Garip
mi yoksa olağan mı; olması gerekenin olması hangisidir? Çok az, nadiren ya da
“oldukça sıra dışı” olarak nitelendirebiliriz, ama öyle değil. Hatta sıradan,
öyleyse olağan mı; belki ama aynı zamanda garip. Fakat buradaki garip olma hali
ile kastedilen aslında tuhaf olandır. Gariplik, tuhaflıktan daha farklı bir
halin adlandırılması. İnsanın bireye ve bir sonraki aşamada bireyselleşmeye
doğru hareketi, oradan bireyciliğe uzanışı tuhaf. Garip olan insanın olgunluğa
uzanışı, istemli veya istemsiz. Bireycilik bazen ayarlanan, bazen ise adeta dörtnala
uçan etken bir oluş; ancak bazı durumlarda edilgenliği fark edilen bir oluş.
Edilgenliği incinmededir, kırılganlığında ve kendini faş eden çaresizliğinde;
bu düşüş ve çöküş bazısına rahmet tokadı, bazısına ise azdırıcı afrodizyaktır.
Bazısını mahzun eder, bazısını ise kışkırtır, şımarıklaştırır ve sonuçta coşku
ile kibre iter. Kibir zulmetmenin ana kaynağıdır, acı vermenin ve mazlum etmenin;
her insan küçük âlemdir ve zalim âlemi mazlum eder. Mazlumun acısı, zalim için kibrinin
şişmesi ve sonunda paramparça olmasıdır. Bireyciliğin sürüklediği bencillik,
kibir ve zulüm olarak tezahür eder. Bu hal de eninde sonunda sıradanlığa mahkûm
olduğundan, zalim ve mazlum ve az sayıda insan dışında zulüm de olağanlaşır:
Kahreden sıradanlaşma tuzak içre tuzak, azma üstüne azmaktır. Firavunlaşmaktır,
taraftarları ve takipçileri ile birlikte. Şu çok bahsedilen liderlik olgusunun
karanlık yüzünün en bariz ortaya çıktığı ahval, zalimliğin vukuudur. Şu dünyada
canı yanan insanın, hayvanın, bitkinin ve bilumum canlının haddi hesabı yoktur.
Bazı yerlerde savaş, her türden kirlilik, bazı yerlerde baskı, ötekileştirme,
korku, katliam, sömürü: Travmanın olağanlığı. Bireyi duyarsızlaştıran tam da
burasıdır, nefsindeki sıradanlık duygusunda; bu sarsıntı oluşturanı da adeta maruz
kılar. Bireyciliğin bize getirisi olan maruz olma hali aynı zamanda
götürüsüdür. Gelenin götürülmesi, insan olmanın onurunda yatanı silip süpüren
ve yakıcı sefilliğe sürükleyen, bireyciliğin kucağına oturmaktır.
Son 30-35 yılın moda ve gündemde
kalmayı başaran sihirli sözcüklerinin başında gelen “değişim” kelimesi, uzun
vadedeki gelişimine şöyle bir göz attığımızda sözcüğün içeriğinde yer alan bir
mananın tezahürüdür de aynı zamanda: Farklılaşmanın, adı üzerinde farklı bir
şeye dönüşmenin. Nihayet birey olmanın bize sağladığı özelliklerden biri,
semantiğin de tasdikleyeceği bir oluşu ortaya koyar kendimizde. İçinden geçme imkânının
bizlere sunduğu muhteşem (!) oluş serüveni: Bir şeyden daha değişik, farklı bir
şeye doğru yolcuğun macerası. İşte insan böylesine müthiş, iç içe geçmiş
dünyaların âlemindedir; imkânlar âleminin. Neredeyse düşünülen, hayal edilen
hemen her şeyin gerçeklik elde edebileceği bir âlem; âlem-i imkân. Bilincinde olarak
veya olmayarak bireycileşen varlığın ayrımına varabileceği bir gerçekliktir bu.
Maddi tarafı ağır bassa da mana yönü de kuvvetlidir âlem-i imkânın. İyi veya
şer ya da ikisinin ayırt edilemeyeceği bir durum-ortam. Algının ve anlamanın
veya kavrayıp, içselleştirmenin zihinselimize sundukları nasıl farklı kademelerde
oluyorlarsa, insandan bireyciye uzanan süreçler de öylesine farklı katmanlarda
cereyan eder. Her bir kademe veya katman kendine özgü bir dünyadır, istediğiniz
gibi sistematiğe bağlayabilirsiniz bunu. Sistematiğin taşıyacağı problemler,
kategorizasyona veya standardizasyona göre çok daha az olacaktır. Sistematiğin
ortamı bireyde, diğerlerininki ise kademeli olarak bireyselleşmede ve
bireycilikte zuhur eder. Dikkat edilecek
olursa, kategorizasyon ve standardizasyon buyurgandırlar, bireycilik gibi. Ara
aşama olan bireyselleşme ise dilimizdeki mülayimlik hali ile yakınlık
içindedir; ama riskli bir çizgidedir: Ya olgunlaşmanın yönlendireceği insan-ı
kâmile veya bencilleşmenin baskın olduğu bireyciliğe uzanan kavşak alanıdır. Ve
bu alanda yön tabelası yoktur. İşte âlem-i imkânın bir özelliği de budur,
insana yol gösterilmez. İnsana yol göstermemesi, imkânların özgürlüğü sunduğu
duygusunun yarattığı duruma bağlı olarak öyle sandırmasıdır. Az biraz derin
düşünen insan, bu âlem-i imkânın asli özgürlüğe vurulmuş prangalar olduğunu
anlayabilir: Hep imkânlara odaklanmak ve onlara inanmak, onları beklemek ve
geldiğinde kullanmak. İmkânlar fırsatlardır, iyi veya kötüye yelken açtıracak vesileler.
Seçim kişinindir. Ya sürekli onların esiri olacaktır ya da özgürlüğün aslını
sorgulayacaktır. İnsana yaşamında eşlik eden en tehlikeli edim yetilerinden
biri fırsata olan düşkünlüğü, bu hususta müptelalığa varan tutkusudur. Hele
bunlar birer merdiven olarak onu imkân mertebesine çıkarmışsa ve bir de üstüne
üstlük bu mertebe makam olmuşsa tehlike katlanarak artmıştır. Olgunlaşmanın
yolunda yürüyen insan ise fırsatlara ve imkânlara karşı mesafeli durandır,
onların başına ne çoraplar örebileceğini kestirir. İmkânlar özündeki hakikat
itibariyle sınırlı olmanın işaretidir, yani cehennemin. Cennette ise imkânlara gereksinim
duyulmaz, zira cennet kodlamalardan beridir.
Kapitalist sistemin en belirgin özelliklerinden biri fırsatları,
imkânları olabilecek en uygun biçimde kullanmaktır, hatta suyunu çıkarmaktır.
Kapitalizm iktisadın doz aşımına tabi tutulmasıdır. Özellikle 20. asrın son
çeyreği ile birlikte politikanın parayı da metalaştırılması ve kendisiyle
mübadele edilmesi imkânı, gelişen bilişim teknolojisinin de bireyciliğe olan
desteği ile bireycileşen insan, o muhteşem kâşifliğiyle finans kapitalist
sistemi bu denli kuşatıcı kılmıştır. Aslında finans kapital binlerce yıldır mevcuttur
ve başlıca enstrümanı faiz iken, son kırk yılda çeşitli spekülatif araçlarla
imkanları daha da artmış ve günümüzde bir yandan vahşiliği, diğer yandan
çökertici etkileriyle insanların baş belası olmuştur. Fikret Başkaya’nın
tabiriyle kapitalizm, artık ekonomi adını almıştır ve bizi sarmalayan da budur:
Zulmün ve vahşetin sarmalı. Absürt olan ise şudur: Her şey bir yana, son derece
basit bir deyişle; sadece açlık, aşırı dengesiz gelir dağılımı (günümüzde
1,5 milyon kat gibi anormal fark), yolsuzluklar, anormal maddi-manevi-mental
sömürüyü misal göstermemiz hal-i pür melalimizi göstermek açısından yeter de
artar. Zırva tevil götürmez.
Bireyciliğin tezahür etmesi sadece kapital ve
servet birikimini gerektirmez, burada örneklenmesi İş’in alanına dair
olmasındandır. Ama diğer yandan aynı şekilde çalışanlar arasında da hastalık
tablosunun (sendromun) tezahürü görülür; zira bireycilik insani ben’den
kaynağını alır ve çok karmaşıktan en basite değin yansıma ve edimde bulunma
kabiliyetine haizdir. Dünyada taze umutlarla kurulan yaklaşık
her 5 şirketten 3 tanesi ilk 5 yıl içinde, baskın bireyci özelliklere haiz üst
düzey yöneticiler veya iş sahipleri sayesinde kepenk indirmek zorunda kalmaktadır
ki, egonun maruz kaldığı narsisizm illeti bunun başlıca tetikçisidir.
Bu
hastalıktan mustarip olanların şifa bulması, ancak benliğin bu sonuca geliş
sürecini, kısırlaşan döngüyü tersine çevirmekle veya tamamen kırmakla mümkün
olabilmektedir. Ancak bu da çok zahmetli ve acı verici bir işlemler dizininin
uygulanmasını elzem kılmakta, bu da bireyin yeni korkular, panikler, gerilimler
ve başka zorluklar sebebiyle tedaviden uzaklaşmasına, deyim yerindeyse
kaçmasına gerekçe olmaktadır. Bu kişiler aynı sistem ve düzen içinde çalışmaya
devam ettikleri süre içinde kendilerine verdikleri sinsi zararın yanı sıra,
diğer çalışanları da zehirlemektedirler. Açık bireyci davranış modellerine
ilaveten örtülü olanı da vardır ki, bunu “namert yöntem” olarak adlandırıyorum.
Bu yöntemin günlük yaşamdaki tezahürü, sinsilik, üç maymunu oynamak ve top
dolaştırmadır. Bu yöntemin diğer bir adı riyakârlıktır: Öz sağaltım ve kişinin
kendini avutması. Yaşamdaki belirimi ilişkileri donuklaştırma vasıtasıyla kural
dışı kurnazlıkları sorumluluklardan kaçmak ve pratiği problemlerle dolu
şişirilen ve diğerlerine pompalanan, ama süreklilik arz eden “Kurum Kültürü, Müşteri
İlişkileri ve Memnuniyeti, Liderlik, bir takım Zekâ Türleri, Toplam Kalite
Yönetimi, Marka Değeri, Kurum(sal)laşma vb.” gibi yapmacık kavramlardır.
Benlik
probleminde odaktaki mevhum benlik sevgisidir. Buna bağlı olarak gelişen
ihtirasın; üstünlük kompleksi (ücub), hasetlik, doyumsuzluk ve haz düşkünlüğü,
paranoya, mutlaklaştırılmak istenen gücün devşirilmesi ve diğerlerini sevememe
gibi kendini tatmine yönelik hasletleri oluşturması benliğin aşırılaşmasıdır. Yoksa
Prof. Dr. Rasim Adasal’ın da belirttiği gibi, “…aslında bir şey olmak ve
sivrilmek arzusu insana ait bir özelliktir. Normal olarak ihtiras insana içinde
yaşadığı toplumda kendini göstermek, isim yapmak, başkalarını geçmek ve itibar
kazanmak çabasını kamçılar.” Ancak bunda dahi bireyin, kendisi olarak addettiklerini
bir şeylerle özdeşleştirmesinin farkına varamaması, dengelenmiş ihtirası riskli
kılar.
Şu
ya da bu şekilde bireyselleşme aşamasına gelmiş olan insanın, üstlendiği
sorumluluğu ve kendisine yüklenen emaneti iyi irdelemesi ve tahlil etmesi, bunu
müteakip uyanık durması içine düşme riski son derece yüksek olan benlik
problemine karşı alınacak çok önemli bir önlemdir. Aksi takdirde, bireycilik
sarmalından afiyetle çıkış çok zor olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder