İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı.
Hz. Ali
Yaşam,
düşünce, davranış veya işin insani faaliyetlerde bölümlenmesi, parçalara
ayrılması normal ve alışılmış bir olgudur. Anlama, öğrenme ve kavramanın bir
aracı olarak bölümleme, bütünün parçalara ayrılması yönüyle “tümevarım
(induction)” yönteminin çıkarsamasıdır. Amaç, problemin bütünselliğinin
parçalanması ve ortaya çıkan
daha basit alt problemlerin incelenerek çözümlenmesi ve alt problemlerin
çözümlerinin birleştirilerek, tüm problemin çözümünün oluşturulmasıdır. Diğer
yandan bu yöntem günümüzde de sıklıkla dile getirilen pozitif bilimin de adeta vazgeçilmezi; doğa bilimlerinin en önemli
araçlarından biri, belki de birincisidir. Zira bu metodun temellendiği deneysellik
ve deneyime dayalı (empiric) fonksiyonelliğin önemli aracılığı ve rolü; deney(im)den sonra (a posteriori) görgülsel
sonucun(ların) elde edilmesinde, somutun ortaya konmasında ve böylelikle doğrunun-gerçekliğin
saptanmasında -bir noktada- yadsınamaz kabul edilir. İnsanın doğa
bilimlerindeki erişimleri ve bunda deneyselliğin, ona dayalı ‘anlama, öğrenme
ve tecrübenin’ payı ve önemi ortadadır. Ancak, diğer bir sorgu-tespit şudur:
Deneyimsel bilgi saptaması çeşitli gözlemler ve deney sonuçları neticesinde
çıkarımlara, diğer bir deyişle önermelere, ifadelere (formulation) ulaşır. Bu
ifade-önerme çıkarımların özellikli, bu bağlamda genellemeci hipotezler veya
teoriler olarak tanımlanması –özenli düzenleme-, böylece açıklayıcı ve
anlaşılır olması gereklidir.
Yukarıdaki
açıklamalar çerçevesinde, bütünün bölümlenmesi hakkında şunları söyleyebiliriz:
a) Yöntem tümevarımdır, b) Deneye, gözlemlere ve sonuçlara
dayalı çıkarımlar yapar. Bundan hareketle hipotezleri veya teorileri ortaya
koyar; bunlar özellikli ve genele şamil olmalıdır, c) Deneyin mantığı da
tümevarım mantığıdır ve bu tümevarım metodunun mantıki analizidir, ç) Tümevarımın önermelerinin doğruluğu deneye, deney
sonuçlarına ve dolayısıyla tecrübeye dayalı olarak belirlenir (a
posteriori), d) Doğrulama öncel ve
önemlidir, savunma refleksi çok kuvvetlidir. Öyle ki, teorinin bütünsel veya
kısmi reddi çok zordur. Teori koruma
altına alınır ve süreç içinde bir tür bağışıklık (immunity) ile çevrelenir, e) Bağışıklık
durumu, yöntemi kapalı koşullanmaya ve bundan dolayı “ispat” zorunluluğuna
sürükler. Bu noktada birey, dogmatik tutum ve dolayısıyla neden-sonuç
ilişkisinden hareketle kanıtlanabilirliğe odaklıdır. f) Bu
türden odaklanma(lar), arka planı ve temelden çerçevelenmiş sistemle örülü
olduğu için çevre ile olan ilişki ve etkileşimi zayıftır; sistem dardır ve
kapalı yapısallığa sahiptir.
Bilim
öğretisinde-bilimsel teorilerde, bilginin mantığında yer alan temel
problemlerden biri de söz konusu tümevarım yöntemidir. Yöntem üzerine ilk
anlatılara antikte Aristoteles’in tikelden tümele yapılan
uslamlamayı -duyumlarla algılanan ve bundan ötürü de deneysel olan bilgilerden
yola çıkılan -sonsal kanıt, a posteriori- olan varsayımında görmekteyiz: Sonsal
bilgiden yola çıkan bir tümevaran akıl yürütme. Batıda ilk sistematik
eleştirinin, Immanuel Kant'ın 1781'de
basılan ve en önemli eserleri arasında kabul edilen kitabı “Saf Aklın Eleştirisi (Kritik der reinen Vernunft)”
vasıtasıyla getirildiği genel kabul görür. Kant bu eserinde, doğruluğu sadece
deney ve tecrübeye dayalı olarak belirlenebilen önermeler-bilgiler için “a
posteriori” terimini kullanır. Ona göre
bu tür bilginin yanıltıcılığı; dayandığı araştırma, gözlem, izleme, deney ve
sonuç üzerinden yapılan çıkarımlar doğruluk-gerçeklik içerseler dahi önermelerin
bize kavramlar değil dünya hakkında
bilgi vermesidir. Örneğin; "Tüm insanlar 5 metreden kısadır" önermesi
her ne kadar doğru olsa da; A öznesi, içinde B yüklemini barındırmaz ve 'insan'
tanım olarak böyle bir boy limitini içermediği için bu genel ifade/tanımlama sentetik bir önermedir (sentezci
ve doğal olmayan). Sentetik önermelerin diğer bir kırılganlığı algıyı/sezgileri
devreye sokmasıdır. Şöyle ki; gözlediğimiz şekliyle dünya, nesnelerin bir
toplamı değil; algılarımızdan bağımsız düşünemeyeceğiz bir temsildir. Uzay ve
zaman da algılardan bağımsız düşünülemez. Nominal Dünya (bize gözüktüğü
şekliyle değil kendi olduğu şekliyle Dünya) uzay ve zamandan bağımsızdır. Bu
aslında hem deneyselciliğin (emprisizm)
hem de ondan neşet eden rasyonalizmin
eleştirisi olarak görülebilir: Bilincin dünyayı pasif olarak algıladığına dair
emprisist görüş ve belirtilen türden rasyonalist yaklaşım yanlışlıklar ve
yetersizlikler içerir. Bunun nedeni bilginin hem algılar tarafından alınan ham
verilere hem de kavramlara dayalı olmasıdır. Teorik bilgi sadece gözüktüğü
şekliyle dünyaya dair olabilir. (1)
Diğer yandan çağdaş bilim öğretisinde
(Wissenschaftslehre) özellikle Sir K. R. Popper ve H. Albert’in yaklaşımları,
tümevarım probleminin mantık örgüsündeki haklılık iddiasının ve çıkarımlarındaki
genellemelerin yalnızca gelişim ve ilerleme konularında değil, insanın
zihinselliğinde yol açabileceği kısıtlamaları ortaya koymaları açısından önemli
ve değerlidir. Sir Popper’in konuya öncelikle ağırlıklı olarak doğa bilimleri
açısından yaklaşması, ama bunun yanı sıra sorunu bilhassa “Açık Toplum” (2) ile
sosyal bilimler alanına taşıması geçtiğimiz yüzyıl açısından önemli bir
kazanımdır. Başarılı doğa bilimcilerin Sir Popper’in gayretli çalışmalarından
çok fazla “yeni öğrenmeler” elde ettiğini söyleyemeyeceğim, ancak en azından
pratiklerinde tümevarımcı yanlışları üzerinde yorumlama yapabildiklerini söyleyebiliriz.
H. Albert’in yoğunlaşma açısından sosyal bilimlere yönelik getirdiği ve
“Eleştirel Akılcılık” yönteminden türettiği falibilist (yanılabilirlik)
yaklaşım, tümevarımcı genelleme ve daha da trajiği (!) “doğru olarak
kabullenme” eğiliminin dogmacılığa, hatta ötesi bir bağnazlığa yol açabilme
olasılığının ne denli yüksek olduğuna dikkat çeker. (3)
Tümevarımcı yaklaşımlar, bölümlemeci anlayışı alışkanlık
haline dönüştürebildikleri gibi, bunu bir tarz ve yöntem olarak “genellemeci iş
teoremlerine” eklemleyerek işletme ve idare alanlarında uygulamaya ve yürütmeye
koyabilirler. Bu anlamda uygulamanın –eğer art niyet yoksa- mahzuru
bulunmamaktadır; hatta seçenekler sunabilme imkânından dolayı yararından söz
edebiliriz. Ancak uygulama, yürütmeye dönüştürülür ve seçim alanı bırakmazsa
-çoğunlukla da öyledir- “tek yanlılık riski” ciddi sorunlara yol açabilir. Tek
yanlılık olası riskleri oluşturabilme potansiyelinin dışında; bizzat kendisi
sorundur. İşte bu sorun günümüzde birçok şirketi sarmalamıştır. Örneğin, iş
hayatında uygulama alan ve seçeneklerinin geniş, açık ve tavizci olabileceği
fonksiyonlar bir takım yönetmelik, prosedür, standart vb. belirleyicilerle sıkı
kurallara bağlı tek yanlı “yürütmeler” haline getirilebilir. Bu durumun pratik
taban bulduğu kuruluşların sayısı azımsanmayacak kadar çoktur. Daha da ilginci
birçok şirkette söz konusu dokümantasyonlar ya hiç bulunmamakta ya da eksik
veya yalnızca “dostlar alışverişte görsün” misali rafları süslemektedir. Bölümlemenin
tarz veya yöntem olarak yürütme işlevini hâkim kılması konunun sadece bir
yönüdür ve çoğunlukla farkına varılmayan ince, ama etkili bir husustur.
Bölümlemenin belirgin olan yüzü, işi/işlevi
ve örgütü parçalara ayırmasıdır. Burada sözünü ettiğimiz bir firmanın
departmanlar bazında organizasyonu veya iş bölümü yapılması değildir. Bahis
konusu olan bölümlemenin “sistem yaklaşımı kuramı”ndan uzak bir
şekilde, niceleyici tarzda alt birimlere, alt süreçlere, iş ve
işlevlere, konulara, olaylara parçalanması, aşırı detaylandırılmasıdır. Bu abartma
olağan ilişkili ve karşılıklı
bağımlı alt sistemlerde bulunan “bağlı değişkenlerin” fazla sayıda değişmesine;
böylelikle kopukluklara ve nihayet esas ağırlık olan bütünün devre dışı
kalmasına yol açar: Parçalanmaya dönüşen bölümleme, sistem yaklaşımından
uzaktır. Sistemin ve/veya organizasyonun bu türden parçalanması sonucu,
birimler arası ilişkiler, ilintiler ve dahi illiyetler adeta ‘yok olur’ ve parçalarla uğraşmak, (asıl) sistemin bütününü
görmeye ve yönetmeye engel olur. Bu durumda sistem davranışını anlamak ve
kavramak zorlaşır, hatta imkânsızlaşır.
Günümüzde
şirketlerin yapılanmalarında türsellik (yatay, dikey vb.), departmanlaşma,
birimleştirme, süreçler (ana, alt, fonksiyonel, bireysel vs.), iş
bölümü, yönetim modellemeleri,
faaliyetler, konular, türeyen olaylar, hatta projeler vb. öğeler nicelik
açısından üst düzeylere ulaşmış; aynı şekilde iş alanları da çeşitlenmektedir.
Çağımız her türden üretimde çeşitlilik bolluğu içindedir; tasarımdan renklere, modellerden
sosyal ve entelektüel çıktılara değin… Sistem kuramsız bölümleme, teorik bilgi
eksikliği, fark etmeme, umursamama ve bazı durumlarda kasıtlı olarak parçalanmaya
dönüşürler. Parçalanma sistemsel iş unsurları arası ilişkileri kesintiye
uğratır ve bu kesinti ters etki olarak olabilir ilişki bağlantılarını da
ortadan kaldırır. Bu bağlantıların yitimi çevresel etkileşim faktörlerini de
devre dışı bırakır. Bundan
dolayı disiplin alanlarında düzensizlik ve karmaşa
meydana gelir. Bu durum öncelikle iki önemli ilkenin bilinmemesi veya göz önüne
alınmaması nedeniyledir: Bütünsel ve Disiplinler
arası yaklaşım. Bütünsel
yaklaşımda sistem bir bütün olarak ele alınır. Her hâlükârda bütünün gözden
kaçırılmaması gereklidir. Disiplinler arası
yaklaşım ilkesi, incelenen sistemi bir bütün olarak görmeyi ve gerekli sonucu,
o sistemin üzerine farklı görüş açılarını yöneltmeyi sağladığı için bütünsel
yaklaşımın tamamlayıcısıdır. Eğer iş(ler) üzerine yetersiz ve dar bir görüş açısı ile yaklaşılırsa
varılan sonuçlar ön yargılı ve kısmen yanlış olur. Bu yüzden disiplinler arası
yaklaşımın temel düşüncesi, incelenen işler üzerine değişik, farklı açılardan
yaklaşmaktır. Bu yaklaşım sisteme tek yanlı, tutucu, “biricik doğru” anlayışı
ile yapılan yönelmelere karşı alternatiftir. Farklı görüş açılarına tamamen
açık, ‘uçuk’ olarak görülebilecek fikirleri dahi değerlendiren ve bunları ortak
bir dil oluşumuyla anlaşılır kılan, çevreyle etkileşimi asla kesmeyen bu
yaklaşım her yöne açık olup, bunlardan bilgi, materyal ve enerji transfer etmekte,
böylece “sistem sinerjisi” oluşturmakta da yeteneklidir. Bölümleme işlevini
reddetmez, aksine kritik akılcı yaklaşımla, sınamalara tabi tutarak abartmadan
ve gerektiği kadarıyla olaylara, durumlara ve sorunlara yaklaşım gösterir.
Tanımlanmış amaçlar üretir ve bu doğrultuda bölümleme parçalanmaya dönüşmeden, bütüne bakarak daha alt olgulara ilişkin çıkarsamalar
yapar. İşe dair konular ve/veya sorunlar parçalanarak değil, bütünleşik olarak ve
sistem bütünü bilinci kaybedilmeden bir arada ele alınır. Sıklıkla bunlardan birine getirilen
çözüm veya çözümleme, başka bir sorunun çözümü ya da konunun çözümlemesi ile
ilişkilidir.
Günümüzde parçalanmanın
belirginliği, iş alanları-alan süreçlendirmeleri ve yapılan işlerdeki nicelik,
çeşitlenmeler, yoğunluk, gerekli-gereksiz ayırımının yapılmadığı çok fazla
sayıda iş/faaliyet, işe yaramayan pek çok işin yapılması, kırtasiye yığınları
oluşturmak, çalışanları boş bırakmamak için icat edilen işler vb. hususlarda
açıkça görülmektedir. Bunların yarattığı karmaşa, yönetim ve çalışmanın
parçalanması, dağınıklık bireyin bütünü yitirmesine, zamanı yönetememesine ve
bu yoğunluk, dağınıklık ve araçların da etkisiyle yabancılaşmasına; sosyalleşmeyi,
rasyonelleşmeyi, nitelikli çalışmayı gerçekleştirememesine neden olmaktadır.
Birçok şirketi, çalışma ortamını ve iş alanını kapsayan sistemsiz bölümlemenin
meydana getirdiği “uzmanlaşma” (!) olgusu da ayrı bir tartışma konusudur.
1)
I. Kant,
Saf Aklın Eleştirisi (Kritik der reinen Vernunft)
2)
K.
R. Popper, Açık Toplum ve Düşmanları (Die offene Gesellschaft und ihre Feinde)
3)
H.
Albert, Traktat über kritische Vernunft (Eleştirel Akla Dair Risale)