9 Haziran 2013 Pazar

Batıllaşma-2: Bölümlenen ve Araçsallaşan Maneviyata Dair…

İnsanın manaya dönük yönü olarak adlandırılan ve genelde insan üzerinden yapılan söylemlerde bölümlenen kısımlardan biri olarak bir nevi ayrıştırılan “maneviyat” bahsi, belki anlama açısından pratik bir amaç taşısa da, birçok diğer hususta olabildiği gibi parçalanan öznelliğin, özneler arasının veya nesnelliğin –her nasıl anlıyorsak- özgünlüklerinden uzaklaşmamıza ve süreç içinde alışkanlıklar gibi kısmen zorunluğa ve yapaylığa bürünür. Söz konusu zorunluluk şartların getirdiği baskılama gibi eş anlamları taşımayan, kendiliğinden, tabiatıyla oluşan huy-laşma meyilli, öz devinimli hareket tarzıdır. Bu türden parçalanmanın diğer bir çıkarsaması da indirge(n)medir. Burada indirgemeden kasıt tam olarak, felsefi bir öğreti olanı (reductionism) –her ne kadar bilim öğretisi/teorisi alanına taşındığında (ki kaçınılmazdır), tümevarım gibi, post modernist veya sözde bilimsel (pseudoscience) biçeme bürünme ihtimali bir hayli yüksek olsa da- değil, bireyin zihinsel kopukluğuna ve kısırlaşmasına yol açabilecek olandır. Anlama, kavrama, öğrenme vb. özgünlük barındıran zihinsel yetilerimizi verimsizleştirdiğini düşündüğüm bu tür indirgemelerin insanı, ona has olan derinlikli mana yönüyle de daralttığı, sığlaştırdığı kanısındayım. Yunus’un dediği gibi: “Ne Hak buyruğun tutarsın ne kul sözün işitirsin / Hiç bilmezsin mana nedir, ne dilde çağırmak gerek”; kapsam ve içerik açısından lisanımız, sayemizde genişliğinden ve bütünleyici, barındırıcı zenginliğinden ödün vermiştir. Maddi ya da manevi veya başka şekilde oluşturduğumuz ayırımlar bir yönüyle anlayabilmemiz için kolaylaştırıcı bir düşünceye dayanmakta, ancak diğer yandan ayrılan parçaların ait olduğu bütünlüğün sıklıkla unutulmasına, bütünlükten kopuşumuza sebep olabilmektedir. Yani sorun, mananın bilinçsizce anlamlaştırılmaya çalışılması, bu süreçte mevzunun çok yönlü değerlendirilmesi yerine kısıtlı boyutlarda ele alınması ve dar çerçevesel bir tarzda işlenmesidir. Buna eşlik eden ve çoğunluğunu hafıza marifetiyle zihnimize taşıdığımız, kendimizden ve çevremizden menkul düşünme tarzımız, bakış açılarımız, bilumum kondisyonlarımız (beynimizde köklenip güçlenen, saplantılı-betonlaşmış, erk_sel fikri yapılar) mananın olağan yaratımcı potansiyelini zedelemekte, bize bahşedilen zenginleştirme yetisini de köreltmektedir.

            Bu meyanda, mana üzerinde yapılan ayrışım, bir yandan zihinsel işlevimiz açısından kolaylıklar sağlamakla beraber (örneğin düşünmeye sağlanan analitik işlev), diğer yandan bunun getirisinin zenginlik olduğu şeklinde kavranabiliyor ve tüm bu çeşitlilik hususunda kişiyi olumlu anlamda donatabiliyor -bir arı gibi zehirli-zehirsiz ayrımı yapmadan topladığından lezzetli ve şifa verici balı ürettiği gibi-, her türlü ayrımcılıktan, dışlayıcılıktan, adaletsizlikten, taassuptan, daha özel anlamda batıllaşmadan uzak tutuyor ise; kişinin gerek anlam gerekse yarar içeren değerler üretmesine vesile oluyorsa yaşama değer katacaktır.

Bu konunun asıl önemli yanı unutulmuş olan kadim bir bilginin, hakkın taaddüd (çoğalma, bölümleme) etmeyeceği, yapay olarak edildiği takdirde maneviyatın sömürüsü vasıtasıyla batılın kullanılması temasının (özellikle İbn Haldun’da vücut bulan), sosyal benzeşmeli (analojik) düzlemde tazelenmesi gayesini taşımasıdır. Yine Yunus Emre’den bir dörtlük ile meramımızı sunmaya çalışalım:

“Aşkın odu geldi yüreğim harlar
Âşık olan âr u namusu neyler
Behey Yunus, sana söyleme derler
Ya ben öleyim mi söylemeyince?

Hoşa pek de gitmeyen bir konudur hakikatten bahsetmek. Berlinli bir arkadaşım vardı, şu sözü hoşuma giderdi: “Hakikati söyleyenin kulağını ısırırlar.” Kulağı sık sık ısırılanlar bir süre sonra söylemekten kaçınır hale gelirler, hatta bazıları iç dünyasına döner, bazısı küskünlüğe bürünür, bazısı her şeye rağmen, ama usulü değiştirerek söylemeye devam eder. Söylemek fiili hak, hakikat ile ilgili ise mevzu genellikle hassas-ayrıcalıklı mecralara seyreyler. Özneler arası (intersubjektif) bağlamda konu gelir göreceliliğe kadar dayanır. Görecelik bir nevi nesnelleş(tiril)ir, sanki… Herhangi bir konuda felsefi gelenekten veya gerçekten donanımlı oluştan kopukluk ki, ikincil derece sözde düşünsel diyebileceğim yaklaşım biçemi, sıklıkla çıkmaza girdiğine inanılan ve zayıf-sallantılı hale gelmeye başlayan fikri tartışmamızı kişiselleştirerek, tartışmada yer alan kişisel fikirleri izafiliğe dayandırır ve böylece karşıt görüşleri de aynı düzeye taşır. Zira ağırlıklı yaklaşımımız, münazarada galibin ve mağlubun olması gerektiğine dair saplantımızdır. Oysa bir tartışmanın asli amacı, yararlı, zengin, çözümleyici, geliştirici ve iyileştirici fikirlerin-çıkarımların elde edilmesidir. Ama gelin görün ki, çok kere münazara platformları egoist pehlivanların mücadele çayırına dönüştürülmüştür. Ortaya çıkan paradoksal ‘bana ve sana göre’ tekilliği ya da çoğulluğu olur. Fikri üretkenliği budayan bu yaklaşım, sıkça dillendirilen “renkler ve zevkler tartışılmaz” yaklaşımını andırmaktadır. Ama arada önemli bir fark vardır. Renkler veya zevkler hususunda kişisel keyfiyetten dolayı problem olmamakla, hatta ferdi özgürlük açısından fayda bulunmakla birlikte; geliştirici, iyileştirici ve değerli çıkarımlar yapabileceğimiz eleştirel tabanlı münazaralarda “kolaycı izafileştirmenin” yöntem haline gelmesi başlıca iki yönden duraklatıcı, engelleyici ve dahi buyurganlığa neden olabilir. Epistemolojik açıdan bilhassa karşılaştırılamazlık (incommensurability) teorisinde öne çıkan, vurgulanma gereksinimi duyulan bilgi(ler) ve yapıları arasında yaşam tarzlarından, anlayışlara ve hatta dönemselliklere; kültürlere, medeniyetlere göre değişen farklılıklar, kapsam, içerik, doğruluk ve hakikat açısından birbirlerine karşı herhangi bir üstünlüğe haiz değildirler. Buna göre örneğin antik Yunan’ın çok tanrılı inanç temeline dayalı bireysel-toplumsal tabanlı bilgiler (-ve bunlara özgü praktikalar) ile günümüz arasındaki derin farklılıklar ve bizim her yönden çok ileri ve gerçekçi bir aşamada olduğumuz düşüncesi, söz konusu teoriye göre karşılaştırma, kıyaslama yapılamayacağı gerekçesiyle son derece izafi bir yaklaşımdır. Hatta ağırlıklı olarak Aristo ile temelleri atılan ve günümüz biliminin başlangıç noktası olarak kabul edilen bilginin kategorileştirilmesi, bilginin (teorinin) ayrımlaştırılmasına, böylelikle bilim dışı varsayılanın karşılaştırılmasına yol açmış ve üstünlük kabulünü oluşturmuştur. Bilhassa K. Hübner’in, mitosu, bilim teorileri ve tarihsel bakış açılarından tartışması ve felsefi tartışmalara yeni kapılar açtığından bahisle, ontolojik olarak mitos ve logos tarihsel bakışa göre kendi paylarına haizdirler, biri diğerine göre çürütülebilir, reddedilebilir veya tercih edilebilir değildirler. Çünkü mitos ve logosun ontolojileri karşılaştırabilir değildirler.

            İzafiyetin getirilebileceği bu nokta da, mananın –ki anlamların, anlamlandırmaların zenginliği içerir- geniş anlamda potansiyeli veya gücü ve bütünselliği de indirgenir mi? Kişi bu sorunun yanıtını vermediği müddetçe, mana üzerine olan bakış(lar)ı, yaklaşım(lar)ı ve anlayış(lar)ı, dolayısıyla düşünceleri, fikirleri, tarif ve tanımları ya yüzeysel düzeydedir ya da olası bu derinliği atlamıştır. Veya bu durum sorgulamasına girdiğinde, manaya ilişkin bu problem, aslında problem değildir, yani kişi zamanın moda tabiriyle “kuantum sıçraması” yapmıştır! Asırlardır çeşitli şekillerde, bağlam(lar) örgüsü içinde oluşan ve insandan kaynaklanan zihinsel işlevlerin ve edimlerin insanlığın yaşamını bütün yönleriyle nasıl etkilediği ortadadır; mantıklı, saçma, akıl dolu, anlamlı, anlamsız vs. ne şekilde olursa olsun, tüm yaşanmışlıklar, eylemler veya olaylar, şifahi veya yazılı her türlü üretim ve türetim anlam(lar) içerir ve kapsayıcıdır. Yaratılan her şeyin, her zerrenin ve derinliğin mana ile ilişkisi-ilintisi vardır ve öznel olarak mana, insanı istese de, istemese de sabitesi (Arşimet’e atfedilen, "Bana bir kaldıraç-dayanak/sabite noktası verin, Dünya'yı yerinden oynatayım.") olan maneviyata taşıyacaktır. Ne şekilde varsayılırsa ya da hiçbir biçimde kabul edilmeyecekse de, insan duyular, duygular, düşünceler ve açabileceğimiz her türlü donanımları ile tüm zıtlarıyla birlikte anlam oluşturuyorsa maneviyat ile bağlantılı, yine anlam yönüyle değer oluşturucu ve çok kereler sabitenin türevi sübut (öznel şüphe-siz gerçeklik) ile iç içedir. Dilin kullanımında, izahta, vurgulamada sözlü-sözsüz her türden iletişimde maddi ve manevi ayırımı yapılabilir; ancak bu ayırım eğilimlerin işaret edilmesi veya açıklanması ile ilintilidir. Maneviyattan bahsi sadece inanca, daha radikal bir deyişle dine bağlamak, yüklemek veya mal etmek din sözcüğünün kavramsallığının getirildiği ortam ile yakından ilgilidir. Öncelikle batıda din anlayışı (religion) kurumsallaşma (kilise) nedeniyle, sonrasında ise aydınlanma sürecini müteakip modernite vasıtasıyla dar bir çerçeveye sıkıştırılmış, yaşam içinde bir bölüm haline getirilerek meal olarak daraltılmıştır. Hâlbuki semavi ve diğer bazı  dinlerde, kavram tüm bir yaşamı kapsayan ve tam anlamıyla kişinin yaşam tarzını ifade eden içeriğe haizdir; yani din insanın yaşam tarzıdır. Yoksa onun yaşam tarzının bir kısmı, mütemmim cüz’i değildir. Bu tarz maddeyi de, maneviyi de içerir; her ikisi de yaptığımız ayrıştırmadan bağımsız olarak mana-lar taşır. Öncelliği bireye ilişkindir; sosyolojik anlamdaki kapsayıcılığı dahi bireysel zaviyeden kopuk olarak ele alınamaz (Dinde zorlama yoktur. Artık doğru ile yanlış, birbirinden ayrılmıştır: O halde, şeytani güçlere ve düzenlere (uymayı) reddedenler ve Allah'a inananlar, hiçbir zaman kopmayacak en sağlam mesnede tutunmuşlardır: Zira Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir. Kur’an, 2-256). Bundan dolayıdır ki, Kur’an açıkça “Sizin dininiz size, benimki bana!” (109-6) mealindeki ayetle din kavramının özünü vurgulamıştır. Buna rağmen, genel anlamda bizim için de daraltılmış anlam geçerlidir, din diyanet (religion) mesabesine indirgenmiş; bir zamanlar meleklerin cinsiyetini tartışan içler acısı durumdaki Bizans’ı silen Osmanlı, kahve ve tütün; Türkiye’de ise sağlık-deniz-sakız-oruç ve benzeri tuhaf konular hakkında fetva talepleri olmaktadır. Toplumların anlayışında diyanete indirgenen din siyasete ve getirime, siyaset ve getirim de dine araç kılınmıştır. Bu araçsallaştırma, hakkın batıla veya batılın hakka evrilebilmesinin önünü açmıştır.

Politik açıdan batıllaşma, bir tür hatadan muaf, ilahileştirilmiş, adeta ruhanilik kazandırılan ruhban ideolojisine, klerikal (Fr. cléricalisme) yönetim biçimine, hatta bunu da aşarak yobazlaşmış, yozlaşmış hali ile totaliter gericiliğe (Fr. obscurantisme) dahi dönüşebilir. Bu totaliterlik sadece toplumsal açıdan değil, bireysel eğilim veya grupsal kollektivite şeklinde de tezahür edebilir ve uygulanabilir. Batıl yönetim tarzları, en ileri, en gelişmiş ve modern yaklaşımları, evrenselliği barındırdıklarını ifade ve iddia etseler dahi klikleşmiş, bireyin sinsice baskılanan kontrolüne dayalı sistematik yapılanmaları bünyelerinde oluştururlar. Örtülü-merkezi işletim vasıtasıyla, tavizsiz bir kuşatma ile oluşturdukları yerel-çevresel güç odaklarının marifetiyle tepeden inmeci yönetimselliği hayata geçirirler. Dünya üzerindeki pek çok büyük konsern  (Eng. group of companies), kapitalin hâkimiyet doktrini gereği bu yönetim tarzını tam olarak veya kısmen de olsa yürütmektedir. Kapital hâkimiyet tesis etmeye kilitlenmiş yayılmanın (Eng. imperialism) kutsanmış aracıdır. Alan uluslararası olabileceği gibi örgütsel-örgütler arası da olabilir. Hak ne denli çoğaltılmış, bölümlenmiş ve ayrıştırılmış-ayrımlaştırılmış ise yapaylaşma, çürütme ve karmaşıklık, yani batıla özgü özellikler de o denli güçlü kılınmış olur. Gerçeklik hak ve hakikatin kendisi, aslisi zannedilir. Zan sağlanmış ise, insan öz-gürlüğü o derece indirgenmiş ve dolayısıyla manipüle edilebilir olmuştur. Gerçekliğin çoğulluğu, sömürüyü de çeşitlendirir ve bulanıklaştırır, düzensiz ve sıklıkla değiştirilebilir kategorizasyon kolaylaşır; dilimlenmiş pek çok bilinen, yeni, farklı ve gelişmiş olarak sunulur. Böylelikle insanın "bilgili cahile" evirilmesinin önü iyice ve genişletilmiş şekilde açılır. Dedikodu, söylence, yönlendirilmiş-çarpıtılmış haber vb. dahi bilgi olarak piyasaya sürülür. Batıllaşma, en hoş ambalajlarla arz edilerek hâkim zihniyet haline getirilir. Batıllaşan ortam(lar) ışıltılı, modern (!) görünümlüdür ve rahatlık vaz’eder. Satın alır, satılabilir, tüketilir, tüketir. Batılla içselleşen birey, hakkın, hakikatin zahmetli ve derinlikli karakterine mesafeli durur; bedelini karşılamak istemez. Ama batılın getirisi olan kaygı, korku, tatminsizlik, dumurlaşma, vehim, vesveseleri vb. bedel olarak tam anlamıyla fark edemez. Paranoyaların fikir olduğu sanrısı, hakikat yerine üretilen suretleri de hak sanmalarına yol açabilir (bilhassa son yıllarda gittikçe artan mistikleştirme…).     

Batılın tanınması, bilinmesi gerçeklik, hak ve hakikatin kavranması ve bilinmesi açısından gereklidir. En azından bunu başarabilen birey, “ben hakikatim” ya da en azından “hak ve hakikatin arayıcısıyım” diyebilmelidir. İnsan bu yolda kendi gerçekleşmesini geliştirebildiği, hakikat (içsel) ile gerçeklik (dışsal yansıma) arasındaki bağlantıyı ve farkı kavrayabildiği sürece, bakış açısı, değerlendirme yetisi de gelişecek; hurafeye-kandır(ıl)maya dayalı yaşam tarzı, gerçeklik ve hakikat yönünde olumlu bir dönüşüme adım atabilecektir. Bu türden hurafeceliğin yanında; türbelere, ağaçlara bağlanan çaputların yansıması olan hurafecilik hafif kalır (ikincisi en azından samimidir). İşin en trajik yanı ise, aydınlanmamızın post modern bilgiç, çürüme ve yolsuzluğa meyleden hal-i pür melali batıllaşmayı doğallaştırması ve şişirmesi, buna karşın mana ve maneviyata dair yüzeyselleşmenin bir o kadar yaygınlaşması ve kuvvetlenmesidir. İnsan özgün gelişimini yakinen irdelemelidir. Bağımlılığı artmakta, öz-gürlüğü budanmakta mıdır? Sömürü ve evirilme ile olan ilişkisi nasıl seyretmektedir? Vesaire…  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...