Terbiye güzel ahlakın inşası üzerinden
edep ve erdemi tanımlar ve şekillendirir. Erdem kudret ihtiva eden çeşitli
kalitelerin bileşkesidir. Ancak erdemden neşet eden güç etraflı anlamaya, tanımaya,
düşünmeye, sorumluluğa ve bundan hareketle anlamlı öz(ü)gürlüğe dayanır; modernite
ile zirve yapan pragmatik bilginin insana sağladığı hor ve gelişigüzel
kullanılan güç ve buna isnat edilen
yapay, parçalanmış özgürlük ile herhangi bir benzerliği yoktur. Pragmatik güç
anlayışı -diğer tabirle makyevelist algıla(t)ma- Yeni Ahit’te yer alan
‘Romalılara Mektuplar’daki 7. bölümün 14-25. tümcelerinden kotarılan ve bunun
üzerinden batı uygarlığının geliştirdiği reel politiğin dayandığı Paulus’un “… içimde, yani benliğimde iyi bir şey
bulunmadığını biliyorum. İçimde iyiyi yapmaya istek var, ama güç yok. İstediğim
iyi şeyi yapmıyorum, istemediğim kötü şeyi yapıyorum. İstemediğimi yapıyorsam,
bunu yapan artık ben değil, içimde yaşayan günahtır…”1
şeklindeki sözlerinden esinlenerek zenginleştirilip biçimlendirilmiştir. Çok kere
yazıldığı, söylendiği gibi eski Yunan ve Roma üzerinden
rönesans-reform-aydınlanma üçlemesiyle birlikte günümüz batı uygarlığını
biçimlendirdiği iddia edilen (nedense ‘derin’ Alman kültür havzasının felsefesine
dayalı Avrupa düşün şablonları es geçilir) “modern bilim” (ne demekse!), dini
referansları tamamen bir kenara atan ve kiliseyi ve bununla bitiştirilmiş “pagan
tanrı-lar” sanrısını rafa kaldıran bir dünyeviliği toplumlaştıran olgular kümesi
değildir. Aksine temel kurumlarını kilisevari hiyerarşik bir yapıyla düzenleyen
(özellikle eğitim-öğretim alanı), teolojiden ürettiği öğretileri, hurafeleri
metafiziğin rafına kaldıran ve bunları uygun konjonktürde kapitalist yaklaşım
ve onun şemsiyesi emperyalist amaçlarla araçsallaştırmak suretiyle ranta
dönüştüren sistematik bir yapılanmadır: klasik ve seküler binyılcılık (İng. Millenarianism),
astroloji, büyücülük, falcılık, cincilik, kâhinler, medyumlar, kabala, kutsal
kase, mesihçilik, new-age akımlar, şeytan tasvirlerine dayalı düalist dünya
görüşü, vampirler, zombiler, post modernist bilimcilik vs. Bir tarafta dünyayı
sarmalayan post modernist saçmalıkların yol açtığı muhtelif yobazlık ve
fanatiklik türleri (dinci, etnik, ırkçı, bilimci, ideolojik vb.) diğer yanda
genel olarak geçimsiz, ama silahlanma alanında ortaklaşa çalışan eski endüstri
ve yeni ince teknoloji; tüm bunlar oluşturulan büyük kaosu yöneteceği iddiası
ve zannı içinde bazı kişileri ve grupları zalim katliamlardan kıyımlara,
fakirleştirmeden açlığa, temiz olanı olabildiğince kirleterek fazlalık ve
gereksiz görülenleri zehirleyerek yok etmeye adanmışlardır. Ve bütün bunlar
insanlık tarihinde zirveye ulaştığı abartılı bir övünçle vurgulanan eğitim-öğretim
çağında yaşanmaktadır!
Terbiyenin işlediği bilginin dayandığı
ağırlık noktalarındaki yöntemlerin esası
iyilik ve güzellik ile ilgilidir -‘usûl esasa mukaddemdir’ (yöntem asıldan
önceldir) düsturu da bu nedenle önemlidir-; ama bu iyiliği ve güzelliği elde
etmede araçların da meşru olması şarttır ve yöntemlerde lüzumsuz malumatın
bulunması malayanidir hatta bazen batıl da olabilir. İşte tam da bundan dolayı
terbiye tüm yönleriyle somuttur ve her zaman için fiiliyata yöneliktir. Fiile
dökülmeyen bir fikir terbiyenin asliyetini değil, soyut yansımasını tebliğ eder;
yani sözde kalır: tebliğ önemlidir ama temsil olmadıkça olgunlaşamaz ve hakikate dönüşemez; hatta
gerçekliği dahi insan açısından sorgulanırdır. Mesela bir Süleymaniye camii
veya benzeri eserler hem yarar sağlayıcı hem de konumlanması itibariyle insan
gözünün estetiği ve üzerinde tefekkür edilebilecek çok yönlü bir abide olması açısından
anlamlıdır; ama buna karşın günümüz mimarisindeki pek çok yapı yararlı olabilir
iken insan için dışsal ve içsel olarak iticidir (plaza sendromu); yani
gerçekliği dahi eksik değer ihtiva eder. Nasıl ki zamanında kentin köyü gerek
madde gerekse mana yönünde çarpıklaştırmış, buna karşın son altmış yılda köyler
de şehirleri adeta intikam alırcasına işgal ve talan etmiş ise, terbiyenin
yitirildiği mekan ve zaman uzamlarında insan evladının eğitim-öğretimle
sağladığı erişimler de değersiz olurlar. Fayda sağlayabilen fakat anlamını
yitirmiş bir şeyin toplumsal-bireysel/insani değer içermediği gibi.
Terbiye
açısından aşama kişinin içselinden dışsalına doğrudur ve burada dışsal bireyden
ayrı bir olgu değil, dışsalı güzelleştiren edimdir. Terbiyede çevrenin yerine kişinin
dünyası vardır; fıtratında insan ve çevre diye bir ayrım yoktur. İnsanı merkeze oturtmaz, zira bu insanın
gelişim potansiyeline indirilen bir darbedir ve güzel ahlakın şiarına
aykırıdır. Terbiyenin öğreticiliği olabildiğince akıl ve his dengesinde
edinilen bilgiyi, mutlak surette tefekkür üzerinden ihtimalleri de
değerlendirerek vakaların esasına, olabildiğince künhüne vakıf olmaya dayanır.
Bundandır ki algılama tetkik yoluyla anlamaya dönüştürülür ve bundan da anlama
vesilesiyle öğrenmenin deryasına dalınır. Çünkü terbiyenin eğiticiliği ve
öğreticiliği -ayrılmaz bir bütün şeklinde- kişinin hakka ve hakikate
yaklaşmasını gaye olarak ortaya koyar; bu meyanda körü körüne inanmayı değil
sorgulamayı vaz’ eder. Sorgulama düşünmenin ve akıl yürütmenin ana
unsurlarından olup, terbiyenin edep yönüyle suskunluğudur.
Terbiyenin üst başlık halinde tezahür
etmediği eğitim-öğrenim işlevi ‘atık’ üretir; Saul Lieberman’ın vurguladığı
gibi “çöp çöptür ve öğrenim çöpün tarihidir”.2 ‘Öz’ün unutulduğu
yaşamda insana bahşedilen bilgi her hâlükârda kişinin asgari ihtiyaçlarına
yetecek kadar değere haizdir. Yani önemli olan kişi açısından bilginin niceliği
değil niteliğidir. Ama her durumda insan özüne dair esansın farkında olmalıdır.
Zira öz yaratılışı itibariyle yozlaşmaz, ne yapay bir kimliğe, ne cinse ne de
bilinen sınırlamalara tabi değildir. Ondan neşet eden esansı isteyen misk-i
ambere isteyen de lağıma çevirebilir; ‘ameller niyetlere göredir’ (hadis-i
şerif). Tam da bu nedenle terbiyenin odağında niyetlerin keşfi, onların güzel
ahlak ve erdemlerle donatılması ana fikri yatar. Yeniçağla birlikte gelişen ve
günümüzde de çeşitli biçimlerde tezahür ederek süre gelen medeniyet tasavvuru,
gerçek manada ‘niyet’ yerine hedef olgusunu ikame ederek insanı kısır bir
döngünün girdabında üzerinden getiriler elde edilen ve içinde parça parça
eritildiği kaynaklar potasına devşirmiştir.
Terbiyenin oluşturduğu niyet, güzel ahlakı
ve bundan hareketle edep ile ondan neşet eden erdemleri içerir. İnsana
bahşedilen hakiki terbiyenin asli kaynağı aşkın olandan, yani ‘Rabb’dandır
(terbiye ediciden). Celaleddin Rumi bunu şöyle ifade eder: “Kişinin edepten yana nasibi yoksa âdem
(insan) değildir. İnsan ile hayvan arasındaki esas fark, edeptir. Aç da gözünü
bak cümle Kelamullaha! Ayet ayet Kur’anın tüm anlamı edeptir…”3 Hz.
Ali’nin de dediği gibi “en güzel edep,
güzel ahlaktır.”4 İmdi, madalyonun bir yüzünde manevi bağlamda
bu bakış açısı dururken, diğer yüzünde bahse konu güzelliğin insanda içkin olup
olmadığı sualinin cevabı bulunur ki bu da basit haliyle üç tarz-ı cevaptır:
olumlu, olumsuz veya yansız (ya farkında olamamaktan -yani uyanmamaktan(!)- ya
da umursamazlıktan). Daha önce bahsettiğimiz ‘öz’de güzel ahlaka dair ‘iz’
baştan beri vardır, ancak maddi olanda -yani dünyada- bunu insana hatırlatan
unsur terbiyedir ki, bu hususta seçim kişiye bırakılmıştır: ya düz bir
yaklaşımla insan nefsani olarak düşünüp hareket edecektir ya da terbiye
aracılığıyla özündeki letafete yaklaşacaktır. Kuşkusuz zor olan ikincisidir;
zira zor olanın inşası zahmetlidir, yıkmak ise kolay. Ama diğer yönüyle ahlak
yüksek nitelikli bir duyudur ve tabii anlamda adeta gönlün yasası olarak
vicdanın kendisine bizatihi içkindir.
Kişi kendini bedenli oluşu ile
özdeşleştiriyorsa beşer vasfından öteye gidemez. Beşer nefsi benliği temsil
eder. Nefsi benlik veya diğer bir deyişle ‘ben’ varoluşunu ihtiyaçlarını da
aşan bir biçimde sürdürmeyi amaç edinir ve bunu alışkanlık haline getirir.
Adeta bunun dışında başka gaye gütmez. Bu bağlamda nefsi benliğin buyruğu
altındaki beşer, ihtiras ve hükmetme tutkusu ile yol verdiği meşruiyeti hak ve
hakikatin yerine ikame eder; daha da kötüsü böyle bir zannın da içine
sürüklenir. İhtiras bireyin edimlerini motive edici unsur olarak onun
hedeflerini olabildiğince büyüterek ve alanını genişleterek arzu, heva ve
heveslerini ve nihayetinde amellerini meşru kılıcı araç olarak addedilir. Bu
nedenle, beşerin yürütüme soktuğu hemen her şey ahlaki zemine oturtulmuş olur. Bu
arada esas mesele hak ve hakikat ile meşruiyetin kişi tarafından
aynileştirilmesidir. Dikkat edilecek olursa, beşer bencilliği için pek çok
konuda ‘minareyi kılıfına uydurarak’ sürekli haklılığını öne sürerek sonuna
kadar atak bir tutum sergiler. Bu gibi durumlarda bireyin tecrübe ettiği
yaşantılar gerçekten tuhaftır, zira iddia edip sığındığı meşruiyet sığınağının
haktan türeyen hukuk kavramı çerçevesinde yasal olarak kabul edilmesidir.
Halbuki pek çok kereler meşruiyet biçilenlerin kendisi bizzat gayri meşrudur
ki, bu da kişinin içine saplandığı kibrin ve batılın bataklığıdır.
Yaşamda insan mefhumundan söz ederken
eğitim-öğretimin bize hitaben ortaya koyduğu anlatıların çoğunluğu öğretilenden
unuttuklarımızdan arta kalan bilgi kırıntılarıdır. Bunun başlıca sebebi ise
verilenin kabulünü peşin olarak koşullayan empoze edici zihniyetin, hafızamızın
yüzeyine yönelik olması ve mana açısından yoksul, tutkulu maddeciliğidir.
Bundan dolayı bizler insan olmaktan bahsederken esas kastımız bedenlilik ile
(son derece) sınırlı olan nefsi benlik ya da diğer bir deyişle ‘ben’ olarak
adlandırdığımız sanımızdır. Halbuki insana yaratılışında bahşedilen tefekkür
potansiyeli gerçek anlamda ve tekraren, beşer mevkisine indirgenen ‘ben’in
‘insan’ olma mesuliyetine uyanmasına vesiledir. Bu uyanma süreci birey için
çeşitli usullerle donatılmış bir yoldur ve önce insan olmanın, sonra ise
kemalatın seyahati için bir araçtır. Bu yol kendini tanımanın yolu olmasının
yanı sıra Rabb’ini bilmeyi öğrenmesinin de yoludur ve bu yoldaki yordam ve usül
insana gerek içselinde gerekse dışsalında hakikati gösteren, bildiren ve
yaşatan terbiyeden neşet eder.
Terbiyedeki başat gaye, beşeri nefsi sanrı
benliğinden arındırarak önce vicdan olgusunu kavramasını, bununla birlikte
ahlakiliği ortaya koyarak kişiyi yalın yaşamın içine katarak varoluşunun
hakikatiyle insan mertebesine terfi etmesini sağlamaktır. Burada ahlak ile
işaret ettiğimiz, ondan türetilen felsefi biçem -yani etik- değildir. Çünkü
felsefe ve/veya bilimden farklı olarak ahlaka dair asli öğeler, hukuka mündemiç
kurallar ve kanunlar gibi olaylardan çıkarımlanamaz. Ahlak, dindışı, dünyevi veya
vakalara dayandırılarak açılımı yapılabilecek bir kavram değildir. Kant’ın da
vurguladığı üzere ahlak insanın içselinde kök salan ve hayranlık uyandıran bir
husustur.5 Bundandır ki ahlak köken olarak eşyanın fıtratındadır ve
bu sebeple ahlakın ontolojik yönü her zaman ön planda yer alır. Modernitenin öne
çıkardığı eğitim-öğretim olgusu da ağır basan epistemik karakteri dolayısıyla,
yaşamı ve varoluşu öncelleyen terbiye karşısında bireyi insan yapan güzel
ahlakın yaşanır kılınması ve olumlu katkısına nazaran geri planda kalır.
Terbiyenin bilgiye dair durumu
eğitim-öğretime göre farklıdır. En belirgin fark işlevsellik ile alakalıdır.
Gerek okul gerekse iş yaşamı ve diğer hayat sahalarında bize sunulan
şekillendirici bilgi -bilişsel veya deneysel- zuhur edenlerle ilgilidir ve
okumalarımız bilinenler üzerinden yapılan yorumlarla -bazen ikisi de birbirine
karışarak- sınırlıdır. Bu sınırlılık bilginin bizzat kendisinden maada bizim
gayret, öğrenme ve yönetebilme yeteneğimiz ve diğer dış koşullarla bağlantılı
olup, hattı zatında bilgi ve malumat “imkan-ı alem” olan bu dünyada çokluk
içinde neredeyse sonsuz sayıdadır. Ancak bilgiler üzerinde(n) düşünen kişinin
bir araya getirmesi olanaklı olmadığı gibi, içine düşülen vaziyet dağınıklık ve
karmaşadan başka bir şey değildir.
Bahusus 19. Yy.dan itibaren çeşitli şekillerde
yenilenmelere tabi tutularak gelişen eğitim-öğretim tabana yayılan bir
tutunmayı başarsa da dikkat çeken husus ondaki formelliktir. Günümüzde bizlerle
paylaşıldığı şekliyle bilim atom altı bilgilere varan mesafe kaydetse de, bilgi
görünen veya ‘gösterilenin’ ötesine geçememektedir. Bunun dışında post
modernist akımlar aracılığıyla bilimsel olarak sunulan pek çok bilginin de
popülerlik ve para uğruna toplumlara nasıl pompalandığı ve yapılan
ahlaksızlıkların hangi düzeye çıktığı da açıklıkla gösterilmiştir.6
Günümüzde çocukluklarını yaşayamadan okul
öncesinde bahse konu formel eğitim-öğretime sarmalına uyumlanan bireyler
açısından sistemin diğer tuhaf bir özelliği süreklilik arz etmemesi ve güncele
paralel seyretmemesidir. Çeşitli normlarla çitlenen insan evladı bir noktada
görünenin-gösterilenin ötesine geçemeyen, derinliğe inemeyen bu sistem içinde
uğraşmayı bir kenara bırakır. Mevki, makam, para, sosyal statü, konfor vs. ile
bunların getirdiği zorunluluklar öğrenmenin ve zihni gelişimin önüne geçer. Bu döngünün
dışına çıkabilenlerin büyük bir kısmı ise bilgi için gayret göstermeye devam
etseler de ‘şeylerin’ kökleri yerine, dallarıyla ilgilenip meşgul olurlar. Bu nedenle
olumlu ve olumsuz yönleriyle insanın icatları çok fazladır; fakat tüm bu çokluğun
ona bilme bilgisi yönünde ne gibi bir katkı yaptığı koskoca bir soru
işaretidir. Ama her ne olursa olsun, insanın eninde sonunda kaçınılmaz gerçeği
şudur: “O’nun Hakk olduğunu anlayıncaya kadar onlara hem ufuklarda (afakta) hem
de kendi nefislerinde (enfüste) ayetlerimizi sonuna kadar göstereceğiz.” (Kur’an-Kerim,
41:53)
Peter
M. Senge’nin “Beşinci Disiplin” adlı eserinde E. Deming’den alıntıladığı şu
aktarımlar konumuz açısından önem arz etmektedir: Amerikalı mühendis ve
istatistikçi Prof. W.E. Deming 90’lı yaşlarına geldiğinde dediği gibi “… İnsanlar
içsel bir motivasyon, kendine saygı, gurur, öğrenme merakı ve zevkine sahip
olarak doğarlar. Yıkım çocuklukta – ödüller, okulda aldığı dereceler, yıldızlı
pekiyiler- başlar ve üniversitede devam eder. İşyerinde insanlar, takımlar,
departmanlar derecelendirilir; iyi olanlar ödüllendirilirken, kötü olanlar
cezalandırılır. Departmanların hepsinin bir aradaymış gibi gözüken, aslında
ayrı ayrı uyguladıkları hedeflerle yönetim, kota, teşvik ödemeleri, iş planları
bilinemeyen çok sayıda kayıplara yol açar… Mevcut yönetim sistemimiz
insanlarımızı mahvetti. Mevcut yönetim sistemimizi, mevcut eğitim sistemini
dönüştürmeden asla dönüştüremeyiz. Bu ikisi de aynı sistemdir. Rekabet bize
ihanet etti…”
1 Yeni Ahit, Paulus: Romalılara Mektuplar, 7. Bölüm, 14-25
2 Ortak Yayın, The Disunity of Science, 1996
3 Erişim: http://www.kardelendergisi.com/yazi.php?yazi=942
(05.11.2016)
4 a.g.y.
5 I. Kant, Kritik der
praktischen Vernunft, 2002
6
A. Sokal ve J. Brichmont, Son Moda Saçmalar…, 2002
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder