26 Haziran 2014 Perşembe

İş’in Teorisi – 7/2: Sivil-lik ve Sendika – Malayaninin Sorgulaması

Bir toplumda inşa edilen politik ve sivil alt- ve üstyapının karakteri o topluma özgü olmalı ve potansiyel her türden oluşabilecek ayrışımları göz önüne alarak; bunların sözel, kavramsal ve uygulamayı da kapsayan nötralizasyonunu temin edecek şekilde, geniş taban yayılımlı toplumsal katılım vasıtasıyla samimiyetle ve yumuşak yönetim tarzında temelden çatıya her uzamda pratiğinin de saydıklarımızı taşımalıdır. Bu noktada düşündürücü olan şu problematiğe ilişkin varsayımımız olabilir: Uygulamanın pragmatikleştirilme riski. Hakikaten de insan evladının edimsele ve gerçekleştirmeye dair ürettiği en başarılı -beşeri-sosyal paradigma, yararcılığa (pragmatizme) dayalı olanıdır. Gerçek anlamda rejimin cumhuriyet ve yönetim tarzının da sürekli gelişime açık –çoğulcu ve katılımcı- demokratik bir değerler dizini olduğu farz ediliyorsa, bunun icaplarının da her alanda ve toplumsal katmanlarda içtenlik ve ciddiyetle yerine getirilmesi zorunludur. Bu da maddi ve manevi her türlü yararın anlam kazanarak, yani sağlam bir değer oluşturarak, adil bir şekilde her bir bireyin olabildiğince çıkarına uygun olmasıdır. Bunun mümkün olan en iyi biçimde gerçekleşmesi, entegre edilemeyecek olan farklı kültürel değerlerin zorlamayla topluma enjekte edilmemesine bağlıdır. Zorlama ve uyumsuz değer aktarımı, toplumun belirli kısımları için “ana potada eritilmekten” öteye gidemez. Dünya üzerinde hangi ülkeye bakarsanız bakın, bunun çok sayıda örnekleri görülecektir. İleri ve gelişmiş ülkelerde özümleme işlevi çoğunlukla uyum-bütünleşme adı altında örtülmekte ve yukarıda bahsettiğimiz pragmatiğe rahatlıkla kurban edilmektedir.  Aynı şekilde, farklılıklar arz eden karma kültür-ler-den (Avrupa-batı) alınan, üstlenilen veya aktarılmaya çalışılan öğelerin tümünün zaten kendi içinde çoklu-karma bir kültür zenginliği barındıran bir toplumun bütün katmanlarında aynı karşılığı bulması olanaksızdır.
Örnekseme olarak; iş yaşamında mekânı temsil eden işletmelere baktığımızda, işveren tarafında yönetim olgusu açısından, bir ülkede olduğu gibi üstyapının şirket politikaları –ne denli gelişmiş olduğunu bir yana bırakırsak- tarafından oluşturulduğunu varsayabiliriz. Buna göre, altyapının oluşturucusu Sivil’e karşılık gelen işgören ve onun girişimleri vasıtasıyla oluşturulan örgütsel yapının, sivil toplumun temsil karşılığı olduğunu söyleyebilir miyiz? Bunun bu şekilde olduğunu farz ettiğimiz takdirde, sivillik ve sendika bağlantısında önemli bir problem baş göstermektedir: Sendika eğer bir sivil toplum örgütü ve bu bağlamda genel politikaya uzanırken politik toplumun bir parçası olma gayreti içinde ise, öncelikli olarak işletme bazında işgörenlerin şirket içi politikalara katılımını ve birlikte belirleme hakkını kazanmış ya da sağlamış mıdır? Ücret veya sosyal hakların adil ve olabildiğince eşit olarak kazanımından hiç söz etmiyoruz dahi; zira bunların sağlanması zaten olması gerekendir. Ama hal öyledir ki, ülkemizdeki sendikalar açısından en önemli ve adeta tek konu buymuş gibi lanse edilmekte ve maalesef çalışanların çoğunluğu da bunu kabullenmiş ve bu durum adeta tek rasyonalite haline gelmiştir. Pek tabii, bunun bu şekilde tezahür etmesi yadsınacak bir şey değildir, çünkü yegâne sermayesi emeği olan ve geçim sıkıntısı ve işsizlik korkusunu devamlı enselerinde hisseden insanlar için sosyo-psikolojik açıdan bu yöne odaklanma reel bir davranıştır; reelin ideale galebesi de olağandır. Olağan olmayan ideal olarak görülen, addedilen ve kanıksanan ereklerin reel hedeflere dönüşümünün yapılmaması, buna yönelik çabaların gösterilmemesidir. İnsanın yaradılışına uygun olarak üretici bir varlık olması ve bunun zorunluluklar yolunda kullanılması yegâne realite değildir; estetik, sanat, edimlerinde yaşam sevinci bulma, fikri ve düşünsel üretim, güzellik vs. gerçekliklerde zorunluluklar yanında severek yaptığımız faaliyetlerdir. Yani insanı sadece mecburiyetler değil, hoşlandığı ve zevk duyacağı şeyler de sarmalar. Reel ile ideal arasındaki uçurum yansıması-yanılsaması, insan için olağan olan üretici gücün, yine insan tarafından icat edilen üretim araçları dolayısıyla işletmesel aklın üretimi kurnazca teknolojiye eklemlemesi ve insanı geri plana itmesi neticesinde oluşan algı ve bu doğrultuda oluşan yabancılaşma duygusundan kaynaklanır. Aslında içinde bulunulan zaman diliminde reel olanın, öncelinde pekâlâ ideal olduğu ve bugün ideal olarak görülenin yarın reel olabileceği yalın bir gerçekliktir. Buna göre, ideal de, reel de olasılıklardır ve olanaksızlığa mahkûm edilmemelidir. Ayrıca, günümüzde reel olarak nitelendirdiklerimiz daha önce ideal olarak görülenlerdir. Ya da sufilerin deyişiyle; “aslında her şey birer rüya ve hayal mesabesindedir ve dünya âlem-i imkândır. Ama aynı zamanda bu dünyayı insan açısından zindan kılan paradokstur.” Marksist teoride önemli ve özel bir konuma haiz olan yabancılaşma, günümüzde dumurlaşma, mankurtlaşma düzeyine ulaşmıştır. Hatta düzey tam olarak fark edilemese de kişinin yalnızlaşması aşamasındadır. Piyasada genel geçer bir tarzda “farkındalık” başlığı altında işlenen temanın pek çok alt başlıklar içermesine rağmen, bu son derece önemli sendroma hemen hiç değinmemesi ise dikkat çekicidir. Yabancılaşma ve yalnızlaşma hususunda Dr. Mustafa Merter’in “Kaliforniya Sendromu” olarak adlandırdığı problem üzerine yaptığı çalışma ibret vericidir.
Kapitalin şekillendirdiği ve reel politik olarak adlandırılan ve uygulanmasına azami gayret sarf edilen olgu, ideali araçsallaştırarak kendi alanı içerisinde kullanmayı ve bu sayede sömürüsüne soyut-somut nitelikte kaynak sağlamaktadır. Yabancılaşma ve yalnızlaşmanın eczası olarak sunulan ılımlı-yumuşak yazınlar ve öğretiler, insandaki mana ve mananın gediğini doldurmak için tüketime sunulmaktadır. İnsanın maneviyatına, mana ağırlıklı yönüne hitap eden ve bilhassa son otuz yıldır pazarlanarak piyasa metasına dönüştürülen sosyo ve para-psikolojik, mistifize saha (new age -din benzeri- akımlar, sektler, yoga, meditasyon ve secret gibi moda-estetik-imaj aksiyonları, falcılık, ruh-çuluk, çoklu zeka, liderlik vb.) çalışmaları (!) reel politiğin ideali nasıl bir sömürü aygıtına dönüştürdüğünün misalleridir. Gerçi anglo sakson-amerikan kökenli politika tezleri, ağırlıklı olarak politika olgusunu tümevarımsal yöntem doğrultusunda betimler ve pratiğini reel politik olarak yürütür. Bu meyanda savaş, barış, ekonomi vs. onun parçalarıdır ve ifadelerini kendi içlerinde bir nevi bağımsız olgular gibi bulurlar. İdealizm olgusu da reel politika açısından bir parçadır ve ancak bu çerçevede usul-esas temellendirilerek zıtlaştırılır, ama aynı zamanda amaçlar açısından meşrulaştırılan araçtır. Yani reel politik, zıt kutba koyduğu her türden gerçekliği konjonktürel olarak değerlendirir ve kullanır; ötekileştirilen her şey yeri geldiğinde edimin meşruiyeti için birer araçtır. Politikanın bu bağlamda uygulandığı ortam-durumlarda her hangi bir sosyo-politik konuda ahlaki unsurların ön plana alınması ve bunlar üzerinden bir insan-toplum oluşumunun tasavvuru irrasyonel olarak görülebilir, hatta ötekileştirilebilir ve reddedilebilir. Nitekim insan ve ilintili olduğu hususlarda sosyal mühendisliğe dayalı her türlü piyasaya yönelik girişimlere karşı getireceğiniz kritik akılcı dahi olsa, “realite bu” şeklinde itiraz edilebilir. Örneğin, günümüzde kanıksanan ‘İnsan Kaynakları’ biriminin adlandırmasında geçen kaynak kelimesinin insan zihninde uyandırabileceği algıya dayalı anlayışın problemli olduğu ve bunun insana bakış açısındaki sakilliğin tescili anlamına geldiğinden hareketle kritikçi bir yaklaşım getirdiğinizde ve bu nitelemenin kritikçi analizini yaptığınızda; ya burada ismin önemli olmadığı ve mühim olanın içerik olduğundan, ya da sözde felsefi betimleme olarak bunun zaten böyle olduğu, yani insanın bir yerde kaynak olduğu ve bunun realite olduğundan dem vurularak gereksizliği dillendirilmektedir. Hâlbuki kaynak kavramı insanın bulduğu ve kullanım alanına dâhil ettiği somut-soyut bir emtiadır ve insan tarafından iyi ya da kötü şekilde kullanılır. Mühendislik kavramı Arapça ‘endaze’ kelimesinden türemedir ve basit deyişle ölçme-biçme anlamına gelir; insan üretiminin bir kısmı kavramın kapsama alanına girer, ama insanın bizzat kendisi değil. Birey veya topluluklar üzerine yapılacak mühendislik çalışmaları malul girişimlerdir, zira en baştan insanın karmaşıklığı ve hesaplanamaz bir varlık oluşu bunları açık veya örtülü zorlamaya dayalı kılacaktır. İnsan üzerinde zorlamaya dayalı uygulamalar mutlaka patlak vermeye ve sonuçta başarısız olmaya mahkûmdurlar. Bundan dolayı, beşeri-sosyal olgular geniş taban rızasına dayanmıyor ve oluşumu tabandan tetiklenip, tavanda buna göre şekillenmiyorsa sorunlu ve uyumsuz olmak durumundadırlar. Bu nedenle, Türkiye’de de sivil ve buna bağlı oluşumlar periyodik ve kısmi yürütüme haizdirler; gelişimleri ‘sil baştan’ yapılarak “kaybettirilen eşeğin bulunması” misali, ama bir önceki haline göre daha düşük ve kalitesiz seviyede yeniden yürürlüğe konur.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...