kendisine ilahlık vasfı veriyor demektir. Kendini üstün görmenin bir
başka türü de gizli enaniyettir. Gizli enaniyete sahip kişiler, tavır olarak
klasik enaniyetlilerden farklıdırlar. Aralarındaki en büyük fark, klasik olanın
dışarıdan çok rahat fark edilebiliyor olması, fakat gizli enaniyete sahip
olanların zaman zaman dışarıdan anlaşılmasının mümkün olmamasıdır. Örneğin
sahte tevazu sayesinde…
Enaniyet genleşmeye son derece
müsait olduğundan karşıt önlem çabası olmazsa insanı benmerkezci bireye
dönüştürür. Örneğin, günümüzde gündeme sıklıkla gelen ve olumsuz etkileri ön
plana çıkarılan narsist insan tiplemesi şiş(iril)miş bir benlikten
sorgulamaksızın ve sömürürcesine beslenen bireyin doğurduğu varlıktır. Bu
varlık, başka biçimlere de bürünebilme potansiyeline sahiptir. Yapılan işler,
ortamlar, savrulmalar olası formların oluşmasında ve aktif olmasında önemli rol
oynarlar. Bunların belirgin yansımalarından birisi çelişkiler ve daha da
zorlaştırıcısı tutarsızlıklardır. İnsan ve işe dair pek çok
deneysel-sorgulamaya dayalı araştırmalarda ortaya çıkan netice nitelikli
verilerde araştırmacının kafasını en fazla karıştıran hususların başında
mantıki okumayı bloke eden bu nevi tutarsızlıkların yansımalarıdır. Bu
yansımalar, çoğunlukla imkân kapsamı çok geniş ilgileşim alanları oluşturur ve
araştırmacı açısından şüphelere yol açar. Araştırmacıya ilave çalışma
gerektiren bu durum bazen bıktırıcı dahi olabilir. Aynı, yüksek düzeyli
enaniyetin oluşturduğu bıktırıcılık ve can sıkıcılık gibi. Birey ve benliğin
kritiğini rasyonel ve kapsamlı bir şekilde, sadece dışında değil içinde de yer
alarak –mekânı ve zamanı iyi okuyarak- irdelemeyen hiçbir sistem bu oluşumunu
yeterince anlayamaz, anlamlandıramaz ve oluşacak ortamı dengeleyemez.
İş, birey ve benlik içinde
etkin olmadan, insani bilinç düzeylerinde gerçekleşemez. İnsan yerine onun
yaptığı aletlerin gerçekleşmede oynadığı rol yine insan üretiminin bilinç
alanına dâhildir –her ne kadar çabuk unutulup, insan yaptığı aletin aracı
haline dönüşse de-; hatta bunların dışında oluşan vakalar, oluşlar ve prosesler
de birey ve benliğin bunlarla karşılıklı kuşatımına mündemiçtirler. İnsanın
mühendisliğe ilişkin tarafı, birey oluşuna izafeten edimlerinin altyapısını
oluşturur, benlik açısından ise özdeşleşebileceği bir etikettir. Ama benlik bu etiketi,
sentezin kuvvetli tarafı olarak bireye adeta dayatarak yüklemeye programlıdır.
Benliğin devreye girmediği mühendislik, birey üzerinde adlandırmadan öteye
gidemez. Bu aslen kişi açısından olumlu olsa da, mühim olan benliğin yönetimine
ve denetimine dair olandır. Yani benliğin sadece harekete yönelik bir araç
olmasının bilinerek, birey(e)i esir almasının/hâkim olmasının mümkün
olabildiğince setlenmesi ve normalize edilmesi amacıyla, kişinin samimiyet ile
gönüllü olarak ve enaniyetin ne olduğunu anlamak, öğrenmek ve eğitilmek için bu
ayar üzere devreye girmesidir. Tasavvufta seyr-i süluk olarak adlandırılan ve benliğin
eğitimini (nefsin tezkiyesi) kapsayan süreç, öncelikle kişinin tekâmülünü vazife
edinir. Vazife kavramı tezahürde çift taraflı gözükür. Sistemin vazifesi ve
kişinin ki.
Burada dikkat çekici olan insanın
doğa ile olan sıkı bağıdır; her ne kadar insan o müthiş benmerkezciliği ile
doğayı çevre mesabesine indirgese de. Meselâ, bu bağ-lantı yalnızca bilişseli
değil, deneyseli ve hatta doğal öznel pratiği de sarmalar. Doğadaki mekaniğin
yansımasını fark eden/keşfeden insan bunu taklit ederek, diğer yandan günümüzde
sıklıkla bahsettiğimiz teknolojinin temel taşlarından birini de türetmiştir. Ama
daha ilginci, belki de insanın en büyük icadı ve/veya keşfi olan “araçsallaştırma” fikridir. Tüm
bulgularımız, erişimlerimiz veya kazanımlarımız paradoksal bir şekilde izafeten
de olsa değer ihtiva ettikleri gibi, diğer yandan oluş(turul)an değer(ler) tarafından
da kuşatılır. Bunda bireysel yaklaşımın yanı sıra benliğin pozisyonu ve hareket
tarzı da rol oynar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder