Bir toplumda inşa edilen politik ve sivil alt- ve
üstyapının karakteri o topluma özgü olmalı ve potansiyel her türden
oluşabilecek ayrışımları göz önüne alarak; bunların sözel, kavramsal ve
uygulamayı da kapsayan nötralizasyonunu temin edecek şekilde, geniş taban
yayılımlı toplumsal katılım vasıtasıyla samimiyetle ve yumuşak yönetim tarzında
temelden çatıya her uzamda pratiğinin de saydıklarımızı taşımalıdır. Bu noktada
düşündürücü olan şu problematiğe ilişkin varsayımımız olabilir: Uygulamanın
pragmatikleştirilme riski. Hakikaten de insan evladının edimsele ve
gerçekleştirmeye dair ürettiği en başarılı -beşeri-sosyal paradigma,
yararcılığa (pragmatizme) dayalı olanıdır. Gerçek anlamda rejimin cumhuriyet ve
yönetim tarzının da sürekli gelişime açık –çoğulcu ve katılımcı- demokratik bir
değerler dizini olduğu farz ediliyorsa, bunun icaplarının da her alanda ve
toplumsal katmanlarda içtenlik ve ciddiyetle yerine getirilmesi zorunludur. Bu
da maddi ve manevi her türlü yararın anlam kazanarak, yani sağlam bir değer
oluşturarak, adil bir şekilde her bir bireyin olabildiğince çıkarına uygun olmasıdır.
Bunun mümkün olan en iyi biçimde gerçekleşmesi, entegre edilemeyecek olan
farklı kültürel değerlerin zorlamayla topluma enjekte edilmemesine bağlıdır.
Zorlama ve uyumsuz değer aktarımı, toplumun belirli kısımları için “ana potada
eritilmekten” öteye gidemez. Dünya üzerinde hangi ülkeye bakarsanız bakın,
bunun çok sayıda örnekleri görülecektir. İleri ve gelişmiş ülkelerde özümleme
işlevi çoğunlukla uyum-bütünleşme adı altında örtülmekte ve yukarıda
bahsettiğimiz pragmatiğe rahatlıkla kurban edilmektedir. Aynı şekilde, farklılıklar arz eden karma
kültür-ler-den (Avrupa-batı) alınan, üstlenilen veya aktarılmaya çalışılan
öğelerin tümünün zaten kendi içinde çoklu-karma bir kültür zenginliği
barındıran bir toplumun bütün katmanlarında aynı karşılığı bulması
olanaksızdır.
Örnekseme olarak; iş yaşamında mekânı temsil eden işletmelere
baktığımızda, işveren tarafında yönetim olgusu açısından, bir ülkede olduğu
gibi üstyapının şirket politikaları –ne denli gelişmiş olduğunu bir yana
bırakırsak- tarafından oluşturulduğunu varsayabiliriz. Buna göre, altyapının
oluşturucusu Sivil’e karşılık gelen işgören ve onun girişimleri vasıtasıyla
oluşturulan örgütsel yapının, sivil toplumun temsil karşılığı olduğunu
söyleyebilir miyiz? Bunun bu şekilde olduğunu farz ettiğimiz takdirde, sivillik
ve sendika bağlantısında önemli bir problem baş göstermektedir: Sendika eğer
bir sivil toplum örgütü ve bu bağlamda genel politikaya uzanırken politik
toplumun bir parçası olma gayreti içinde ise, öncelikli olarak işletme bazında
işgörenlerin şirket içi politikalara katılımını ve birlikte belirleme hakkını
kazanmış ya da sağlamış mıdır? Ücret veya sosyal hakların adil ve olabildiğince
eşit olarak kazanımından hiç söz etmiyoruz dahi; zira bunların sağlanması zaten
olması gerekendir. Ama hal öyledir ki, ülkemizdeki sendikalar açısından en
önemli ve adeta tek konu buymuş gibi lanse edilmekte ve maalesef çalışanların
çoğunluğu da bunu kabullenmiş ve bu durum adeta tek rasyonalite haline
gelmiştir. Pek tabii, bunun bu şekilde tezahür etmesi yadsınacak bir şey
değildir, çünkü yegâne sermayesi emeği olan ve geçim sıkıntısı ve işsizlik
korkusunu devamlı enselerinde hisseden insanlar için sosyo-psikolojik açıdan bu
yöne odaklanma reel bir davranıştır; reelin ideale galebesi de olağandır.
Olağan olmayan ideal olarak görülen, addedilen ve kanıksanan ereklerin reel hedeflere
dönüşümünün yapılmaması, buna yönelik çabaların gösterilmemesidir. İnsanın
yaradılışına uygun olarak üretici bir varlık olması ve bunun zorunluluklar
yolunda kullanılması yegâne realite değildir; estetik, sanat, edimlerinde yaşam
sevinci bulma, fikri ve düşünsel üretim, güzellik vs. gerçekliklerde
zorunluluklar yanında severek yaptığımız faaliyetlerdir. Yani insanı sadece
mecburiyetler değil, hoşlandığı ve zevk duyacağı şeyler de sarmalar. Reel ile
ideal arasındaki uçurum yansıması-yanılsaması, insan için olağan olan üretici
gücün, yine insan tarafından icat edilen üretim araçları dolayısıyla işletmesel
aklın üretimi kurnazca teknolojiye eklemlemesi ve insanı geri plana itmesi
neticesinde oluşan algı ve bu doğrultuda oluşan yabancılaşma duygusundan
kaynaklanır. Aslında içinde bulunulan zaman diliminde reel olanın, öncelinde pekâlâ
ideal olduğu ve bugün ideal olarak görülenin yarın reel olabileceği yalın bir
gerçekliktir. Buna göre, ideal de, reel de olasılıklardır ve olanaksızlığa mahkûm
edilmemelidir. Ayrıca, günümüzde reel olarak nitelendirdiklerimiz daha önce
ideal olarak görülenlerdir. Ya da sufilerin deyişiyle; “aslında her şey birer rüya ve hayal mesabesindedir ve dünya âlem-i
imkândır. Ama aynı zamanda bu dünyayı insan açısından zindan kılan
paradokstur.” Marksist teoride önemli ve özel bir konuma haiz olan
yabancılaşma, günümüzde dumurlaşma, mankurtlaşma düzeyine ulaşmıştır. Hatta
düzey tam olarak fark edilemese de kişinin yalnızlaşması aşamasındadır.
Piyasada genel geçer bir tarzda “farkındalık” başlığı altında işlenen temanın
pek çok alt başlıklar içermesine rağmen, bu son derece önemli sendroma hemen
hiç değinmemesi ise dikkat çekicidir. Yabancılaşma ve yalnızlaşma hususunda Dr.
Mustafa Merter’in “Kaliforniya Sendromu” olarak adlandırdığı problem üzerine
yaptığı çalışma ibret vericidir.
Kapitalin şekillendirdiği ve reel politik olarak
adlandırılan ve uygulanmasına azami gayret sarf edilen olgu, ideali
araçsallaştırarak kendi alanı içerisinde kullanmayı ve bu sayede sömürüsüne
soyut-somut nitelikte kaynak sağlamaktadır. Yabancılaşma ve yalnızlaşmanın
eczası olarak sunulan ılımlı-yumuşak yazınlar ve öğretiler, insandaki mana ve
mananın gediğini doldurmak için tüketime sunulmaktadır. İnsanın maneviyatına,
mana ağırlıklı yönüne hitap eden ve bilhassa son otuz yıldır pazarlanarak
piyasa metasına dönüştürülen sosyo ve para-psikolojik,
mistifize saha (new age -din benzeri- akımlar, sektler, yoga, meditasyon ve secret gibi moda-estetik-imaj
aksiyonları, falcılık, ruh-çuluk, çoklu zeka, liderlik vb.) çalışmaları (!)
reel politiğin ideali nasıl bir sömürü aygıtına dönüştürdüğünün misalleridir.
Gerçi anglo sakson-amerikan kökenli politika tezleri, ağırlıklı olarak politika
olgusunu tümevarımsal yöntem doğrultusunda betimler ve pratiğini reel politik
olarak yürütür. Bu meyanda savaş, barış, ekonomi vs. onun parçalarıdır ve
ifadelerini kendi içlerinde bir nevi bağımsız olgular gibi bulurlar. İdealizm
olgusu da reel politika açısından bir parçadır ve ancak bu çerçevede usul-esas
temellendirilerek zıtlaştırılır, ama aynı zamanda amaçlar açısından
meşrulaştırılan araçtır. Yani reel politik, zıt kutba koyduğu her türden
gerçekliği konjonktürel olarak değerlendirir ve kullanır; ötekileştirilen her
şey yeri geldiğinde edimin meşruiyeti için birer araçtır. Politikanın bu
bağlamda uygulandığı ortam-durumlarda her hangi bir sosyo-politik konuda ahlaki
unsurların ön plana alınması ve bunlar üzerinden bir insan-toplum oluşumunun
tasavvuru irrasyonel olarak görülebilir, hatta ötekileştirilebilir ve
reddedilebilir. Nitekim insan ve ilintili olduğu hususlarda sosyal mühendisliğe
dayalı her türlü piyasaya yönelik girişimlere karşı getireceğiniz kritik akılcı
dahi olsa, “realite bu” şeklinde itiraz edilebilir. Örneğin, günümüzde
kanıksanan ‘İnsan Kaynakları’ biriminin adlandırmasında geçen kaynak
kelimesinin insan zihninde uyandırabileceği algıya dayalı anlayışın problemli
olduğu ve bunun insana bakış açısındaki sakilliğin tescili anlamına geldiğinden
hareketle kritikçi bir yaklaşım getirdiğinizde ve bu nitelemenin kritikçi
analizini yaptığınızda; ya burada ismin önemli olmadığı ve mühim olanın içerik
olduğundan, ya da sözde felsefi betimleme olarak bunun zaten böyle olduğu, yani
insanın bir yerde kaynak olduğu ve bunun realite olduğundan dem vurularak
gereksizliği dillendirilmektedir. Hâlbuki kaynak kavramı insanın bulduğu ve
kullanım alanına dâhil ettiği somut-soyut bir emtiadır ve insan tarafından iyi
ya da kötü şekilde kullanılır. Mühendislik kavramı Arapça ‘endaze’ kelimesinden
türemedir ve basit deyişle ölçme-biçme anlamına gelir; insan üretiminin bir
kısmı kavramın kapsama alanına girer, ama insanın bizzat kendisi değil. Birey veya
topluluklar üzerine yapılacak mühendislik çalışmaları malul girişimlerdir, zira
en baştan insanın karmaşıklığı ve hesaplanamaz bir varlık oluşu bunları açık
veya örtülü zorlamaya dayalı kılacaktır. İnsan üzerinde zorlamaya dayalı
uygulamalar mutlaka patlak vermeye ve sonuçta başarısız olmaya mahkûmdurlar. Bundan
dolayı, beşeri-sosyal olgular geniş taban rızasına dayanmıyor ve oluşumu
tabandan tetiklenip, tavanda buna göre şekillenmiyorsa sorunlu ve uyumsuz olmak
durumundadırlar. Bu nedenle, Türkiye’de de sivil ve buna bağlı oluşumlar
periyodik ve kısmi yürütüme haizdirler; gelişimleri ‘sil baştan’ yapılarak “kaybettirilen
eşeğin bulunması” misali, ama bir önceki haline göre daha düşük ve kalitesiz
seviyede yeniden yürürlüğe konur.