Bu
yazının ilk iki bölümünde İş’in Teorisi açısından sivil-lik ve sendika
olgularının ilişki ve ilintisi ile ülkemizde bunlara dair içinde bulunulan
durum ve sorunsal ortaya konmaya çalışılmıştır. Anlamadan maada günlük ve
slogan bilgilere dayalı ve tümüyle iktidar çatışmasından harekete
geçip, yine ona dönen kısır döngünün ürettiği çekirdek meselenin sivilin ve sendikanın karşısında duran
nesnelere, yani devlete ve kapitale alternatif politikalar ve bu doğrultuda
zengin içerikli ve dönüşüm kabiliyetine haiz kaliteli mücadeleler geliştirmek
ve vermek yerine, sübjektif menfaatler için nesneli, öncelde toplumsallığı ve
nihayetinde sorumlu-ahlaki duruşu
yüzüstü ortada bıraktığı ortadadır. Bu sosyolojik gerçekliği zuhur ettiren ameliyenin kökenini alışıldığı
şekilde yalnızca Marksist söylemin “sınıf mücadelesine” terk etmek insafsızlık olacaktır. Zira bireyi
teşekkül ettiren sadece toplum, çevre, sınıf bilinci vs. faktörler değildir; belki bunlardan da
önemlisi olgunlaştırması gereken sorumluluk ve güzel ahlaki duruş hususudur. Ancak,
birey ile benlik arasındaki uyumlaşmanın “egonun negatif ağırlıklı-yönlü inşasında” gören
veya algılayan ve dahi bunu hüküm haline getiren zihniyet yaşam tarzımızı belirliyor, hatta sınırlıyorsa işaretleri sadece
dışarıda-dışımızda arayıp dururuz.
Hâlbuki insanın gerçeğini sadece dışsal olarak addettikleri değil (afak),
içsele-içseline yönelik tefekkürü de (enfüs) yaratır. Bu yaratıcılığın en
belirgin misallerini de insan, sanatsal olan ile estetiğin yansımaları olan
eserlerde temaşa eder. Tabii eğer ederse…
Dışsal
ve içselin yaşamın tüm alanlarını kapsayan rolü adeta dipsiz bir kuyudur. Konumuza ilişkin olarak bahsettiğimiz
üst- ve altyapı bir nevi dışsalın ve içselin izdüşümleri gibidir. Beşeri-sosyal ilişkilerde, devlet,
toplum, kamu, kurum, vatandaş vb. kavramlar dışsal ve içsel, üstyapı ve altyapı
ile karşılıklı etkileşim içindedirler. Mevzuya olabildiğince geniş açılardan bakabilmenin önemi, işte tam da
bu noktada olabildiğince ağırlığıyla devreye girer. İnsan evladının toplumsal
yaşama geçişi aşamalı ve sıçramalarla halen devam eden bir prosesler bütünü olup, bütünün doğal
veya tasarlanmış tüm parçalarına bakışımız, bunu anlamamız iki ana biçimde olur: Parçayı
parça olarak anlamak-kavramak ve/veya her bir parçayı kendi özünde bütün olarak görmek.
Doğal olarak, bu şekilde bir görüşün, bakışın ve yaklaşım-lar-ın oluşumu,
bireyin gerçekleştirmesi gereken dışsal ve içsel tasarım ile inşa ameliyesini
zorunlu kılar. Ama bu edimin bütünsel olarak olabildiğince derli toplu ve
disiplinli bir biçimde kuşbakışı bir basireti gerektirdiği de ortadadır. Asıl
zorlukta bu noktada odaklanmıştır
ve meselenin iyi bir şekilde anlaşılabilmesi için ilk koşul, bireyin
olabildiğince odağa, merkeze mesafeli durmasıdır. Merkezin
veya odağın önemi insanın uzun süreli olarak dışlandığı ya da periferide
tutulduğu durumlarda, onu konumlandırma da ve belirli süre için merkezde tutmak açısından gereklidir.
Aydınlanma olarak nitelediğimiz evrede ve sonrasında merkeze alınan insan için
bu durum, tanrı tasavvurunun bertarafını müteakip yapay olarak da olsa dönemsel
biçimde ön planda tutulmuş, ancak gerek süre gerekse söylem abartısı, insanı çevreden ayrı bir varlık haline
getirilmiştir. Hâlbuki bu hissediş insan fıtratı açısından uyumsuz bir haldir. Ve bu uyumsuzluk genelde
farkına varılmayan (pek çok sunilik için söz konusu yapılan farkındalıktan bahsetmiyoruz)
veya farkına belirli bir düzeyde varılsa da, yine dönüp dolaşıp farkındalık
söylemiyle kendimizi ön plana aldığımız ve tüm edimi üstlendiğimiz ben-lik
çıkışımızı sergilediğimiz bir mevzu olacaktır. Günümüzde çevre üzerine
yürüttüğümüz faaliyetlerin irdelenmesi halinde bu durumu bütün çıplaklığıyla
görebiliriz. İnsan ve çevre ayrımı, anlama ve öğrenme için gerekli
olabilir; ama bunu böyle kabullenmek insanı tüm ilişki ve ilintileri, hatta
illiyeti açısından bilinç özlü bir varlık olması nedeniyle malul kılar. İnsanın
yalnızca maddi, bedeni oluşu
hakkındaki bilgisi dahi -en azından su ve mineral bazlı oluş- onun
çevre nitelemesiyle kendinden ayırdığı parçasına yabancılaşmasına, ileri
aşamada onu sömürmesine açık bir işarettir. Bu parçalama eylemi insan zihninin
şahsını, oluşturduğu öteki-diğeri üzerinden tanımlamasından ve üretilmiş
somut-soyut objelerle özdeşleştirmesinden öte bir şey değildir. Böylece insan evladı
üzerine yamadığı kimlik, kişilik ve ben kabulü-algısı ile bunların oluşumunda
önemli bir rol oynayan özdeşleştirmeleriyle kendini merkeze oturtmuştur. Özdeşleştirme sahte kimliğin hatta kişiliğin amaca meyleden
aracıdır ve zihni cehennemin yapı
taşlarıdır. İster traji komik
isterse dram olarak niteleyelim, parçala(n)ma işlevini müteakip insanın tekrar parçalarla
kendini bütünlemek istemesi, bir nevi kendini bulma çabasının, belki de arayışının
bir yansımasıdır. "İstem
paradoksu" olarak adlandırdığım bu insani
dönüşüm arzusu pek çok şekilde -bilinçli, bilinçsiz- tezahür edebilir ve
bazı kişilerdeki dışavurumu başkalarınca şaşırtıcı olarak addedilebilir ve
refüze edilebilir, hatta kişinin
dışlanmasına dahi yol açabilir (burada sözünü ettiğimiz dönüşüm kişiye özgü samimi ameldir). Bu bağlamda, insanın sivilleşmesinin
çağdaş düzlemde realize edilebilmesi, onun bu yöndeki dönüşüm çabalarının
gerçek anlamda diğer unsurlara zarar vermemesi, politize edilmemesi ve mahrem alanlarının
baskılanmaması gibi koşulları önceller. Ve bunun sıradan, fakat geçerli realite
karşısındaki konumlanması bir idealin, hayalinden öte değildir. Ayrıca, günümüzde sivil-lik anlayışı insanın
birey olarak ön plana alınmasından çok bu yöndeki çabaların kolektifleştirilmesine ve
neticede kurumlaştırılmasına dayandırılmaktadır ve bu gerçeklik de sözünü ettiğimiz sivil
modellemesini kapsamın dışına iter. Tüm bu nedenler dahi yeni zamanda
dillendirilen sivil-lik düşüncesinin çerçevesini çizen bir olgudur.
Yukarıda
sınırlandırmasını yaptığımız sivil-lik betimlemesinin aktığı mecra, sivil düşüncenin bireyi aşan bir biçimde
toplumsal niteliklerin belirlediği bir alandan başkası değildir. Günümüzde uygarlığın ana
kaynağının aktığı ve nihai olarak kavuşma yerinin politikanın tümsel bağlamda oluşturduğu havza
olduğunu söyleyebiliriz; bu havzanın bir okyanus mu, iç deniz mi veya küçük bir
göl mü olduğu ise, insanın belki de en etkili keşfi olan “araçsallaştırma”
aygıtını somut olarak nasıl kullandığı sorusunun reel açılımlarında cevaplarını bulur. Bu
yanıt-açılımlarda sivil-lik hususunda oluşturduğumuz idealin, gerçekte olanın rücu etmesi gereken aslı olduğu inancı
ve bu idealist bakış açımızdaki romantikliğin
bizi mevcut durumda bir ütopyadan bahsetmeye taşıdığını saptayabiliriz.
Aslında ideal olarak belirlediğimiz ile reelin çizdirttiği sınırlama arasındaki
mesafenin kapanmasını beklemek pek çok insani amaçlar için geçerlidir ve
sivil-lik bunlardan sadece biridir; ideal daha önce bizlere aktarılan bir döneme
ait de olabilir veya bizim oluşturduğumuz bir amaç-hedef de. İkisi arasında başkalıklar olsa da
geleceğimiz nokta, ütopya söylemi olabilir. Yukarıda sözünü ettiğimiz istem paradoksunun püf noktası
da bu türden söylem-ler-de tezahür eder: Olmuş, yaşanmış ama geçmişte kalana özlem ve
istemin ya da olması istenenin her hâlükârda idealize edilene rücusu ve ilerici
bakışın sadece ileriye değil, geçmişe de yönelik olması; ancak her ikisinin de neticede ütopya
olarak ilanı… Çalışma hayatına yapacağımız projeksiyonda sivilliğin sendika
söylemine indirgenmesi veya daha gelişmiş biçemlerde “çok katmanlı yönetişime”
işaret edilerek tanımlanması da sendikanın tecrübe edilen olması yönüyle mitleşme üzerinden ütopyaya
yatkınlığı söz konusu olabilir. Çok katmanlı yapılanma ise henüz hazmedilme
dönemini tamamlama aşamasında olduğundan ve günümüzdeki uygulama denemelerinde henüz çeşitlilik
arz eden görüngüler sunduğu için bu açılımın praktikası üzerine fazla bir söz etme
imkanımız bulunmamaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder