Terbiyenin yönlendirmediği eğitim-öğretim
insan zihninde dengesiz düşüncelerin, hatta bundan hareketle bazı hususlarda
dünya görüşlerinin darlaşmasına yol açmasına ve dogmatik saplantıların
oluşmasına sebebiyet vermektedir. Mesela son 30-40 yılın başat konularından
biri olan “çevrecilik” dahilindeki pek çok sorun terbiyenin alanına girdiği
halde, tersinden okumalarla meselenin salt eğitime dayandırılması
kifayetsizliğin göstergelerinden başka bir şey değildir. Aynı şekilde yine
çevreyle bağlantılı olan insanın tüketime yönelik eylemlerinde şuurlu olmasını
vazeden ‘felsefi’ vurgulamalar da, eğitimin dar çerçevesine indirgenerek
sıkıştırıldığı için tatmin edici sonuçlar elde edilmesinden uzakta kalmamıza
neden olmaktadır. Halbuki terbiye ile insana gösterilmeye çalışılan edim bir
taraftan bilinçli tüketim olarak lanse edilen ama aynı çemberin içinde sürekli
daha fazla israfa iten ve ekonomik realite olarak empoze edilen çarpık büyüme-kalkınma
sistematiği değil, şuurlu bir şekilde uygun ve yeterli yararlanmadır. Şuurlu
faydalanma yalnızca erinç sağlamaya yönelik değildir; aynı zamanda anlam
oluşturmak suretiyle değer(leri) inşa etmektir. Burada popüler anlamda
pompalanan bir takım pozitif yüklemli, bireyci değer olgusundan veya bilimsel
manada problemli olan “değer yargısına” işaret eden konudan söz etmiyoruz; bahsettiğimiz
husus basit anlamda insanın kadimden bu yana ortak belirli hususlarda
mutabakata vardığı insani-toplumsal değer kavramı ile alakalıdır.
Terbiye çok yönlü okumanın, yani öğrenme ve
anlama ile geliştirmenin ve bunlara dair temeller üzerinden fikirler üretmenin
yolunu-yordamını, yani usüllerini ortaya koyar. Peki; eğitim-öğretim ile
kısıtlanan dünyanın sunduğu nedir? En basitinden “şu şey” bilimseldir veya
değildir ifadesinin çıkarımını dahi okuyamayan, araştırmanın mantığı hakkında
söyleyecek sözü olmayan ve dahi bilimin hangi sınırlar içinde hangi
yollar-yöntemlerle her zaman için yanlışlanabilir teoriler aracılığıyla bize
uygulamaya yönelik ama kesinlik arz etmeyen ‘geçici’ ve değişebilir model
imkanlar sunduğunu ve bilimin bilgi edinimindeki yollardan sadece birisi (ama
önemli birisi) olduğunu bilmeyen, bilim
dendiğinde yalnızca pozitivist yaklaşımı algılayan ve bu vehimde oyalanan onca
“okumuş-yazmış ve eğitimli” insan çevremizde ahkam kesip bu türden hükümler ön
yargılarla çerçevelenmiş iken; sözün bittiği yerdeyiz demektir. Yüzeysel veya
derin, hangi türden bilgi olursa olsun; aktarımı ve alınışı kişinin algıladığı
veya anladığı kadardır. Süzgeçten geçip kalan ise çoğunlukla bilgi
kırıntılarının oluşturduğu ve yaşamı ‘idare ettirmemizi” sağlayan intibalardır.
İnsan etraflıca tefekkür etmeden, akıl yürütmeden koşulların yönlendirmesiyle
hareket ettiği sürece içinde bulunduğu hakim olan mevcut düzeni ve sistemi
muhafazaya yönelik getiriye odaklı piyasaya sürülen ve devredilen malul
fikirlerden müteşekkil paket programlarla şekillendirilir. Ve biçimsel açıdan
hangi türden olursa olsun -az veya çok adil olmasından bağımsız- düzen-sistem
bileşkesinin ağırlık noktalarından belki de en önemlisi maddi-manevi sömürüye
dayalı olmasıdır. Sömürü de geniş meyanda ‘politikanın türetimlerinde’, yani politikanın tüm süreçlerinde (İng. polity)
ihtivasını (İng. politics) ortaya koyarak görünür yapılanmasının (İng. policy)
çatı düzeninden neşet eder. Askeri güç, ekonomi, teknolojik gelişim vb. tüm
niyet ve aksiyonlar politiktir ve amaçlarla paralel belirlenen hedefler ve
kapsayıcı stratejiyi üreten politik akıldır. Modernite ile birlikte önce
felsefi daha sonra ise bilimsel araçlandırma öteki(leri)ni galebe çalarak geniş
kapsamlı sömürü vasıtasıyla kaynak sağlamaya yöneliktir. A. Smith’in de dediği
gibi “… zengin ülkeler için sömürgecilik, girişebilecekleri en iyi iştir.”1
‘Modern’ eğitimin tarihi çeşitli
eleştirilere ve yapılan reformlara rağmen tatmin edici olmaktan uzaktır:
bahusus teknik öğretim ve eğitim güncel gelişmelerin gerisinde kalmaktadır, çok
yönlü ve bütünsel düşünebilme yeteneği dogmatik didaktik anlayışların
baskınlığı nedeniyle kısıtlanmaktadır, analitik düşünme çoğunlukla az sayıda
alana sıkıştırılmaktadır. Entelektüel yaklaşım fikri yönetme arzusu ön plana
geçtiğinden (liderlik efsanelerinin ön plana alınması gibi ranta dayalı
kandırmacı sebeplerin bunda küçümsenmeyecek payı vardır) ihtimallerin göz önüne
alınmamasına ve tembelliğe yol açmaktadır; yöntem bilim ve
anlamlandırma-yorumlama bilgisi adeta es geçilmekte, kritikçi-akılcı metodlarla
yaklaşımların yerine ikame edilen verilenin kabulüne yönelik kolaycılık ve
popülerlik sunan, ama içi boş faktörler ön plana çıkmaktadır. Genel kültür
bilgisinin önemi adeta unutulmuştur, sömürüye dayalı her şeyi tüketilmeye
elverişli kaynak olarak gören anlayışın oluşturduğu sistem ve düzenin
oluşturduğu ‘insan resmi’ tabii görülerek her türlü vahşete kadar sürükleyen “insan-merkez
ve çevre” kandırmacılığı insana insan olma ereğini kaybettirmiştir. Kapitalist
sistemin aceleci ve karışık düzeninde insan geçici haz ve konforu, anlık keyfi
mutluluk zannetmektedir. Bu türden aldanışlar, alete ve araca bağımlı tüketim
alışkanlığı türünden vücudu sarmalayan virüslere bağışıklık kazanıldıkça, maddi
ve hatta manevi arzular kurgusal metaya dönüşmüştür; insan adeta yeni sandığı
mikropların arayışına, bunun içinde farkına varamadığı kaosun kucağına
düşmüştür. Halbuki insan yaratılışındaki hali dünyada tekrar kazanma seçeneğine
sahiptir; (“…gerçek şu ki biz insanı en
güzel şekilde yaratırız. Ve sonra onu
aşağıların en aşağısına indiririz.” Kur’an-ı Kerim, 95/4-5).
Sistemin ustalıkla ürettiği hususlardan
biri de siyaseti ve tarihi soyutlama yoluyla insanı ‘gizemli metafiziğe’
meylettirmesi ve bu sayede dogmatik tarihsici yaklaşımı yöntemselleştirmesidir.
Bu meyanda -misalen- siyaset ile ırkçı retoriğe yöneltilerek üstün ırkların
diğerlerini sömürmesi, tarihsicilik ile ise bunun tarihin akışı içinde normal
olduğu hissi takdim, hatta empoze edilmektedir. Bu iki unsur, bazı toplumsal
katmanları potansiyelleri nisbetinde anılan metafizik mahiyetli vazifeyi yerine
getirmek için, gücün hükümranlığını ve ona çok yönlü ve yer değiştirilebilir
olarak alet edilen bilginin ve nihayetinde modernitenin üreticisi bilimin
aracılığıyla somut hemen her şey üzerinde tahakküme vesile kılmıştır. Bununla
birlikte çekirdeğinde edebin, güzel ahlakın ve erdemin yer aldığı terbiyenin
sömürüye ve tahakküme karşı oluşturduğu bilinçli önleyici, sınırlandırıcı ve
haddini bilmeye yönelik pratik öğretileri ve ‘hal ilmi’, arsızlaştırılan
eğitim-öğretimin sınır tanımazlığı ile bastırılmıştır. Meta şuura galebe
çalmıştır.
Bilginin olmadığı yerde terbiyeden söz
etmek nasıl olası değilse, aynı şekilde eğitim ve öğretimden de bahsetmek
mümkün değildir. Ama her iki halde de somutu belirleyen iki önemli öğe rol
oynamaktadır: birincisinde manevi, ikincisinde maddi yaklaşım. Burada ortak
unsur, her iki halde de tarafların kendi açılarından mühim saydıkları beklenti
olan getiri gerçekliğidir; getiri ise yönelimlere paralel olarak manevi veya
maddi niteliklidir. Veya niceliklidir! Bilgi gerek felsefenin gerekse bilimin
temel taşıdır, aynı zamanda çatısı; hatta yapının bizzat kendisi. İnsanlık
tarihindeki gelişimde bilgi iki ana yolda zemin bulmuştur: aşkın
(transandantal) bilgi -ki metafizik ve felsefe bu yolun kollarıdır- ve bilimsel
bilgi (enstrümental) -ki modernleşme ve teknoloji bunun ürünleridir-. Her iki
bilgi yolunu kapsayan ana çatıyı ise ‘ilim’ olarak adlandırıyorum (her ne kadar
kültür havzamızda ilim ile bilim arasında bazen ayırım yapılmasa da; ya da tam
tersine biriyle dini-manevi, diğeriyle dünyevi bilgi kastedilerek tümsel bir
ayrıma gidilse de). Söz konusu ilim-bilim üzerine bir mevzu ise bu husus çok
sayıda alt başlıklar ve girift konular barındırsa da, burada konumuzun esası
bilgi ile terbiye arasındaki bağlantıdır.
Eğitimin ve öğretimin soruna evrilmesi
bilginin sınırları belirlenemeyen bir güç olmasının farkına varılması ile
tezahür eder. Terbiyenin edebe ve görgüye dair kodlarını ve ‘hudutlarını bilme’
yönü insana sunulan tercih ile yakından, hatta en öncelikli derecede
ilişkilidir. Şöyle ki; insan için bilgi ya hakikati bilme, ona yaklaşma yolunda
bir vesiledir ya da sırf dünyevi arzu ve isteklere kavuşmak, yani maddi amaçlar
için uygun bir vasıtadır. Buradan neşet eden sualin cevabı kişinin samimiyetine
kalmıştır: gerçekte problemin çekirdeği bilginin araçsallaştırılmasında değil;
ne için, ne şekilde ve nasıl aygıt kılındığı ve erişimin sonuçlarında
yatmaktadır. Basit şekliyle sonuç(lar) ve ona götüren süreçler herkes ve her
şey için iyi midir yoksa kötü müdür? İşte tam da bu noktada insan evladının
yaşamı süresince pek çok konuda başvurduğu bir gerekçe -bazen de bir bahane- ve
ona dair söylem, temellendirme devreye girer: meşruiyet ve buna dayanarak haklılığın
sunumu. Ancak işin içine bilginin araçsallığı girince meşruiyetin sorgulanması
-bir yönüyle- kaçınılmaz olmaktadır ve bu durakta can alıcı soru şudur: kendini
kainatın merkezinde konumlandıran insan nihai olarak ve genel manada
olabildiğince hakikate ve kendini tanımaya mı yoksa meşruiyete mi yönelmiştir;
ilgisi, arayışı hakikate mi dairdir, yoksa meşruiyete mi? Diğer bir deyişle;
birey alet yapan insan mı (homo faber)
veyahut tanımlayıcı insan mıdır (homo depictor)?
1 Adam Smith, Reichtum der
Nationen, Anaconda, 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder