28 Şubat 2013 Perşembe

İş’in Teorisi Üzerine – 3: Sistem Kuramsız Bölümlemeden Parçalanmaya (Divide et impera)


 

İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı.

Hz. Ali

Yaşam, düşünce, davranış veya işin insani faaliyetlerde bölümlenmesi, parçalara ayrılması normal ve alışılmış bir olgudur. Anlama, öğrenme ve kavramanın bir aracı olarak bölümleme, bütünün parçalara ayrılması yönüyle “tümevarım (induction)” yönteminin çıkarsamasıdır. Amaç, problemin bütünselliğinin parçalanması ve ortaya çıkan daha basit alt problemlerin incelenerek çözümlenmesi ve alt problemlerin çözümlerinin birleştirilerek, tüm problemin çözümünün oluşturulmasıdır. Diğer yandan bu yöntem günümüzde de sıklıkla dile getirilen pozitif bilimin de adeta vazgeçilmezi; doğa bilimlerinin en önemli araçlarından biri, belki de birincisidir. Zira bu metodun temellendiği deneysellik ve deneyime dayalı (empiric) fonksiyonelliğin önemli aracılığı ve rolü; deney(im)den sonra (a posteriori) görgülsel sonucun(ların) elde edilmesinde, somutun ortaya konmasında ve böylelikle doğrunun-gerçekliğin saptanmasında -bir noktada- yadsınamaz kabul edilir. İnsanın doğa bilimlerindeki erişimleri ve bunda deneyselliğin, ona dayalı ‘anlama, öğrenme ve tecrübenin’ payı ve önemi ortadadır. Ancak, diğer bir sorgu-tespit şudur: Deneyimsel bilgi saptaması çeşitli gözlemler ve deney sonuçları neticesinde çıkarımlara, diğer bir deyişle önermelere, ifadelere (formulation) ulaşır. Bu ifade-önerme çıkarımların özellikli, bu bağlamda genellemeci hipotezler veya teoriler olarak tanımlanması –özenli düzenleme-, böylece açıklayıcı ve anlaşılır olması gereklidir.

            Yukarıdaki açıklamalar çerçevesinde, bütünün bölümlenmesi hakkında şunları söyleyebiliriz: a) Yöntem tümevarımdır, b) Deneye, gözlemlere ve sonuçlara dayalı çıkarımlar yapar. Bundan hareketle hipotezleri veya teorileri ortaya koyar; bunlar özellikli ve genele şamil olmalıdır, c) Deneyin mantığı da tümevarım mantığıdır ve bu tümevarım metodunun mantıki analizidir, ç) Tümevarımın önermelerinin doğruluğu deneye, deney sonuçlarına ve dolayısıyla tecrübeye dayalı olarak belirlenir (a posteriori), d) Doğrulama öncel ve önemlidir, savunma refleksi çok kuvvetlidir. Öyle ki, teorinin bütünsel veya kısmi reddi çok zordur. Teori koruma altına alınır ve süreç içinde bir tür bağışıklık (immunity) ile çevrelenir, e) Bağışıklık durumu, yöntemi kapalı koşullanmaya ve bundan dolayı “ispat” zorunluluğuna sürükler. Bu noktada birey, dogmatik tutum ve dolayısıyla neden-sonuç ilişkisinden hareketle kanıtlanabilirliğe odaklıdır. f) Bu türden odaklanma(lar), arka planı ve temelden çerçevelenmiş sistemle örülü olduğu için çevre ile olan ilişki ve etkileşimi zayıftır; sistem dardır ve kapalı yapısallığa sahiptir.

           Bilim öğretisinde-bilimsel teorilerde, bilginin mantığında yer alan temel problemlerden biri de söz konusu tümevarım yöntemidir. Yöntem üzerine ilk anlatılara antikte Aristoteles’in tikelden tümele yapılan uslamlamayı -duyumlarla algılanan ve bundan ötürü de deneysel olan bilgilerden yola çıkılan -sonsal kanıt, a posteriori- olan varsayımında görmekteyiz: Sonsal bilgiden yola çıkan bir tümevaran akıl yürütme. Batıda ilk sistematik eleştirinin, Immanuel Kant'ın 1781'de basılan ve en önemli eserleri arasında kabul edilen kitabı “Saf Aklın Eleştirisi (Kritik der reinen Vernunft)” vasıtasıyla getirildiği genel kabul görür. Kant bu eserinde, doğruluğu sadece deney ve tecrübeye dayalı olarak belirlenebilen önermeler-bilgiler için “a posteriori terimini kullanır. Ona göre bu tür bilginin yanıltıcılığı; dayandığı araştırma, gözlem, izleme, deney ve sonuç üzerinden yapılan çıkarımlar doğruluk-gerçeklik içerseler dahi önermelerin bize kavramlar değil dünya hakkında bilgi vermesidir. Örneğin; "Tüm insanlar 5 metreden kısadır" önermesi her ne kadar doğru olsa da; A öznesi, içinde B yüklemini barındırmaz ve 'insan' tanım olarak böyle bir boy limitini içermediği için bu genel ifade/tanımlama sentetik bir önermedir (sentezci ve doğal olmayan). Sentetik önermelerin diğer bir kırılganlığı algıyı/sezgileri devreye sokmasıdır. Şöyle ki; gözlediğimiz şekliyle dünya, nesnelerin bir toplamı değil; algılarımızdan bağımsız düşünemeyeceğiz bir temsildir. Uzay ve zaman da algılardan bağımsız düşünülemez. Nominal Dünya (bize gözüktüğü şekliyle değil kendi olduğu şekliyle Dünya) uzay ve zamandan bağımsızdır. Bu aslında hem deneyselciliğin (emprisizm) hem de ondan neşet eden rasyonalizmin eleştirisi olarak görülebilir: Bilincin dünyayı pasif olarak algıladığına dair emprisist görüş ve belirtilen türden rasyonalist yaklaşım yanlışlıklar ve yetersizlikler içerir. Bunun nedeni bilginin hem algılar tarafından alınan ham verilere hem de kavramlara dayalı olmasıdır. Teorik bilgi sadece gözüktüğü şekliyle dünyaya dair olabilir. (1)

            Diğer yandan çağdaş bilim öğretisinde (Wissenschaftslehre) özellikle Sir K. R. Popper ve H. Albert’in yaklaşımları, tümevarım probleminin mantık örgüsündeki haklılık iddiasının ve çıkarımlarındaki genellemelerin yalnızca gelişim ve ilerleme konularında değil, insanın zihinselliğinde yol açabileceği kısıtlamaları ortaya koymaları açısından önemli ve değerlidir. Sir Popper’in konuya öncelikle ağırlıklı olarak doğa bilimleri açısından yaklaşması, ama bunun yanı sıra sorunu bilhassa “Açık Toplum” (2) ile sosyal bilimler alanına taşıması geçtiğimiz yüzyıl açısından önemli bir kazanımdır. Başarılı doğa bilimcilerin Sir Popper’in gayretli çalışmalarından çok fazla “yeni öğrenmeler” elde ettiğini söyleyemeyeceğim, ancak en azından pratiklerinde tümevarımcı yanlışları üzerinde yorumlama yapabildiklerini söyleyebiliriz. H. Albert’in yoğunlaşma açısından sosyal bilimlere yönelik getirdiği ve “Eleştirel Akılcılık” yönteminden türettiği falibilist (yanılabilirlik) yaklaşım, tümevarımcı genelleme ve daha da trajiği (!) “doğru olarak kabullenme” eğiliminin dogmacılığa, hatta ötesi bir bağnazlığa yol açabilme olasılığının ne denli yüksek olduğuna dikkat çeker. (3)

            Tümevarımcı yaklaşımlar, bölümlemeci anlayışı alışkanlık haline dönüştürebildikleri gibi, bunu bir tarz ve yöntem olarak “genellemeci iş teoremlerine” eklemleyerek işletme ve idare alanlarında uygulamaya ve yürütmeye koyabilirler. Bu anlamda uygulamanın –eğer art niyet yoksa- mahzuru bulunmamaktadır; hatta seçenekler sunabilme imkânından dolayı yararından söz edebiliriz. Ancak uygulama, yürütmeye dönüştürülür ve seçim alanı bırakmazsa -çoğunlukla da öyledir- “tek yanlılık riski” ciddi sorunlara yol açabilir. Tek yanlılık olası riskleri oluşturabilme potansiyelinin dışında; bizzat kendisi sorundur. İşte bu sorun günümüzde birçok şirketi sarmalamıştır. Örneğin, iş hayatında uygulama alan ve seçeneklerinin geniş, açık ve tavizci olabileceği fonksiyonlar bir takım yönetmelik, prosedür, standart vb. belirleyicilerle sıkı kurallara bağlı tek yanlı “yürütmeler” haline getirilebilir. Bu durumun pratik taban bulduğu kuruluşların sayısı azımsanmayacak kadar çoktur. Daha da ilginci birçok şirkette söz konusu dokümantasyonlar ya hiç bulunmamakta ya da eksik veya yalnızca “dostlar alışverişte görsün” misali rafları süslemektedir. Bölümlemenin tarz veya yöntem olarak yürütme işlevini hâkim kılması konunun sadece bir yönüdür ve çoğunlukla farkına varılmayan ince, ama etkili bir husustur.

            Bölümlemenin belirgin olan yüzü, işi/işlevi ve örgütü parçalara ayırmasıdır. Burada sözünü ettiğimiz bir firmanın departmanlar bazında organizasyonu veya iş bölümü yapılması değildir. Bahis konusu olan bölümlemenin “sistem yaklaşımı kuramı”ndan uzak bir şekilde, niceleyici tarzda alt birimlere, alt süreçlere, iş ve işlevlere, konulara, olaylara parçalanması, aşırı detaylandırılmasıdır. Bu abartma olağan ilişkili ve karşılıklı bağımlı alt sistemlerde bulunan “bağlı değişkenlerin” fazla sayıda değişmesine; böylelikle kopukluklara ve nihayet esas ağırlık olan bütünün devre dışı kalmasına yol açar: Parçalanmaya dönüşen bölümleme, sistem yaklaşımından uzaktır. Sistemin ve/veya organizasyonun bu türden parçalanması sonucu, birimler arası ilişkiler, ilintiler ve dahi illiyetler adeta ‘yok olur’ ve parçalarla uğraşmak, (asıl) sistemin bütününü görmeye ve yönetmeye engel olur. Bu durumda sistem davranışını anlamak ve kavramak zorlaşır, hatta imkânsızlaşır.

            Günümüzde şirketlerin yapılanmalarında türsellik (yatay, dikey vb.), departmanlaşma, birimleştirme, süreçler (ana, alt, fonksiyonel, bireysel vs.), iş bölümü, yönetim modellemeleri, faaliyetler, konular, türeyen olaylar, hatta projeler vb. öğeler nicelik açısından üst düzeylere ulaşmış; aynı şekilde iş alanları da çeşitlenmektedir. Çağımız her türden üretimde çeşitlilik bolluğu içindedir; tasarımdan renklere, modellerden sosyal ve entelektüel çıktılara değin… Sistem kuramsız bölümleme, teorik bilgi eksikliği, fark etmeme, umursamama ve bazı durumlarda kasıtlı olarak parçalanmaya dönüşürler. Parçalanma sistemsel iş unsurları arası ilişkileri kesintiye uğratır ve bu kesinti ters etki olarak olabilir ilişki bağlantılarını da ortadan kaldırır. Bu bağlantıların yitimi çevresel etkileşim faktörlerini de devre dışı bırakır. Bundan dolayı disiplin alanlarında düzensizlik ve karmaşa meydana gelir. Bu durum öncelikle iki önemli ilkenin bilinmemesi veya göz önüne alınmaması nedeniyledir:  Bütünsel ve Disiplinler arası yaklaşım. Bütünsel yaklaşımda sistem bir bütün olarak ele alınır. Her hâlükârda bütünün gözden kaçırılmaması gereklidir. Disiplinler arası yaklaşım ilkesi, incelenen sistemi bir bütün olarak görmeyi ve gerekli sonucu, o sistemin üzerine farklı görüş açılarını yöneltmeyi sağladığı için bütünsel yaklaşımın tamamlayıcısıdır. Eğer iş(ler) üzerine yetersiz ve dar bir görüş açısı ile yaklaşılırsa varılan sonuçlar ön yargılı ve kısmen yanlış olur. Bu yüzden disiplinler arası yaklaşımın temel düşüncesi, incelenen işler üzerine değişik, farklı açılardan yaklaşmaktır. Bu yaklaşım sisteme tek yanlı, tutucu, “biricik doğru” anlayışı ile yapılan yönelmelere karşı alternatiftir. Farklı görüş açılarına tamamen açık, ‘uçuk’ olarak görülebilecek fikirleri dahi değerlendiren ve bunları ortak bir dil oluşumuyla anlaşılır kılan, çevreyle etkileşimi asla kesmeyen bu yaklaşım her yöne açık olup, bunlardan bilgi, materyal ve enerji transfer etmekte, böylece “sistem sinerjisi” oluşturmakta da yeteneklidir. Bölümleme işlevini reddetmez, aksine kritik akılcı yaklaşımla, sınamalara tabi tutarak abartmadan ve gerektiği kadarıyla olaylara, durumlara ve sorunlara yaklaşım gösterir. Tanımlanmış amaçlar üretir ve bu doğrultuda bölümleme parçalanmaya dönüşmeden, bütüne bakarak daha alt olgulara ilişkin çıkarsamalar yapar. İşe dair konular ve/veya sorunlar parçalanarak değil, bütünleşik olarak ve sistem bütünü bilinci kaybedilmeden bir arada ele alınır. Sıklıkla bunlardan birine getirilen çözüm veya çözümleme, başka bir sorunun çözümü ya da konunun çözümlemesi ile ilişkilidir.

            Günümüzde parçalanmanın belirginliği, iş alanları-alan süreçlendirmeleri ve yapılan işlerdeki nicelik, çeşitlenmeler, yoğunluk, gerekli-gereksiz ayırımının yapılmadığı çok fazla sayıda iş/faaliyet, işe yaramayan pek çok işin yapılması, kırtasiye yığınları oluşturmak, çalışanları boş bırakmamak için icat edilen işler vb. hususlarda açıkça görülmektedir. Bunların yarattığı karmaşa, yönetim ve çalışmanın parçalanması, dağınıklık bireyin bütünü yitirmesine, zamanı yönetememesine ve bu yoğunluk, dağınıklık ve araçların da etkisiyle yabancılaşmasına; sosyalleşmeyi, rasyonelleşmeyi, nitelikli çalışmayı gerçekleştirememesine neden olmaktadır. Birçok şirketi, çalışma ortamını ve iş alanını kapsayan sistemsiz bölümlemenin meydana getirdiği “uzmanlaşma” (!) olgusu da ayrı bir tartışma konusudur.

1)    I. Kant, Saf Aklın Eleştirisi (Kritik der reinen Vernunft)

2)    K. R. Popper, Açık Toplum ve Düşmanları (Die offene Gesellschaft und ihre Feinde)

3)    H. Albert, Traktat über kritische Vernunft (Eleştirel Akla Dair Risale)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...