İş-çalışma
hayatı, yaşamın alanlarından sadece biridir ve diğer alanlar ile etkileşim
içindedir. İnsan zihninin türetimleri, yetişme tarzımız, eğitim-öğretim,
öğrendiklerimiz, açıklamasını yapabildiğimiz veya yapamadığımız, kaynağı
tanımlı-tanımsız bilgiler, uygulamalarımız çok çeşitli sahalardan kısmen içinde
bulunduğumuz ve aynı zamanda kısmen dışarıdan bakabildiğimiz "ortamı"
belirleyici roller oynarlar. "Ortam" değişime açık bir karaktere
sahip olsa da, bireysel yaklaşımın şekillen(dir)me türü, içinde bulunduğumuz
realiteyi önemli ölçüde etkilediğinden duruşumuz "ortamın" niteliğini
belirleyicidir: Öz-ü-gürlükçü, bağnaz, tutucu, faydacı, taklitçi, bağışıklık
oluşturucu, korumacı vs. Ana çıkarım olarak insan aklının maddeye yönelik
bakışı, maddeden yaşama ve kendine bakışı veya her iki taraftan kendine ve
hayata bakışı vizyonu şekillendirici rol oynar. Bu bağlamda ikilem ortadadır ve
seçim sunulmuştur: Ya özgün oluşturma ya da kişiye arz edilen tablet çözümü –satın- alma. Birincisinin
maliyeti ve büyük problemler çıkarma ihtimali düşük iken, ikincisi pahalı ve
bünyeye uyum sağlama riski yüksektir. Bir üçüncü yol ise "işi gidişine
bırakma" semptomudur ki, oldukça yaygındır (bir şirketi ‘bakkal dükkânı’ gibi işletmek). Büyük ve
orta ölçekli şirketlerde yaygın olarak tercih edilen ikinci seçenektir. Bu
seçenekte, insan için "verilenin kabulü" ve "çerçevelenenin
mitosu" her ne kadar felsefi (klasik pozitivist) bir tarafı olsa da, zihni
işlevi donuklaştırma olasılığı yüksektir. Bu durumda, tablet çözüme teslimiyet kaçınılmazdır.
Sistemin oluşturulması aşamasında idealleştirmeler yapılır. Bir süre sonra
sistem doğal bir gelişimle kendine bağışıklık sahası oluşturur ve kendini
muhafaza altına alır. Bu da dogmalaşmaya, daha da risklisi tepeden inmeci
(jakoben) bir anlayışa ve dolayısıyla katı hiyerarşik-fonksiyonel bir
yapılanmaya yol açabilir. Bu tip sistemlerde düzen eleştirisi ve tartışma yap(a)mama,
sorunsalı öteleme ve özgün duruşlar sergilememe alışkanlıklara dönüşür.
Anadolu’nun
geniş havza kültürü, çekirdek anlam etkisi açısından diğer bazı kültürler gibi
(Amerikan, İngiliz, Alman, Hint, Çin vb.) baskın bir yapıya sahiptir. Baskın
karakterli kültürler, sahiplenicileri tarafından doğal olarak korumaya
alınırlar. Bu noktada önemli olan, sosyo-kültürel yapının önce kendi toplumuna
ve etki alanına, sonra da dünyaya özgün, aynı zamanda farklı "bir vizyon"
sunabilmesidir. Bu konuda son 30 yılda, özellikle gelişime ihtiyaç duyan ve
açık bir duruş sergileyen havzalarda kısmen atak yaptığımız ve o bölgelere
kısmi de olsa özgün değerler taşıdığımız; ancak kendi içimizde bunu o denli
verimli uygulamaya koyamadığımız gözlenmektedir. Kanımca, bunun başlıca nedeni,
kendi içimizde yukarıda teorik çerçevesini tanımlamaya çalıştığım tablet
çözümlere yönelmemiz, icra edilen modaya uygun "pompalamayı" öylece
kabullenmemiz ve özellikle "popülerleştirilmiş" akımların çekici
kıldığı unsurlara pratiğe yönelik öncelik ve fazlaca önem vermemizdir.
Öz-ü-gür ve kritikçi akıl, "işte yapılması
gerekenler" diye sunulan şeylere mesafeli durur. Böylelikle içinde
yaşadığı ortama, kültüre, topluma, dünyaya da uyumlu özgün ve öz-ü-gürleştirici
nitelikte, daha iyiye-gelişime yönelik varabilgiler sunabilir. Bu nedenle,
bilgiyi nereden ve ne şekilde alırsak alalım, bünyemize uygun ve özgün bir
tarzda değerlendirmemiz, kendimizden değer katarak yeniden üretmemiz yerinde ve
akılcı olacaktır. Bu bağlamda özgünlüğün mahiyetinin ne şekilde oluştuğu sorusu
önemlidir. Bu noktada bizi genelde yanıltan özgünlük kavramını unsurlar
çerçevesinde tanımlamaktır. Ama özgünlüğü oluşturan, ona nitelik hasreden
unsurlar değildir. Terkip ve uslûb özgünlüğün vasfını
belirler. Yani düşüncelerin kesitlerinin birleşimi veya bir araya getirilmesi
ile yapmadaki biçem, tarz bize has, özgü olanı ortaya
koymamızı ya da ortaya konanı anlamamızı ve anlamlandırmamızı sağlar. Bunu
beceremediğimiz müddetçe elimizdeki değerler manzumesini, o zengin çeşitlilik
arz eden mirası anlamamız ve ihya edebilmemiz mümkün olamayacaktır ki, içinde
bulunduğumuz genele hâkim durum budur. Peki, bu atıllığın yerine ikame
ettiğimiz üretimlerimiz var mıdır? Bu suale vereceğimiz cevap traji komik
mahiyete haiz bir evettir. Bu evet’in ilginç kapsayıcılığı ise “genel olarak,
genellikle” sözlükleri ile ifadesini bulmaktadır. Özgünlüğün anlaşılması onun
içeriğini oluşturan ciddiyet, samimiyet ve özgür düşünme yetisini keşfetmekten
geçer. Bunların temelini de, çatısını da tevazu yapılandırır (Ludwig
Wittgenstein’ın dediği gibi “özgünlük, alçak gönüllülüktür.”). Her ne kadar
özgünlüğü sıklıkla kendine has olan ve buna bağlı yenilenme olarak ifade etsek
de, onun özünde yatan doğal bireysellik ve sahici olmaktır. Ve bu sahicilik,
insanın, öğretim-eğitim ve deneyim yoluyla kendi doğasını keşfinin sonucunda
ortaya çıkan bir sahiciliktir. Diğer yandan özgünlük farkına varılmadan, birey
tarafından kökleri geçmişte olduğuna inanılan ve özlem duyulan yaşam tarzıdır.
Yani özgün olan mazide kalmıştır ve hatırlamakla yetinilmesi gereken bir
şeydir. Hiç bir şey eskisi gibi olamayacağı için bugünle idare etmek
zorunludur. Hâlbuki özgünlük ne düne ne de bugüne aittir; hatta zaman ile olan
ilişkisi onu ona benzetmiştir; yani o, zaman gibi anlaşılması zor bir özgürlüğe
haizdir: Soyutun özgürlüğü. Ama özgürlüğün kaybı; yenilenmenin
ve farklı olmanın mekânda aranmasına sebep olmaktadır; hem de yanlış yerlerde…
Yukarıda
belirlemeye çalıştığımız üzere, özgünlüğü en iyi tanımlayan çerçevenin
içeriğinde kısaca şunlar yer alır: İçtenlikle kendisi olmak için çabalamak ve
kaçınılmaz olan özdeşleşmede de kişinin kendini bünyesine uyan ve pratikte
verimli, bahusus değer ihtiva eden ile hemhâl kılmasıdır. Özgünlük konusu temel itibarıyla felsefi bir tartışmanın objesi olmakla
beraber, diğer yandan siyaset üzerinden sosyolojinin ve özelde de hümanizmin
başat mevzuları arasındadır. Mesela, yeni marksist okumalar incelendiğinde
özgünlüğün, kültürel yaşamın merkezinde bulunun bir dizi tutku ve ideali
kapsadığı çıkarımını yapabiliriz. Böyle bir yaklaşım tabii olarak; özgürlük,
özerklik, öz-gelişim, kimlik, kendini gerçekleştirme ve bilhassa bireysellik
gibi kavramları içermektedir. Bu söylem temel alındığında görülecek ilk husus,
marksist yaklaşımın başlıca tespitlerinden biri olan “yabancılaşma” tezidir ki,
belki burada hem bireyin kendisinin kendine ve çevresine olan yabancılaşması
(bir tür insani boşlukta sallanma hissi) hem de kendi ürettiği aletin-makinanın
ve onlarla ürettiklerinin vasıtasıyla yabancılaşan emek söz konusudur. Bu tez
felsefi yaklaşımın üzerinden siyasi iktisadın alanına uzanır. Ancak, bu
bağlamda diyalektiğin gereği olarak oluşturulan anti-tezlerin çözümleyiciliği
pratikte hangi getirileri ortaya koymuştur? Bu sorunun cevabı komünist
sistemin/sistemlerin eriştiği durumsallık ise, buna karşı öne sürülen re- ve
proaktif izahatlar asli konuyu başkaca mecralara taşımaktadır. Diğer yandan
liberalizmin talep ettiği bireysel özgürlük ile marksist yaklaşımın
bireyselleşmeyi hedef olarak ortaya koyması tuhaf ve kısmi bir çelişkidir:
Örneğin, komünün, yani topluluğun-cemaatin ve karşısında yer alan liberteryen,
özgür bireyin durumları liberal görüşte vurgulanan ilke iken; aynı şekilde
Marx’ın 1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları’nın
yeniden okumasına göre bireysellik Marksizm’in radikal hedeflerinden biridir ve
kolektivizme eşitlenemez. Tam
tersine, kolektivizm, kapitalist ekonomi ile liberal devletin hedefidir. Kısmi
paradoksun giderilmesini yine Marx’ın kritiğinde bulabiliriz: Kapitalist
ekonomi ve liberal devlet, bireyin çeşitliliğine göre değil,
kolektifleştirilmiş tek tip bireye göre üretim yapar. Kapitalizmin doğası
gereğidir bu; kolektifleştirilmiş tek tip bireye göre üretim, bireyin
çeşitliliğine göre üretimden daha ucuz ve daha karlıdır. Şimdi, bu durumda
marksist ideolojinin türetimi olan komünizmin pratiği neyin nesidir?... İnsanın
tamamen doğal olarak kendisi ve böylece insan doğasının da dünyevi hale gelmesi
olduğu şeklinde vurgulanan özgünlük kavramı, bu şekli ile pozitivist bir bakış
açısıyla açıkça indirgenmiş bir mevhum haline dönüştürülmüştür. Bireyselleşme,
birey olma bilinci mantıken bireyciliğin ve bu noktadan hareketle bencilliğin
dünyevi bir öne çıkış hadisesi olmuştur insan için. Bu sayede yabancılaşma;
dumurlaşma-mankurtlaşma ile durgunluğa, vahşet ile tahrip edici keşmekeşe
evirilmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder