22 Şubat 2015 Pazar

Yitik Özgünlüğü Aramak-2

Marksist hümanizmin tezine göre özgünlüğü yok eden, insanların büyük çoğunluğunu hepten ruhsuz olarak gören burjuva sınıfının elit ve seçkinci hümanizmidir. Ama buna karşın marksist hümanizm, insanın gerek kendi doğasıyla ve gerekse diğer insanlarla kendisi arasındaki yabancılaştırmayı ortadan kaldırmayı hedefleyen bir hümanizmdir. Bu ideal-hedef, “El Yazmaları”ndaki komünizm hayalidir. Bu arzu, bireyselliğin yutulmadığı ve feda edilmediği, tersine bütünüyle geliştirildiği ve açıkça ifade edildiği ideal bir topluluk rüyasıdır. Bu hayalin oluşmasına yol açan süreç; kendi olma, kendilik probleminin çözümüne yönelik bir idealin-ütopyanın adıdır. Kendilik sorunu, bilindiği gibi felsefenin, orada da ağırlıkla ontolojinin bir temasıdır. Bir şeyin, ontolojik bir sorun olması demek, o şeyin, sorun olmasını sağlayan nedenin, o şeye içkin olması, o şeyin kendi varlığından gelmesi demektir. Dolayısıyla bu bağlamda kendi olmak problemi, kişinin kendi varoluşu ve kendi yönelimi bağlamında irdelenir. Ama marksist hümanizm, kendilik sorunu üzerinden yabancılaşma olgusunu ontolojik bir problem olarak değil, tarihsel ve toplumsal bir problem olarak görmektedir. Onu oluşturan siyasal ve toplumsal tahakkümdür. Bundan dolayı o tarihsel bir sorunun sonucudur. Kendisi olma, kendini gerçekleştirme politik ve toplumsal nedenlerle kesintiye uğramış ve kendilik kendine yabancılaşmaya dönüşmüştür. İnsanın kendisi olmasını, yani doğal benliğini tehdit edip yutan, toplumsal benliğidir. Bunun neticesinde insan, toplumun ona biçtiği rolü oynamak zorundadır ve bu tekdüzelik onu yabancılaştırarak özgünlükten yoksun bırakır; özgünlüğü tahrip eder. Bu durumda insan açısından tarihin ve tarihsel gelişimin ve bunlara bağlı toplumsal gelişimin doğru okumasını yapmak, yabancılaşma probleminden çıkışın çözümü için öncelikli koşuldur. 1
Marksist yaklaşımda diyalektik materyalist yöntem, tarihi ve toplumu, politikanın yanı sıra sosyal felsefenin konjonktürel olarak birbirleri ile yer değiştirebilen nesneleri olarak ele almakta, nesnelerin oluşturduğu fikrin bu bağlamda burjuvanın marifetiyle yaratılan yabancılaşma olgusunu ortaya çıkardığını, bunun da özgünlük probleminin kaynağı olduğunu öne sürmektedir. Bu türden bir maddeci odaklanmada tarih başroldeki aktör, toplum ise yardımcı oyuncudur; ama bazen başrolü kapan bir yardımcı aktör. Yeni marksist okumalarda yöntem her ne kadar felsefi bağlamda değil de, bilimsel bir yaklaşım iddiası olarak ele alınsa da, bununla birlikte bilimsel olma konumlandırması aslında yöntemin tabanını zayıflatmaktadır. Buna ilaveten doğanın okumasının da bu temellendirme üzerinden yapılması durumu daha da hayalî hale getirmektedir. Dolayısıyla, özgünlük olgusuna marksist yaklaşım bazı soru işaretlerinin doğmasına neden olmaktadır. Zira sosyal-beşeri bilimlerin, doğa (temel-deneysel) bilimleri ile analojiler kurarak veya esinlenme ile oluşturduğu metaforik yaklaşımların ortaya koyduğu çıkarımlar, pozitif olma durumuna haiz olmadıkları için sosyal-beşeri bilimselliği sözde (kavramsal) kılmaktadır. Ne insan ne de ona dair zihni ve mental yaratımlar (nöro bağlantı istisna) laboratuvar konusu yapılamazlar. İnsana, topluma veya tarihe dair ölçümler dar kalıplar içinde kalmaya mahkûmdurlar; ayrıca koşullar doğa bilimlerdekine nazaran aşırı değişkendir. Sosyaldeki bu aşırı değişkenlik belirli kalıplara birebir bağlamda sokulmaya çalışıldığında baskılama oluşur ve sorunlara yol açar. Sosyalin kesinliği keskin kılıçtır. Bundan dolayı, insan şiddete maruz kalır. Bu durumda sosyal-beşeri alanlarda kesinlik veya sabitelerden söz etmek abartılı olacaktır, hatta gerçekliklerden uzak!
Yukarıda bahsettiğimiz görüşlerin bugün için de geçerli olduğunu belirtmek yerinde olacaktır, çünkü bahusus insan beynine ilişkin yapılan araştırmalar iki ana alan açısından ortak bir zemini oluşturabilecek potansiyele dair işaretler vermektedir: Kesinliğe eğilimin düşünce bazında beyinde kondisyonlara yol açması ve bu durumun bireyden toplumsala açılımında totaliter davranışların mütehakkim karakter arz etmesi.  Diğer yandan; marksist hümanizmin bireyi öncelleyen tutumunun topluluk fikrine uzanması bir tür hayali köprülemedir. Eğer söz konusu bireysellik ise, birçok durumda bireyin topluluk ile ilişkisi sürüyle karşıtlığı bir arada barındıracaktır. Hele ki bireyin özgünlüğü hususunda kendini gerçekleştirme olgusu, topluluk fikrinden tamamen kopuk anları sıklıkla yaşamak zorundadır. Kavramsallaştırmadaki sıkıntıların yanı sıra, Marksizm’in tarihi bir bütün olarak doğa yasaları gibi gelişen bir süreçsel olgu olarak tanımlaması veya tarihi ve toplum yaşamının gelişiminde belirli sabitelere atıf yapması, kritikçi aklın irdeleyici ve çok yönlü yaklaşımları açısından oldukça problemli bir durumdur. Tarih üzerinden insanın ve toplumun gelişimini belirleyici çıkarımlar yapmak ve buna göre tahminler, hatta kehanetler de bulunmak marksist yaklaşımı bir nevi “batıl inanç” seviyesine indirgemekle malul kılmaktadır. Kapitalizmin sonlanışı tezinin anlatımındaki o cezbedici diyalektik ve retorik, insan zihninde sanki adeta bir vahiy okumasının görüntüsünü, duygusunu yaratmaktadır. Karl R. Popper’in vurguladığı gibi; “…bu tarihsici peygamberane/kâhince (Alm. historizistische Prophezeiung) bir yaklaşım”dır. Ve daha da itham edici ifade; “tarihsiciliğin sefil olmasının yanı sıra batıl bir inanç” olduğunun da öne sürülmesidir.2
            Özgünlüğe ilişkin incelemelerde ve tartışmalarda çekirdek konunun düşünce olgusu olduğu ve meselenin tüm yanlarıyla bunun etrafında dolandığı açıkça görülmektedir. Peki, bu durumda Türkiye açısından özgünlük olgusu neyi kapsamakta, neyi ifade etmekte ve bu hususta yapılan tartışmalar hangi yöndedir; hangi nitelik ve niceliğe haizdir? Bu konunun iş-çalışma hayatımızda yeri var mıdır? Eğer varsa, temel referans noktaları nelerdir? Örneğin, düşünceye dayalı, felsefi veya bilimsel çalışmalar yapılmış mıdır; yapıldıysa öncelikle yöneticiler ve moda deyişle liderler bunlar hakkında bilgi ve donanıma sahip midirler? Bu ve benzeri sorulara net ve samimi cevaplarımız yoksa, ya mevzuyu bir kenara bırakarak alışılmış distribütör kimliğimizle çalışma hayatına devam etmeliyiz ya da araştırıp anlamalı ve akıl yürütümü yaparak ve acılarına hazır olarak ileriye yönelik sıkı çalışmalıyız; zaten sıkı ve samimi çalışmayı içermeyen vizyonlar tatlı masallardan öteye gitmezler!

1  Marshall Berman: The Politics of Authenticity: Radical Individualism and the Emergence of Modern Society.

2 Karl R. Popper: “Das Elend des Historizismus”, “Die offene Gesellschaft und ihre Feinde”.


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...