21 Haziran 2014 Cumartesi

İş’in Teorisi – 7/1: Sivil-lik ve Sendika – Malayaninin Sorgulaması

Türkiye’de dillendirilen sivil-leşme ve sendika sözcüklerinin, olgunun kendisi ve çıkış yeri olan Avrupa kıtasının göbeği ile ilişkilendirilmesi sonucu yapacağımız çıkarımın basit tarifi şudur: Bizdeki durum, oradaki temel alındığında malayanidir. Bu kısa ve öz tanımlama herhangi bir suç yüklemli itham içermez; sadece vakıanın ikrarıdır. İş’in araştırma-irdeleme mantığı açısından, emeğin çok yönlü sentetik kapsamı içinde yer alan birbiriyle ilintili bu iki olgunun niteliği/kalitesi önemli olmakla beraber, mübalağalı ifademiz de kavramsal dengeleme için olmazsa olmazlardandır. Baştan belirtmekte yarar gördüğümüz ve İş’in Teorisine dair en önemli noktalardan biri, mevzunun ahlaki yönünün sorgulamada merkeze taşınmasıdır. Emeğin, gerek çalışan gerekse çalıştıran için öncelliği ahlaki duruş ve davranışlarda taban bulmasıdır. Yoksa emeğe ilişkin gelişimin tarihsel veya her türlü insani birikime dayalı okuması, temel üzerindeki yapılanmanın bir nevi tahlilidir. Bu topraklarda köşe yazarı-gazete ağırlıklı entelektüel yansıma (kaynağı ve esinlenimi bulvar gazeteciliğinden kaynaklanan)  tabiatı edindiği üzere, beşeri-sosyal olgularda, son yıllarda zaten bir hayli popüler olan içeriye dönük tarihçiliğin de kolaycılığıyla ikincil okumayı öncel kılmaktadır. Bunu da derinliğine analiz olarak sunmaktadır. Her nedense analitik düşünce yönteminin neredeyse kutsandığı ülkemizde işin tuhafı analitik düşünce tarzının ne olduğu da tam olarak bilinmeden dillere pelesenk olmuştur. En basit deyişle analitik düşünce tarzının belirleyici özelliği, kavramlar arasına sınır çizgileri çizmek koşulu genellenen tabirin gölgesindedir. Bu yapılmadığı sürece, kavram karmaşası denilen maraz yakamızı bırakmayacak, üstüne üstlük gelişigüzel düşünmemizi bazen felsefi, bazen ise bilimsel olarak nitelendirme alışkanlığımız bertaraf edilemeyecektir. Bu çarpıklık bir toplum için son derece önemli olduğu halde, bizler bu hasletin bizi nereye taşıdığını ve ciddiyetini idrak edememekteyiz. Belagatin inceliği ve belirli bir vasatta da olsa kişi tarafından bu hususta yetkinliğine haiz olunması değerlidir; ancak malayaniyi üreten retorik ve/veya edim kişi için zararlı olması bir yana, bir toplumu da yavaş ve sinsi bir akışla çöküşe götürür. İşte bu yazının başlığında yer alan ‘malayani’ ibaresi de tam bu noktaya parmak basmayı amaçlamaktadır: Bu yazı da dâhil, her nerede malayaniye ilişkin bir belirti gördüğümüzde, derin bir nefes alınmalı ve iyice düşünülmelidir. Layığı veçhile yerine getirilmeyen, gerçekleştirilmeyen toplumsal olguların abartılması, bilinçli veya bilinçsiz cahilliğin varlık bulmasıdır; yani malayaninin, hatta yalanın ve batılın…
Yazarçizerinin birçoğunun ‘Hakikat’le ‘Doğru’yu, ‘Gerçek’le ‘Hakikat’i ve ‘Gerçeklik’ ile ‘Gerçeği’ ayırt edememekten özürlü olduğu bir iklimde, kuramsalda başlayan yetersizlik uygulamada karmaşaya ve bundan çıkılamadığı andan itibaren de yalana veya en iyi ihtimalle malayaniye dönüşecektir. Said Nursi’ye göre, “…dünyanın üç yüzü vardır. Birisi İlâhî isimlere ayna olma yönü, diğeri ahirete tarla olma ciheti, üçüncüsü de dünyanın zevk ve safa, oyun ve eğlence tarafıdır. İşte bu tasnifteki ilk ikiye girmeyen her iş, her faaliyet, her konuşma malayanidir.”
İş’in teorisinin olabildiğince kuşattığı çalışma dünyasında ve ilintili sahalarda önemli bir yer tutan “Sivil ve Sendika” olguları da ülkemizde uygulama yönüyle boşlukta sallanan söylencelerdir; aynı durum kurumlaştırılmaya tabi tutulan oluşa yatkın birçok kavram için de geçerlidir: Hukukun üstünlüğü, katılımcı yönetim-demokrasi, çoğulculuk, fırsat eşitliği, hür teşebbüs, din ve vicdan hürriyeti, sosyal devlet, kuvvetler ayrılığı vd. Bir tarafta bunlar üzerine yüz kızarmadan atılıp tutulması rezillik, diğer yandan samimiyetle bunlara inanarak görüş belirtmek ise traji komik, ahmakça bir haldir.
Konumuzun başlığındaki sivil-lik gerek süreçsel gerekse sonuç olarak sendika olgusunun sağlayıcısıdır. “Sendika mahiyeti”nin kalite düzeyi sivilin düzeyine bağ(ım)lıdır. Bundan dolayı, Türkiye’de şikâyet konusu olan sendikal duruş ve bundan neşet eden davranış ve eylemlerin şu anda içinde bulunduğu düzeyi olumlu anlamda geliştirebilmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Ne kadar sivil-lik o kadar sendika veya STK’lar. Ancak burada gözden kaçmaması gereken şey, sendika varlığını besleyen işgören çıkarlarının şekillendireceği bireysel ve birliktelik tutumundaki zayıflık ve bu zayıflığa hem neden olan hem de onu semirten iş kaybetme korkusudur. 
Sivil sözcüğü dil köken olarak 14. Yy. sonuna, eski Fransızcadaki “civilien” kelimesine dayanır ve “sivil hukuk” kavramıyla temellendirilmiştir (daha öncesinde Latincedeki “civilis” veya “civis”, -Türkçedeki karşılığı ‘vatandaş’- sözcüklerinden türemedir). Kısaca ifade etmek gerekirse sivil, savaştan muaf tutulan, uluslararası hukukta herhangi bir ülkenin silahlı kuvvetlerine veya diğer silahlı gruplara mensup olmayan kişilerdir. Siviller herhangi bir muharebede silahlı çatışmaya girmezler. Kapitalist süreçle beraber sivil sözcüğü toplumsal karaktere bürünmüştür. Avrupa’nın belirli bir kısmında (mahsusen Almanya ve İngiltere) yeni bir orta sınıf olarak gelişen ve ekonomik gücü elde eden burjuvazinin feodal düzen içinde siyasi özgürlüğe giden yolda söz hakkını ve özellikle mülkiyet hakkı üzerinde kurulan bir sözleşmenin de kazanılmasıyla sivil toplum kavramı günümüzdeki kapsamına ve etkinliğine erişmiştir. 20. Yy.’da bilhassa işçi sınıfının mücadeleleri sonucunda evrimini olgunlaştıran sendika olgusu ile günümüzdeki konumlanmasını sağlamıştır. Günümüzde de rahatlıkla fark edileceği üzere kapital-izm ile sivil toplumun gelişimi birbiriyle paralellik arz etmektedir.
Görüşümüzce, sivil toplumun başlıca doğal ereği, açık toplumun şekillendirici aktörlerinden biri olmaktır. Bundan hareketle sivil, demokratik gelişimin mümkün olabildiğince olumlu yönde ilerlemesine katkı yapmakla ve tüm mahlûkatın hakları için, en başta “insanca yaşamak”, yani her hâlükârda zulmün her türünün bertarafı ve baş göstermemesi için son derece hassas davranmakla ve aksiyon almakla sorumludur. Mesuliyet ve her yönüyle hesap verilebilirlik başlıca ahlaki duruş ilkelerindendir. Ancak, bu betimlememize karşın baskın anlayış, sivilin ekonomik vasata erişmesi ve bunu geçmesini müteakip oluşturduğu toplumun, yani sivil toplumun, ihtiyaçların giderildiği bir toplum olmasıdır. Bunun bir üst aşaması ve asli ereğin temsili ise politik toplum olmaktır. Politik toplum ise, sivil toplum içindeki hâkim sınıfların oluşturduğu toplumdur; yani politik toplum üstyapıyı, sivil toplum ise alt yapıyı temsil ederler. Peki, böyle bir toplumsal yapının oluşabilmesi hangi koşulları gerektirmektedir? Bunun gerçekleştirilebilmesi öncelikle insanın meydana getirdiği en devâsa, somut ve soyut geçişkenliğe haiz aygıtın, yani devletin sahip olduğu erkin ruhsatlandırdığı iktidarın ve hukukun bölümlenmesini gerektirir. Bir de İdris Küçükömer’in bahsettiği gibi, “…sivil toplum yapıları alt tabakada yer alanların burjuvazi sınıfına özenmeleri sonucu üst yapıya doğru çıkma arzularının bir sonucu olarak gelişip yayılmıştır”.
Sivilin iktidarda pay sahibi olması, iktidar olgusunun yapılan(dırıl)masına bağlı olduğu gibi, birey bilincinin ve bunun üzerinde temellenen zihniyetin, ama nihayetinde toplum olmanın ve kolektif zihniyet yapılarının tiplemelerine de bağlıdır. Sivilin, savaş ile bağlantısı ve bunun oluşturduğu illiyete göre konumlanması durumu daha sarih bir hale büründürür. Savaştan muafiyet aynı zamanda tek biçimli (uniform) olmamaktır. Bunun bir toplumdaki en belirgin ayrışımı, bireyin devlet mekanizmasının en önemli kurumlaşması olan bürokrasiye olan duruşudur. Bir ülkenin bürokrasisindeki en güçlü yapı taşı askeriyedir. Askeriye iktidar olgusunun merkezinde yer alan güç, nüfuz ve velayetin, yani otoriteye malik ve sahip olmanın en somut birimidir; çünkü ürkütücü, caydırıcı ve tahrip edici mekanizmaya, yani silaha sahip olandır. Bu büyük bir avantaj olmakla beraber, bunun sevk ve idaresi, her zaman dezavantaja dönüştürülebilecek avantajlı konumu muhafaza için çok daha önemli ve ön plandadır. Bunun için her ne kadar kendi bürokrasisi de olan askeri kurum, kendi içinde olabildiğince muktedir bir merkeze ve daha da mühimi geniş tabanlı bir yapı olan kendi dışındaki bürokrasinin de güçlü desteğine muhtaçtır. Bunun sağlanamaması, askeri gücü eksik ve etkisiz kılar. Türkiye’de silahlı kuvvetlerin iktidarı ele geçirmesi ve onun üzerinde her zaman sallanan bir sarkaç olması (proteryen özelliği), ancak bürokratik mekanizmaların ve sözde bazı sivillerin (!) omuz vermesiyle sağlanabilmiştir. Yoksa dünyanın hiçbir yerinde tek başına bir ordunun iç dinamiklerin şekillendiricisi olabilmesi ya da kendisi üzerindeki dış dinamiklerin etkisini idare edebilmesi mümkün değildir.
Politik toplum gayesine odaklanan ve bunu neredeyse yegâne odak hedef olarak gören sivil toplum girişimleri, karşılarında bölünmeye rıza göstermeyecek bir iktidar bulacaklardır. Sivil girişim, sivil anlayışı ve bunun üzerinden oluşturulan sivil nitelikli örgütlerin oluşturulması yönünde çaba gösterir. Ama diğer yandan şu realite asla unutulmamalıdır: Farklı düşüncelerin uygulamaya aktarımı, bireyin düşünsel ve edimsel gelişiminin engellenmemesine bağlıdır. Ancak,  Türkiye deki merkeziyetçilikten beslenen siyasal yönetim ile mevcut üretim ilişkilerinin çakışmasının ürünü olan hantal bürokrasi sivil nitelikteki örgütlenmelerin önünü kesen en önemli etkendir. Gerçi, ülkemiz, Küçükömer’in son derece isabetli tespitiyle,  büyük bir imparatorluğun merkezi siyasal yönetiminin geleneği üzerinden hareketle, düşük yoğunluklu da olsa mevcut üretim ilişkilerinin çakışmasında; yani, bürokrasinin etkisinde halen kalmayı sürdürdüğü için sivil toplum ihtiyacını ve arzusunu tam olarak gerçekleştirememiştir.



1 yorum:

  1. Emeğinize sağlık. Günümüze çok güzel bir şekilde ayna tutmuşsunuz.

    YanıtlaSil

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...