Türkiye’de dillendirilen sivil-leşme ve sendika sözcüklerinin, olgunun kendisi ve çıkış yeri olan
Avrupa kıtasının göbeği ile ilişkilendirilmesi sonucu yapacağımız çıkarımın
basit tarifi şudur: Bizdeki durum, oradaki temel alındığında malayanidir. Bu
kısa ve öz tanımlama herhangi bir suç yüklemli itham içermez; sadece vakıanın
ikrarıdır. İş’in araştırma-irdeleme mantığı açısından, emeğin çok yönlü
sentetik kapsamı içinde yer alan birbiriyle ilintili bu iki olgunun
niteliği/kalitesi önemli olmakla beraber, mübalağalı ifademiz de kavramsal
dengeleme için olmazsa olmazlardandır. Baştan belirtmekte yarar gördüğümüz ve
İş’in Teorisine dair en önemli noktalardan biri, mevzunun ahlaki yönünün
sorgulamada merkeze taşınmasıdır. Emeğin, gerek çalışan gerekse çalıştıran için
öncelliği ahlaki duruş ve davranışlarda taban bulmasıdır. Yoksa emeğe ilişkin
gelişimin tarihsel veya her türlü insani birikime dayalı okuması, temel
üzerindeki yapılanmanın bir nevi tahlilidir. Bu topraklarda köşe yazarı-gazete
ağırlıklı entelektüel yansıma (kaynağı ve esinlenimi bulvar gazeteciliğinden
kaynaklanan) tabiatı edindiği üzere, beşeri-sosyal
olgularda, son yıllarda zaten bir hayli popüler olan içeriye dönük tarihçiliğin
de kolaycılığıyla ikincil okumayı öncel kılmaktadır. Bunu da derinliğine analiz
olarak sunmaktadır. Her nedense analitik düşünce yönteminin neredeyse
kutsandığı ülkemizde işin tuhafı analitik düşünce tarzının ne olduğu da tam
olarak bilinmeden dillere pelesenk olmuştur. En basit deyişle analitik düşünce
tarzının belirleyici özelliği, kavramlar arasına sınır çizgileri çizmek koşulu
genellenen tabirin gölgesindedir. Bu yapılmadığı sürece, kavram karmaşası
denilen maraz yakamızı bırakmayacak, üstüne üstlük gelişigüzel düşünmemizi
bazen felsefi, bazen ise bilimsel olarak nitelendirme alışkanlığımız bertaraf
edilemeyecektir. Bu çarpıklık bir toplum için son derece önemli olduğu halde,
bizler bu hasletin bizi nereye taşıdığını ve ciddiyetini idrak edememekteyiz.
Belagatin inceliği ve belirli bir vasatta da olsa kişi tarafından bu hususta yetkinliğine
haiz olunması değerlidir; ancak malayaniyi üreten retorik ve/veya edim kişi
için zararlı olması bir yana, bir toplumu da yavaş ve sinsi bir akışla çöküşe
götürür. İşte bu yazının başlığında yer alan ‘malayani’ ibaresi de tam bu
noktaya parmak basmayı amaçlamaktadır: Bu yazı da dâhil, her nerede malayaniye
ilişkin bir belirti gördüğümüzde, derin bir nefes alınmalı ve iyice
düşünülmelidir. Layığı veçhile yerine getirilmeyen, gerçekleştirilmeyen
toplumsal olguların abartılması, bilinçli veya bilinçsiz cahilliğin varlık
bulmasıdır; yani malayaninin, hatta yalanın ve batılın…
Yazarçizerinin birçoğunun ‘Hakikat’le ‘Doğru’yu, ‘Gerçek’le ‘Hakikat’i ve ‘Gerçeklik’
ile ‘Gerçeği’ ayırt edememekten özürlü olduğu bir iklimde, kuramsalda başlayan
yetersizlik uygulamada karmaşaya ve bundan çıkılamadığı andan itibaren de
yalana veya en iyi ihtimalle malayaniye dönüşecektir. Said Nursi’ye göre, “…dünyanın üç yüzü vardır. Birisi İlâhî
isimlere ayna olma yönü, diğeri ahirete tarla olma ciheti, üçüncüsü de dünyanın
zevk ve safa, oyun ve eğlence tarafıdır. İşte bu tasnifteki ilk ikiye girmeyen
her iş, her faaliyet, her konuşma malayanidir.”
İş’in teorisinin olabildiğince kuşattığı çalışma dünyasında ve ilintili
sahalarda önemli bir yer tutan “Sivil ve Sendika” olguları da ülkemizde
uygulama yönüyle boşlukta sallanan söylencelerdir; aynı durum kurumlaştırılmaya
tabi tutulan oluşa yatkın birçok kavram için de geçerlidir: Hukukun üstünlüğü,
katılımcı yönetim-demokrasi, çoğulculuk, fırsat eşitliği, hür teşebbüs, din ve
vicdan hürriyeti, sosyal devlet, kuvvetler ayrılığı vd. Bir tarafta bunlar
üzerine yüz kızarmadan atılıp tutulması rezillik, diğer yandan samimiyetle
bunlara inanarak görüş belirtmek ise traji komik, ahmakça bir haldir.
Konumuzun başlığındaki sivil-lik gerek süreçsel gerekse sonuç olarak
sendika olgusunun sağlayıcısıdır. “Sendika mahiyeti”nin kalite düzeyi sivilin düzeyine
bağ(ım)lıdır. Bundan dolayı, Türkiye’de şikâyet konusu olan sendikal duruş ve
bundan neşet eden davranış ve eylemlerin şu anda içinde bulunduğu düzeyi olumlu
anlamda geliştirebilmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Ne kadar sivil-lik o
kadar sendika veya STK’lar. Ancak burada gözden kaçmaması gereken şey, sendika
varlığını besleyen işgören çıkarlarının şekillendireceği bireysel ve
birliktelik tutumundaki zayıflık ve bu zayıflığa hem neden olan hem de onu semirten
iş kaybetme korkusudur.
Sivil sözcüğü
dil köken olarak 14. Yy. sonuna, eski Fransızcadaki “civilien” kelimesine dayanır ve “sivil
hukuk” kavramıyla temellendirilmiştir (daha öncesinde Latincedeki “civilis” veya “civis”, -Türkçedeki karşılığı ‘vatandaş’- sözcüklerinden türemedir). Kısaca
ifade etmek gerekirse sivil, savaştan muaf tutulan, uluslararası hukukta herhangi bir ülkenin silahlı kuvvetlerine veya diğer silahlı gruplara mensup olmayan kişilerdir.
Siviller herhangi bir muharebede silahlı çatışmaya girmezler. Kapitalist
süreçle beraber sivil sözcüğü toplumsal karaktere bürünmüştür. Avrupa’nın
belirli bir kısmında (mahsusen Almanya ve İngiltere) yeni bir orta sınıf olarak
gelişen ve ekonomik gücü elde eden burjuvazinin feodal düzen içinde siyasi
özgürlüğe giden yolda söz hakkını ve özellikle mülkiyet hakkı üzerinde kurulan
bir sözleşmenin de kazanılmasıyla sivil toplum kavramı günümüzdeki kapsamına ve
etkinliğine erişmiştir. 20. Yy.’da bilhassa işçi sınıfının mücadeleleri
sonucunda evrimini olgunlaştıran sendika olgusu ile günümüzdeki konumlanmasını
sağlamıştır. Günümüzde de rahatlıkla fark edileceği üzere kapital-izm ile sivil toplumun gelişimi
birbiriyle paralellik arz etmektedir.
Görüşümüzce, sivil toplumun başlıca doğal ereği, açık toplumun
şekillendirici aktörlerinden biri olmaktır. Bundan hareketle sivil, demokratik
gelişimin mümkün olabildiğince olumlu yönde ilerlemesine katkı yapmakla ve tüm
mahlûkatın hakları için, en başta “insanca yaşamak”, yani her hâlükârda zulmün
her türünün bertarafı ve baş göstermemesi için son derece hassas davranmakla ve
aksiyon almakla sorumludur. Mesuliyet ve her yönüyle hesap verilebilirlik
başlıca ahlaki duruş ilkelerindendir. Ancak, bu betimlememize karşın baskın
anlayış, sivilin ekonomik vasata erişmesi ve bunu geçmesini müteakip
oluşturduğu toplumun, yani sivil toplumun, ihtiyaçların giderildiği bir toplum
olmasıdır. Bunun bir üst aşaması ve asli ereğin temsili ise politik toplum
olmaktır. Politik toplum ise, sivil toplum içindeki hâkim sınıfların oluşturduğu
toplumdur; yani politik toplum üstyapıyı, sivil toplum ise alt yapıyı temsil
ederler. Peki, böyle bir toplumsal yapının oluşabilmesi hangi koşulları
gerektirmektedir? Bunun gerçekleştirilebilmesi öncelikle insanın meydana
getirdiği en devâsa, somut ve soyut geçişkenliğe haiz aygıtın, yani devletin
sahip olduğu erkin ruhsatlandırdığı iktidarın ve hukukun bölümlenmesini
gerektirir. Bir de İdris Küçükömer’in bahsettiği gibi, “…sivil toplum yapıları
alt tabakada yer alanların
burjuvazi sınıfına özenmeleri sonucu üst yapıya doğru çıkma arzularının bir
sonucu olarak gelişip yayılmıştır”.
Sivilin iktidarda pay
sahibi olması, iktidar olgusunun yapılan(dırıl)masına bağlı olduğu gibi, birey
bilincinin ve bunun üzerinde temellenen zihniyetin, ama nihayetinde toplum
olmanın ve kolektif zihniyet yapılarının tiplemelerine de bağlıdır. Sivilin,
savaş ile bağlantısı ve bunun oluşturduğu illiyete göre konumlanması durumu
daha sarih bir hale büründürür. Savaştan muafiyet aynı zamanda tek biçimli (uniform)
olmamaktır. Bunun bir toplumdaki en belirgin ayrışımı, bireyin devlet
mekanizmasının en önemli kurumlaşması olan bürokrasiye olan duruşudur. Bir
ülkenin bürokrasisindeki en güçlü yapı taşı askeriyedir. Askeriye iktidar
olgusunun merkezinde yer alan güç, nüfuz ve velayetin, yani otoriteye malik ve
sahip olmanın en somut birimidir; çünkü ürkütücü, caydırıcı ve tahrip edici
mekanizmaya, yani silaha sahip olandır. Bu büyük bir avantaj olmakla beraber, bunun
sevk ve idaresi, her zaman dezavantaja dönüştürülebilecek avantajlı konumu
muhafaza için çok daha önemli ve ön plandadır. Bunun için her ne kadar kendi
bürokrasisi de olan askeri kurum, kendi içinde olabildiğince muktedir bir
merkeze ve daha da mühimi geniş tabanlı bir yapı olan kendi dışındaki
bürokrasinin de güçlü desteğine muhtaçtır. Bunun sağlanamaması, askeri gücü
eksik ve etkisiz kılar. Türkiye’de silahlı kuvvetlerin iktidarı ele geçirmesi
ve onun üzerinde her zaman sallanan bir sarkaç olması (proteryen özelliği),
ancak bürokratik mekanizmaların ve sözde bazı sivillerin (!) omuz vermesiyle
sağlanabilmiştir. Yoksa dünyanın hiçbir yerinde tek başına bir ordunun iç
dinamiklerin şekillendiricisi olabilmesi ya da kendisi üzerindeki dış
dinamiklerin etkisini idare edebilmesi mümkün değildir.
Politik
toplum gayesine odaklanan ve bunu neredeyse yegâne odak hedef olarak gören
sivil toplum girişimleri, karşılarında bölünmeye rıza göstermeyecek bir iktidar
bulacaklardır. Sivil girişim, sivil anlayışı ve bunun üzerinden oluşturulan
sivil nitelikli örgütlerin oluşturulması yönünde çaba gösterir. Ama diğer
yandan şu realite asla unutulmamalıdır: Farklı düşüncelerin uygulamaya aktarımı, bireyin düşünsel ve edimsel
gelişiminin engellenmemesine bağlıdır. Ancak, Türkiye deki merkeziyetçilikten beslenen
siyasal yönetim ile mevcut üretim ilişkilerinin çakışmasının ürünü olan hantal
bürokrasi sivil nitelikteki örgütlenmelerin önünü kesen en önemli etkendir. Gerçi,
ülkemiz, Küçükömer’in son derece isabetli tespitiyle, büyük bir imparatorluğun merkezi siyasal
yönetiminin geleneği üzerinden hareketle, düşük yoğunluklu da olsa mevcut üretim
ilişkilerinin çakışmasında; yani, bürokrasinin etkisinde halen kalmayı
sürdürdüğü için sivil toplum ihtiyacını ve arzusunu tam olarak
gerçekleştirememiştir.
Emeğinize sağlık. Günümüze çok güzel bir şekilde ayna tutmuşsunuz.
YanıtlaSil