22 Kasım 2016 Salı

Kayıp Terbiyeyi Aramak: Piyasalaştırılan Eğitimin Kritiği-2

Terbiye güzel ahlakın inşası üzerinden edep ve erdemi tanımlar ve şekillendirir. Erdem kudret ihtiva eden çeşitli kalitelerin bileşkesidir. Ancak erdemden neşet eden güç etraflı anlamaya, tanımaya, düşünmeye, sorumluluğa ve bundan hareketle anlamlı öz(ü)gürlüğe dayanır; modernite ile zirve yapan pragmatik bilginin insana sağladığı hor ve gelişigüzel kullanılan güç ve  buna isnat edilen yapay, parçalanmış özgürlük ile herhangi bir benzerliği yoktur. Pragmatik güç anlayışı -diğer tabirle makyevelist algıla(t)ma- Yeni Ahit’te yer alan ‘Romalılara Mektuplar’daki 7. bölümün 14-25. tümcelerinden kotarılan ve bunun üzerinden batı uygarlığının geliştirdiği reel politiğin dayandığı Paulus’un “… içimde, yani benliğimde iyi bir şey bulunmadığını biliyorum. İçimde iyiyi yapmaya istek var, ama güç yok. İstediğim iyi şeyi yapmıyorum, istemediğim kötü şeyi yapıyorum. İstemediğimi yapıyorsam, bunu yapan artık ben değil, içimde yaşayan günahtır…1 şeklindeki sözlerinden esinlenerek zenginleştirilip biçimlendirilmiştir. Çok kere yazıldığı, söylendiği gibi eski Yunan ve Roma üzerinden rönesans-reform-aydınlanma üçlemesiyle birlikte günümüz batı uygarlığını biçimlendirdiği iddia edilen (nedense ‘derin’ Alman kültür havzasının felsefesine dayalı Avrupa düşün şablonları es geçilir)  “modern bilim” (ne demekse!), dini referansları tamamen bir kenara atan ve kiliseyi ve bununla bitiştirilmiş “pagan tanrı-lar” sanrısını rafa kaldıran bir dünyeviliği toplumlaştıran olgular kümesi değildir. Aksine temel kurumlarını kilisevari hiyerarşik bir yapıyla düzenleyen (özellikle eğitim-öğretim alanı), teolojiden ürettiği öğretileri, hurafeleri metafiziğin rafına kaldıran ve bunları uygun konjonktürde kapitalist yaklaşım ve onun şemsiyesi emperyalist amaçlarla araçsallaştırmak suretiyle ranta dönüştüren sistematik bir yapılanmadır: klasik ve seküler binyılcılık (İng. Millenarianism), astroloji, büyücülük, falcılık, cincilik, kâhinler, medyumlar, kabala, kutsal kase, mesihçilik, new-age akımlar, şeytan tasvirlerine dayalı düalist dünya görüşü, vampirler, zombiler, post modernist bilimcilik vs. Bir tarafta dünyayı sarmalayan post modernist saçmalıkların yol açtığı muhtelif yobazlık ve fanatiklik türleri (dinci, etnik, ırkçı, bilimci, ideolojik vb.) diğer yanda genel olarak geçimsiz, ama silahlanma alanında ortaklaşa çalışan eski endüstri ve yeni ince teknoloji; tüm bunlar oluşturulan büyük kaosu yöneteceği iddiası ve zannı içinde bazı kişileri ve grupları zalim katliamlardan kıyımlara, fakirleştirmeden açlığa, temiz olanı olabildiğince kirleterek fazlalık ve gereksiz görülenleri zehirleyerek yok etmeye adanmışlardır. Ve bütün bunlar insanlık tarihinde zirveye ulaştığı abartılı bir övünçle vurgulanan eğitim-öğretim çağında yaşanmaktadır!
Terbiyenin işlediği bilginin dayandığı ağırlık noktalarındaki yöntemlerin esası iyilik ve güzellik ile ilgilidir -‘usûl esasa mukaddemdir’ (yöntem asıldan önceldir) düsturu da bu nedenle önemlidir-; ama bu iyiliği ve güzelliği elde etmede araçların da meşru olması şarttır ve yöntemlerde lüzumsuz malumatın bulunması malayanidir hatta bazen batıl da olabilir. İşte tam da bundan dolayı terbiye tüm yönleriyle somuttur ve her zaman için fiiliyata yöneliktir. Fiile dökülmeyen bir fikir terbiyenin asliyetini değil, soyut yansımasını tebliğ eder; yani sözde kalır: tebliğ önemlidir ama temsil olmadıkça  olgunlaşamaz ve hakikate dönüşemez; hatta gerçekliği dahi insan açısından sorgulanırdır. Mesela bir Süleymaniye camii veya benzeri eserler hem yarar sağlayıcı hem de konumlanması itibariyle insan gözünün estetiği ve üzerinde tefekkür edilebilecek çok yönlü bir abide olması açısından anlamlıdır; ama buna karşın günümüz mimarisindeki pek çok yapı yararlı olabilir iken insan için dışsal ve içsel olarak iticidir (plaza sendromu); yani gerçekliği dahi eksik değer ihtiva eder. Nasıl ki zamanında kentin köyü gerek madde gerekse mana yönünde çarpıklaştırmış, buna karşın son altmış yılda köyler de şehirleri adeta intikam alırcasına işgal ve talan etmiş ise, terbiyenin yitirildiği mekan ve zaman uzamlarında insan evladının eğitim-öğretimle sağladığı erişimler de değersiz olurlar. Fayda sağlayabilen fakat anlamını yitirmiş bir şeyin toplumsal-bireysel/insani değer içermediği gibi.
Terbiye açısından aşama kişinin içselinden dışsalına doğrudur ve burada dışsal bireyden ayrı bir olgu değil, dışsalı güzelleştiren edimdir. Terbiyede çevrenin yerine kişinin dünyası vardır; fıtratında insan ve çevre diye bir ayrım yoktur.  İnsanı merkeze oturtmaz, zira bu insanın gelişim potansiyeline indirilen bir darbedir ve güzel ahlakın şiarına aykırıdır. Terbiyenin öğreticiliği olabildiğince akıl ve his dengesinde edinilen bilgiyi, mutlak surette tefekkür üzerinden ihtimalleri de değerlendirerek vakaların esasına, olabildiğince künhüne vakıf olmaya dayanır. Bundandır ki algılama tetkik yoluyla anlamaya dönüştürülür ve bundan da anlama vesilesiyle öğrenmenin deryasına dalınır. Çünkü terbiyenin eğiticiliği ve öğreticiliği -ayrılmaz bir bütün şeklinde- kişinin hakka ve hakikate yaklaşmasını gaye olarak ortaya koyar; bu meyanda körü körüne inanmayı değil sorgulamayı vaz’ eder. Sorgulama düşünmenin ve akıl yürütmenin ana unsurlarından olup, terbiyenin edep yönüyle suskunluğudur.
Terbiyenin üst başlık halinde tezahür etmediği eğitim-öğrenim işlevi ‘atık’ üretir; Saul Lieberman’ın vurguladığı gibi “çöp çöptür ve öğrenim çöpün tarihidir”.2 ‘Öz’ün unutulduğu yaşamda insana bahşedilen bilgi her hâlükârda kişinin asgari ihtiyaçlarına yetecek kadar değere haizdir. Yani önemli olan kişi açısından bilginin niceliği değil niteliğidir. Ama her durumda insan özüne dair esansın farkında olmalıdır. Zira öz yaratılışı itibariyle yozlaşmaz, ne yapay bir kimliğe, ne cinse ne de bilinen sınırlamalara tabi değildir. Ondan neşet eden esansı isteyen misk-i ambere isteyen de lağıma çevirebilir; ‘ameller niyetlere göredir’ (hadis-i şerif). Tam da bu nedenle terbiyenin odağında niyetlerin keşfi, onların güzel ahlak ve erdemlerle donatılması ana fikri yatar. Yeniçağla birlikte gelişen ve günümüzde de çeşitli biçimlerde tezahür ederek süre gelen medeniyet tasavvuru, gerçek manada ‘niyet’ yerine hedef olgusunu ikame ederek insanı kısır bir döngünün girdabında üzerinden getiriler elde edilen ve içinde parça parça eritildiği kaynaklar potasına devşirmiştir.
Terbiyenin oluşturduğu niyet, güzel ahlakı ve bundan hareketle edep ile ondan neşet eden erdemleri içerir. İnsana bahşedilen hakiki terbiyenin asli kaynağı aşkın olandan, yani ‘Rabb’dandır (terbiye ediciden). Celaleddin Rumi bunu şöyle ifade eder: “Kişinin edepten yana nasibi yoksa âdem (insan) değildir. İnsan ile hayvan arasındaki esas fark, edeptir. Aç da gözünü bak cümle Kelamullaha! Ayet ayet Kur’anın tüm anlamı edeptir…3 Hz. Ali’nin de dediği gibi “en güzel edep, güzel ahlaktır.4 İmdi, madalyonun bir yüzünde manevi bağlamda bu bakış açısı dururken, diğer yüzünde bahse konu güzelliğin insanda içkin olup olmadığı sualinin cevabı bulunur ki bu da basit haliyle üç tarz-ı cevaptır: olumlu, olumsuz veya yansız (ya farkında olamamaktan -yani uyanmamaktan(!)- ya da umursamazlıktan). Daha önce bahsettiğimiz ‘öz’de güzel ahlaka dair ‘iz’ baştan beri vardır, ancak maddi olanda -yani dünyada- bunu insana hatırlatan unsur terbiyedir ki, bu hususta seçim kişiye bırakılmıştır: ya düz bir yaklaşımla insan nefsani olarak düşünüp hareket edecektir ya da terbiye aracılığıyla özündeki letafete yaklaşacaktır. Kuşkusuz zor olan ikincisidir; zira zor olanın inşası zahmetlidir, yıkmak ise kolay. Ama diğer yönüyle ahlak yüksek nitelikli bir duyudur ve tabii anlamda adeta gönlün yasası olarak vicdanın kendisine bizatihi içkindir.
Kişi kendini bedenli oluşu ile özdeşleştiriyorsa beşer vasfından öteye gidemez. Beşer nefsi benliği temsil eder. Nefsi benlik veya diğer bir deyişle ‘ben’ varoluşunu ihtiyaçlarını da aşan bir biçimde sürdürmeyi amaç edinir ve bunu alışkanlık haline getirir. Adeta bunun dışında başka gaye gütmez. Bu bağlamda nefsi benliğin buyruğu altındaki beşer, ihtiras ve hükmetme tutkusu ile yol verdiği meşruiyeti hak ve hakikatin yerine ikame eder; daha da kötüsü böyle bir zannın da içine sürüklenir. İhtiras bireyin edimlerini motive edici unsur olarak onun hedeflerini olabildiğince büyüterek ve alanını genişleterek arzu, heva ve heveslerini ve nihayetinde amellerini meşru kılıcı araç olarak addedilir. Bu nedenle, beşerin yürütüme soktuğu hemen her şey ahlaki zemine oturtulmuş olur. Bu arada esas mesele hak ve hakikat ile meşruiyetin kişi tarafından aynileştirilmesidir. Dikkat edilecek olursa, beşer bencilliği için pek çok konuda ‘minareyi kılıfına uydurarak’ sürekli haklılığını öne sürerek sonuna kadar atak bir tutum sergiler. Bu gibi durumlarda bireyin tecrübe ettiği yaşantılar gerçekten tuhaftır, zira iddia edip sığındığı meşruiyet sığınağının haktan türeyen hukuk kavramı çerçevesinde yasal olarak kabul edilmesidir. Halbuki pek çok kereler meşruiyet biçilenlerin kendisi bizzat gayri meşrudur ki, bu da kişinin içine saplandığı kibrin ve batılın bataklığıdır.
Yaşamda insan mefhumundan söz ederken eğitim-öğretimin bize hitaben ortaya koyduğu anlatıların çoğunluğu öğretilenden unuttuklarımızdan arta kalan bilgi kırıntılarıdır. Bunun başlıca sebebi ise verilenin kabulünü peşin olarak koşullayan empoze edici zihniyetin, hafızamızın yüzeyine yönelik olması ve mana açısından yoksul, tutkulu maddeciliğidir. Bundan dolayı bizler insan olmaktan bahsederken esas kastımız bedenlilik ile (son derece) sınırlı olan nefsi benlik ya da diğer bir deyişle ‘ben’ olarak adlandırdığımız sanımızdır. Halbuki insana yaratılışında bahşedilen tefekkür potansiyeli gerçek anlamda ve tekraren, beşer mevkisine indirgenen ‘ben’in ‘insan’ olma mesuliyetine uyanmasına vesiledir. Bu uyanma süreci birey için çeşitli usullerle donatılmış bir yoldur ve önce insan olmanın, sonra ise kemalatın seyahati için bir araçtır. Bu yol kendini tanımanın yolu olmasının yanı sıra Rabb’ini bilmeyi öğrenmesinin de yoludur ve bu yoldaki yordam ve usül insana gerek içselinde gerekse dışsalında hakikati gösteren, bildiren ve yaşatan terbiyeden neşet eder.
Terbiyedeki başat gaye, beşeri nefsi sanrı benliğinden arındırarak önce vicdan olgusunu kavramasını, bununla birlikte ahlakiliği ortaya koyarak kişiyi yalın yaşamın içine katarak varoluşunun hakikatiyle insan mertebesine terfi etmesini sağlamaktır. Burada ahlak ile işaret ettiğimiz, ondan türetilen felsefi biçem -yani etik- değildir. Çünkü felsefe ve/veya bilimden farklı olarak ahlaka dair asli öğeler, hukuka mündemiç kurallar ve kanunlar gibi olaylardan çıkarımlanamaz. Ahlak, dindışı, dünyevi veya vakalara dayandırılarak açılımı yapılabilecek bir kavram değildir. Kant’ın da vurguladığı üzere ahlak insanın içselinde kök salan ve hayranlık uyandıran bir husustur.5 Bundandır ki ahlak köken olarak eşyanın fıtratındadır ve bu sebeple ahlakın ontolojik yönü her zaman ön planda yer alır. Modernitenin öne çıkardığı eğitim-öğretim olgusu da ağır basan epistemik karakteri dolayısıyla, yaşamı ve varoluşu öncelleyen terbiye karşısında bireyi insan yapan güzel ahlakın yaşanır kılınması ve olumlu katkısına nazaran geri planda kalır.
Terbiyenin bilgiye dair durumu eğitim-öğretime göre farklıdır. En belirgin fark işlevsellik ile alakalıdır. Gerek okul gerekse iş yaşamı ve diğer hayat sahalarında bize sunulan şekillendirici bilgi -bilişsel veya deneysel- zuhur edenlerle ilgilidir ve okumalarımız bilinenler üzerinden yapılan yorumlarla -bazen ikisi de birbirine karışarak- sınırlıdır. Bu sınırlılık bilginin bizzat kendisinden maada bizim gayret, öğrenme ve yönetebilme yeteneğimiz ve diğer dış koşullarla bağlantılı olup, hattı zatında bilgi ve malumat “imkan-ı alem” olan bu dünyada çokluk içinde neredeyse sonsuz sayıdadır. Ancak bilgiler üzerinde(n) düşünen kişinin bir araya getirmesi olanaklı olmadığı gibi, içine düşülen vaziyet dağınıklık ve karmaşadan başka bir şey değildir.
Bahusus 19. Yy.dan itibaren çeşitli şekillerde yenilenmelere tabi tutularak gelişen eğitim-öğretim tabana yayılan bir tutunmayı başarsa da dikkat çeken husus ondaki formelliktir. Günümüzde bizlerle paylaşıldığı şekliyle bilim atom altı bilgilere varan mesafe kaydetse de, bilgi görünen veya ‘gösterilenin’ ötesine geçememektedir. Bunun dışında post modernist akımlar aracılığıyla bilimsel olarak sunulan pek çok bilginin de popülerlik ve para uğruna toplumlara nasıl pompalandığı ve yapılan ahlaksızlıkların hangi düzeye çıktığı da açıklıkla gösterilmiştir.6   
Günümüzde çocukluklarını yaşayamadan okul öncesinde bahse konu formel eğitim-öğretime sarmalına uyumlanan bireyler açısından sistemin diğer tuhaf bir özelliği süreklilik arz etmemesi ve güncele paralel seyretmemesidir. Çeşitli normlarla çitlenen insan evladı bir noktada görünenin-gösterilenin ötesine geçemeyen, derinliğe inemeyen bu sistem içinde uğraşmayı bir kenara bırakır. Mevki, makam, para, sosyal statü, konfor vs. ile bunların getirdiği zorunluluklar öğrenmenin ve zihni gelişimin önüne geçer. Bu döngünün dışına çıkabilenlerin büyük bir kısmı ise bilgi için gayret göstermeye devam etseler de ‘şeylerin’ kökleri yerine, dallarıyla ilgilenip meşgul olurlar. Bu nedenle olumlu ve olumsuz yönleriyle insanın icatları çok fazladır; fakat tüm bu çokluğun ona bilme bilgisi yönünde ne gibi bir katkı yaptığı koskoca bir soru işaretidir. Ama her ne olursa olsun, insanın eninde sonunda kaçınılmaz gerçeği şudur: “O’nun Hakk olduğunu anlayıncaya kadar onlara hem ufuklarda (afakta) hem de kendi nefislerinde (enfüste) ayetlerimizi sonuna kadar göstereceğiz.” (Kur’an-Kerim, 41:53)    
Peter M. Senge’nin “Beşinci Disiplin” adlı eserinde E. Deming’den alıntıladığı şu aktarımlar konumuz açısından önem arz etmektedir: Amerikalı mühendis ve istatistikçi Prof. W.E. Deming 90’lı yaşlarına geldiğinde dediği gibi “… İnsanlar içsel bir motivasyon, kendine saygı, gurur, öğrenme merakı ve zevkine sahip olarak doğarlar. Yıkım çocuklukta – ödüller, okulda aldığı dereceler, yıldızlı pekiyiler- başlar ve üniversitede devam eder. İşyerinde insanlar, takımlar, departmanlar derecelendirilir; iyi olanlar ödüllendirilirken, kötü olanlar cezalandırılır. Departmanların hepsinin bir aradaymış gibi gözüken, aslında ayrı ayrı uyguladıkları hedeflerle yönetim, kota, teşvik ödemeleri, iş planları bilinemeyen çok sayıda kayıplara yol açar… Mevcut yönetim sistemimiz insanlarımızı mahvetti. Mevcut yönetim sistemimizi, mevcut eğitim sistemini dönüştürmeden asla dönüştüremeyiz. Bu ikisi de aynı sistemdir. Rekabet bize ihanet etti…”

1 Yeni Ahit, Paulus: Romalılara Mektuplar, 7. Bölüm, 14-25

2 Ortak Yayın, The Disunity of Science, 1996

3 Erişim: http://www.kardelendergisi.com/yazi.php?yazi=942 (05.11.2016)
4 a.g.y.
5 I. Kant, Kritik der praktischen Vernunft, 2002

6 A. Sokal ve J. Brichmont, Son Moda Saçmalar…, 2002

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...