Marksist
hümanizmin tezine göre özgünlüğü yok eden, insanların büyük çoğunluğunu hepten
ruhsuz olarak gören burjuva sınıfının elit ve seçkinci hümanizmidir. Ama buna
karşın marksist hümanizm, insanın
gerek kendi doğasıyla ve gerekse diğer insanlarla kendisi arasındaki
yabancılaştırmayı ortadan kaldırmayı hedefleyen bir hümanizmdir. Bu
ideal-hedef, “El Yazmaları”ndaki
komünizm hayalidir. Bu arzu, bireyselliğin yutulmadığı ve feda edilmediği,
tersine bütünüyle geliştirildiği ve açıkça ifade edildiği ideal bir topluluk
rüyasıdır. Bu hayalin oluşmasına yol açan süreç; kendi olma, kendilik probleminin
çözümüne yönelik bir idealin-ütopyanın adıdır. Kendilik sorunu, bilindiği gibi
felsefenin, orada da ağırlıkla ontolojinin bir temasıdır. Bir şeyin, ontolojik
bir sorun olması demek, o şeyin, sorun olmasını sağlayan nedenin, o şeye içkin
olması, o şeyin kendi varlığından gelmesi demektir. Dolayısıyla bu bağlamda
kendi olmak problemi, kişinin kendi varoluşu ve kendi yönelimi bağlamında
irdelenir. Ama marksist hümanizm, kendilik sorunu üzerinden yabancılaşma
olgusunu ontolojik bir problem olarak değil, tarihsel ve toplumsal bir problem
olarak görmektedir. Onu oluşturan siyasal ve toplumsal tahakkümdür. Bundan
dolayı o tarihsel bir sorunun sonucudur. Kendisi olma, kendini gerçekleştirme politik
ve toplumsal nedenlerle kesintiye uğramış ve kendilik kendine yabancılaşmaya
dönüşmüştür. İnsanın kendisi olmasını, yani doğal benliğini tehdit edip yutan,
toplumsal benliğidir. Bunun neticesinde insan, toplumun ona biçtiği rolü
oynamak zorundadır ve bu tekdüzelik onu yabancılaştırarak özgünlükten yoksun
bırakır; özgünlüğü tahrip eder. Bu durumda insan açısından tarihin ve tarihsel
gelişimin ve bunlara bağlı toplumsal gelişimin doğru okumasını yapmak,
yabancılaşma probleminden çıkışın çözümü için öncelikli koşuldur. 1
Marksist
yaklaşımda diyalektik materyalist yöntem, tarihi ve toplumu, politikanın yanı
sıra sosyal felsefenin konjonktürel olarak birbirleri ile yer değiştirebilen
nesneleri olarak ele almakta, nesnelerin oluşturduğu fikrin bu bağlamda
burjuvanın marifetiyle yaratılan yabancılaşma olgusunu ortaya çıkardığını,
bunun da özgünlük probleminin kaynağı olduğunu öne sürmektedir. Bu türden bir
maddeci odaklanmada tarih başroldeki aktör, toplum ise yardımcı oyuncudur; ama
bazen başrolü kapan bir yardımcı aktör. Yeni marksist okumalarda yöntem her ne
kadar felsefi bağlamda değil de, bilimsel bir yaklaşım iddiası olarak ele
alınsa da, bununla birlikte bilimsel olma
konumlandırması aslında yöntemin tabanını zayıflatmaktadır. Buna ilaveten
doğanın okumasının da bu temellendirme üzerinden yapılması durumu daha da hayalî
hale getirmektedir. Dolayısıyla, özgünlük olgusuna marksist yaklaşım bazı soru
işaretlerinin doğmasına neden olmaktadır. Zira sosyal-beşeri bilimlerin, doğa (temel-deneysel)
bilimleri ile analojiler kurarak veya esinlenme ile oluşturduğu metaforik
yaklaşımların ortaya koyduğu çıkarımlar, pozitif olma durumuna haiz olmadıkları
için sosyal-beşeri bilimselliği sözde (kavramsal) kılmaktadır. Ne insan ne de ona dair zihni ve
mental yaratımlar (nöro bağlantı istisna) laboratuvar konusu yapılamazlar.
İnsana, topluma veya tarihe dair ölçümler dar kalıplar içinde kalmaya
mahkûmdurlar; ayrıca koşullar doğa bilimlerdekine nazaran aşırı değişkendir. Sosyaldeki
bu aşırı değişkenlik belirli kalıplara birebir bağlamda sokulmaya
çalışıldığında baskılama oluşur ve sorunlara yol açar. Sosyalin kesinliği
keskin kılıçtır. Bundan dolayı, insan şiddete maruz kalır. Bu durumda
sosyal-beşeri alanlarda kesinlik veya sabitelerden söz etmek abartılı
olacaktır, hatta gerçekliklerden uzak!
Yukarıda
bahsettiğimiz görüşlerin bugün için de geçerli olduğunu belirtmek yerinde
olacaktır, çünkü bahusus insan beynine ilişkin yapılan araştırmalar iki ana
alan açısından ortak bir zemini oluşturabilecek potansiyele dair işaretler
vermektedir: Kesinliğe eğilimin düşünce bazında beyinde kondisyonlara yol
açması ve bu durumun bireyden toplumsala açılımında totaliter davranışların
mütehakkim karakter arz etmesi. Diğer
yandan; marksist hümanizmin bireyi öncelleyen tutumunun topluluk fikrine uzanması
bir tür hayali köprülemedir. Eğer söz
konusu bireysellik ise, birçok durumda bireyin topluluk ile ilişkisi sürüyle
karşıtlığı bir arada barındıracaktır. Hele ki bireyin özgünlüğü hususunda
kendini gerçekleştirme olgusu, topluluk fikrinden tamamen kopuk anları sıklıkla
yaşamak zorundadır. Kavramsallaştırmadaki sıkıntıların yanı sıra, Marksizm’in
tarihi bir bütün olarak doğa yasaları gibi gelişen bir süreçsel olgu olarak
tanımlaması veya tarihi ve toplum yaşamının gelişiminde belirli sabitelere atıf
yapması, kritikçi aklın irdeleyici ve çok yönlü yaklaşımları açısından oldukça
problemli bir durumdur. Tarih üzerinden insanın ve toplumun gelişimini belirleyici
çıkarımlar yapmak ve buna göre tahminler, hatta kehanetler de bulunmak marksist
yaklaşımı bir nevi “batıl inanç” seviyesine
indirgemekle malul kılmaktadır. Kapitalizmin sonlanışı tezinin anlatımındaki o
cezbedici diyalektik ve retorik, insan zihninde sanki adeta bir vahiy
okumasının görüntüsünü, duygusunu yaratmaktadır. Karl R. Popper’in vurguladığı
gibi; “…bu tarihsici peygamberane/kâhince
(Alm. historizistische Prophezeiung) bir yaklaşım”dır.
Ve daha da itham edici ifade; “tarihsiciliğin
sefil olmasının yanı sıra batıl bir inanç” olduğunun da öne sürülmesidir.2
Özgünlüğe ilişkin incelemelerde ve
tartışmalarda çekirdek konunun düşünce olgusu olduğu ve meselenin tüm
yanlarıyla bunun etrafında dolandığı açıkça görülmektedir. Peki, bu durumda
Türkiye açısından özgünlük olgusu neyi kapsamakta, neyi ifade etmekte ve bu
hususta yapılan tartışmalar hangi yöndedir; hangi nitelik ve niceliğe haizdir?
Bu konunun iş-çalışma hayatımızda yeri var mıdır? Eğer varsa, temel referans
noktaları nelerdir? Örneğin, düşünceye dayalı, felsefi veya bilimsel çalışmalar
yapılmış mıdır; yapıldıysa öncelikle yöneticiler ve moda deyişle liderler
bunlar hakkında bilgi ve donanıma sahip midirler? Bu ve benzeri sorulara net ve
samimi cevaplarımız yoksa, ya mevzuyu bir kenara bırakarak alışılmış distribütör kimliğimizle çalışma hayatına devam etmeliyiz
ya da araştırıp anlamalı ve akıl yürütümü yaparak ve acılarına hazır olarak
ileriye yönelik sıkı çalışmalıyız; zaten sıkı ve samimi çalışmayı içermeyen
vizyonlar tatlı masallardan öteye gitmezler!