Yukarıda
açıklamaya çalıştığım insan ve ona haiz deneyim-birikim-bilgi ve uygulamaya
dair düşüncelerin bütünselliğinden pek çok çıkarımlar yapılabilir. Ancak, burada
dikkat çekmek istediğim çıkarım-husus, insanın yaşama, özel olarak işe ilişkin kattığı
değer ve böylelikle oluşan iş değerinin kapsamıdır. Bu bağlamda, söz konusu
değerin bütüncül olarak önemini, gerekliliğini anlama, bilhassa sosyalleş(tir)me
açısından kayda değerdir. İşlevin daha üst düzleminde beğenme hissi, bunu belirtme veya
bunun tersi olsa dahi “değer ihtivasının”
yok sayılmaması, dışlanmamasıdır. Bahsettiğim sosyalizasyon insanın topluluk (community) halinde çalıştığı ortamlarda –ki günümüz
pratiğinde şirketlerde-, yapıcı ve geliştirici iki ana unsurdan biri –diğeri
rasyonalizasyon (kastım akılcılık değil; akletme ve akıllılık)- olarak İK’nın
merkezinde yer alır. Almıyorsa
almalıdır. Sosyalizasyon sadece, -her ne kadar sözlük anlamında
mündemiç olan- “her kademedeki
çalışanların dengeli bir biçimde yararlanmalarını sağlamak üzere yönetimin
sağladığı imkânlar veya almış olduğu önlemler ya da oluşturulan imkân yaratma
ölçütleri” olarak anlaşılmamalıdır. Yeni zamanlarda sıklıkla zikredilen
“yönetimin çeşitleri, kurumsallık, liderlik, performans, kariyer, yetenek,
strateji, sosyal medya, sosyal sorumluluk, farkındalık, algı, kişisel gelişim,
hatta metafiziksel söylemler vb.” sözcüklerin yanında sosyalizasyon kavramının
gündeme geldiğini görüyor musunuz? Kanımca hayır. Bunun başlıca sebebi olarak
bireysel apolitikleşmeyi görüyorum. Burada kastettiğim bireyin felsefe
ve siyasi bilimlerden, dünyadaki gelişmelerden uzak kalmasıdır. Gerçekçi
ve dürüst olalım; kaç İK’cı K. Marx’ın başyapıtı olan “das Kapital” in
okumasını yapmıştır; vazgeçtim en azından özetini okumuştur. I. Bandın ana
teması olan politik ekonominin eleştirisi (Kritik der politischen Ökonomie)
üzerinde –ille de Marx bağlamında değil- kafa yormayan bir İK’cı, verilen ve
önünde hazır bulduğu öğretilerin (!) ne denli dışına çıkabilir ve ne
şekilde-nasıl zihinsel olarak işin-çalışmanın temel örgüsüne inebilir, çalıştığı
işyerindeki insanları anlayabilir ve
iş ilişkilerini kuramsallaştırabilir?
İşin-çalışmanın paradigmal analizi, alt- ve
üstyapının kişinin “anlaması ve öğrenmesi” ile başlar. Bu İK’nın üzerine alması
icap eden zahmetli, görece zaman alıcı, sabır ve sebat gerektiren bir
sorumluluktur. Örneğin, İK nasıl bordrolama işini yapıyor ve bu önemli bir faaliyet
ise (bazıları, hatta bazı İK’cılar dahi bu işi küçümsemekteler –dayatılmışın
psikolojisi), genele şamil olan iş teori-si(ler)-n-in de aynı şekilde, hatta
daha fazla önemsenmesi gereklidir. Netice itibariyle kuramsalın
yapılandırılması, temel-üst başlık olarak tüm işlevleri kapsamaktadır. İşin
altyapısı insan-emek-üretim ve araçları kapsar. Bu dört unsur maddi ve
somuttur. Üstyapıyı politika ve türetimi mevzuat düzenler. Burada gerek siyasi
iktisat gerekse onun düzenlediği mevzuat ana çemberde devlet erkiyle bağlantılıdır,
ondan neşet eder. Alt çemberde yönlendirici ve hâkim bürokrasi, kamu düzeni ve
alt gruplanmalar yer alır. Alt gruplanmalar arasında en etkin olanı gerektiğinde
devlet erkiyle bürokrasi üzerinden çıkar amaçlı ve faydacı ilişki kurabilen
şirketlerdir. Bu düzlemde tek yönlü ve maddeci davranış ağırlıklıdır: Devletin
ayarlanabilir kontrolü (Kratia) ve üst
sınıf olarak sermaye arasındaki ilişkisel total davranış tarzı. Soğuk savaş
döneminde batı demokrasileri 60’lı yıllardaki gençlik hareketleri, özellikle
komünizm ve sosyalizmin alternatif düzen sunumları ile yükselen değerlere
dönüşmesi siyasette sosyal demokrasi hareketlerine geniş kapılar açmış,
bilhassa Orta ve Kuzey Avrupa’da düzen-sistem dengeleyici bir seçeneği ortaya
çıkarmıştır: Sosyal demokrat partilerin başarılı sosyalleştirme projesini. Bu
sayede çalışan kesimin çekirdeğini ve çoğunluğunu oluşturduğu orta sınıf ve
refah toplumu somutlaşmıştır.
Geçtiğimiz
yıllarda yürütme erkinin atılımıyla gündeme gelen “Ekonomik ve Sosyal Konsey” fikri
olarak olumlu bir proje olmasına karşın, üç toplantının ardından başarısızlığa uğramıştır.
Kanımca, bunun başlıca nedeni tarafların ön yargılı konu yaklaşımı, üst yapıda
yasal dayanağın olmaması, ekonomik durumun negatif etken olarak öne sürülmesi
ve alt yapının toplumsal mutabakat içinde olmamasıdır. Ancak, en azından teorik
olarak bu fikir, tüm bir şirketi kapsayacak sosyalizasyon için ilk adım
olabilir. Burada çıkış noktası, işletme ve kuruluşta “katılım” ilkesinden
hareketle, işveren ve çalışanlar arasında, çalışanlara kuruluşa ilişkin
kararlarda “birlikte belirleme”
hakkının tanınmasıdır. Sosyal bakış açısı ve akademik sosyal reform
düşüncesinin mutabık oldukları husus –liberal ikna olma- çalışanların “fabrikanın
herhangi bir unsuru” değil, eşit haklara sahip vatandaşlar olmalarıdır. Son
derece doğal olan bu durum, yeni zamanlarda bir idealleştirme hatta ütopya
olarak görülebilir. Ancak, bu yönde yapılacak proje temelli çalışmalarda süreç
içinde en azından “asgari müşterekler” elde edilebilir; -hiç olmazsa- böylelikle
işyerlerinde sosyalleşme yönünde ilk adımlar atılabilir.
Özellikle son yıllarda çalışma hayatının pek çok alanında
atılım (başarılı ya da değil) yapan İK’nın sosyalizasyon yönünde de, öncelikle temel
donanım ve yetkinliği içkin kılarak, aksiyon alması “insan onuru, sermaye-emek ve
iktisadi erkin dengelenmesi, demokratik ilkeler” ve toplumsal başka yarar
sağlayıcı gelişmeler açısından yerinde olacaktır.
Not: İK’cılara tavsiyem Almanya’da yıllar süren, Weimarer Republik’te başlayıp, 1979’da Anayasa
Mahkemesi’nin çalışanlara yönelik olarak birlikte belirleme hakkını verdiği karar
(Mitbestimmungsurteil) ve işyerlerindeki yapılanmayı incelemeleri ve
değerlendirmeleridir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder