22 Temmuz 2014 Salı

İş’in Teorisi – 7/3: Sivil-lik ve Sendika – Malayaninin Sorgulaması

Bu yazının ilk iki bölümünde İş’in Teorisi açısından sivil-lik ve sendika olgularının ilişki ve ilintisi ile ülkemizde bunlara dair içinde bulunulan durum ve sorunsal ortaya konmaya çalışılmıştır. Anlamadan maada günlük ve slogan bilgilere dayalı ve tümüyle iktidar çatışmasından harekete geçip, yine ona dönen kısır döngünün ürettiği çekirdek meselenin sivilin ve sendikanın karşısında duran nesnelere, yani devlete ve kapitale alternatif politikalar ve bu doğrultuda zengin içerikli ve dönüşüm kabiliyetine haiz kaliteli mücadeleler geliştirmek ve vermek yerine, sübjektif menfaatler için nesneli, öncelde toplumsallığı ve nihayetinde sorumlu-ahlaki duruşu yüzüstü ortada bıraktığı ortadadır. Bu sosyolojik gerçekliği zuhur ettiren ameliyenin kökenini alışıldığı şekilde yalnızca Marksist söylemin “sınıf mücadelesine”  terk etmek insafsızlık olacaktır. Zira bireyi teşekkül ettiren sadece toplum, çevre, sınıf bilinci  vs. faktörler değildir; belki bunlardan da önemlisi olgunlaştırması gereken sorumluluk ve güzel ahlaki duruş hususudur. Ancak, birey ile benlik arasındaki uyumlaşmanın “egonun negatif ağırlıklı-yönlü inşasında” gören veya algılayan ve dahi bunu hüküm haline getiren zihniyet yaşam tarzımızı belirliyor, hatta sınırlıyorsa işaretleri sadece dışarıda-dışımızda arayıp dururuz. Hâlbuki insanın gerçeğini sadece dışsal olarak addettikleri değil (afak), içsele-içseline yönelik tefekkürü de (enfüs) yaratır. Bu yaratıcılığın en belirgin misallerini de insan, sanatsal olan ile estetiğin yansımaları olan eserlerde temaşa eder. Tabii eğer ederse…
   Dışsal ve içselin yaşamın tüm alanlarını kapsayan rolü adeta dipsiz bir kuyudur. Konumuza ilişkin olarak bahsettiğimiz üst- ve altyapı bir nevi dışsalın ve içselin izdüşümleri    gibidir. Beşeri-sosyal ilişkilerde, devlet, toplum, kamu, kurum, vatandaş vb. kavramlar dışsal ve içsel, üstyapı ve altyapı ile karşılıklı etkileşim içindedirler. Mevzuya olabildiğince geniş      açılardan bakabilmenin önemi, işte tam da bu noktada olabildiğince ağırlığıyla devreye girer. İnsan evladının toplumsal yaşama geçişi aşamalı ve sıçramalarla halen devam eden bir        prosesler bütünü olup, bütünün doğal veya tasarlanmış tüm parçalarına bakışımız, bunu anlamamız iki ana biçimde olur: Parçayı parça olarak anlamak-kavramak ve/veya her bir parçayı kendi özünde bütün olarak görmek. Doğal olarak, bu şekilde bir görüşün, bakışın ve yaklaşım-lar-ın oluşumu, bireyin gerçekleştirmesi gereken dışsal ve içsel tasarım ile inşa ameliyesini zorunlu kılar. Ama bu edimin bütünsel olarak olabildiğince derli toplu ve disiplinli bir biçimde kuşbakışı bir basireti gerektirdiği de ortadadır. Asıl zorlukta bu noktada       odaklanmıştır ve meselenin iyi bir şekilde anlaşılabilmesi için ilk koşul, bireyin olabildiğince odağa, merkeze mesafeli durmasıdır. Merkezin veya odağın önemi insanın uzun süreli olarak dışlandığı ya da periferide tutulduğu durumlarda, onu konumlandırma da ve belirli süre için   merkezde tutmak açısından gereklidir. Aydınlanma olarak nitelediğimiz evrede ve sonrasında merkeze alınan insan için bu durum, tanrı tasavvurunun bertarafını müteakip yapay olarak da olsa dönemsel biçimde ön planda tutulmuş, ancak gerek süre gerekse söylem abartısı, insanı çevreden ayrı bir varlık haline getirilmiştir. Hâlbuki bu hissediş insan fıtratı açısından    uyumsuz bir haldir. Ve bu uyumsuzluk genelde farkına varılmayan (pek çok sunilik için söz   konusu yapılan farkındalıktan bahsetmiyoruz) veya farkına belirli bir düzeyde varılsa da, yine dönüp dolaşıp farkındalık söylemiyle kendimizi ön plana aldığımız ve tüm edimi üstlendiğimiz ben-lik çıkışımızı sergilediğimiz bir mevzu olacaktır. Günümüzde çevre üzerine yürüttüğümüz faaliyetlerin irdelenmesi halinde bu durumu bütün çıplaklığıyla görebiliriz. İnsan ve çevre       ayrımı, anlama ve öğrenme için gerekli olabilir; ama bunu böyle kabullenmek insanı tüm ilişki ve ilintileri, hatta illiyeti açısından bilinç özlü bir varlık olması nedeniyle malul kılar. İnsanın    yalnızca maddi, bedeni oluşu hakkındaki bilgisi dahi -en azından su ve mineral bazlı oluş-     onun çevre nitelemesiyle kendinden ayırdığı parçasına yabancılaşmasına, ileri aşamada onu sömürmesine açık bir işarettir. Bu parçalama eylemi insan zihninin şahsını, oluşturduğu öteki-diğeri üzerinden tanımlamasından ve üretilmiş somut-soyut objelerle özdeşleştirmesinden   öte bir şey değildir. Böylece insan evladı üzerine yamadığı kimlik, kişilik ve ben kabulü-algısı ile bunların oluşumunda önemli bir rol oynayan özdeşleştirmeleriyle kendini merkeze oturtmuştur. Özdeşleştirme sahte kimliğin hatta kişiliğin amaca meyleden aracıdır ve zihni cehennemin yapı taşlarıdır. İster traji komik isterse dram olarak niteleyelim, parçala(n)ma işlevini müteakip insanın tekrar parçalarla kendini bütünlemek istemesi, bir nevi kendini bulma çabasının, belki de arayışının bir yansımasıdır. "İstem paradoksu" olarak adlandırdığım bu insani dönüşüm arzusu pek çok şekilde -bilinçli, bilinçsiz- tezahür edebilir ve bazı kişilerdeki dışavurumu başkalarınca şaşırtıcı olarak addedilebilir ve refüze edilebilir,  hatta kişinin dışlanmasına dahi yol açabilir (burada sözünü ettiğimiz dönüşüm kişiye özgü     samimi ameldir). Bu bağlamda, insanın sivilleşmesinin çağdaş düzlemde realize edilebilmesi, onun bu yöndeki dönüşüm çabalarının gerçek anlamda diğer unsurlara zarar vermemesi,     politize edilmemesi ve mahrem alanlarının baskılanmaması gibi koşulları önceller. Ve bunun sıradan, fakat geçerli realite karşısındaki konumlanması bir idealin, hayalinden öte değildir.  Ayrıca, günümüzde sivil-lik anlayışı insanın birey olarak ön plana alınmasından çok bu yöndeki çabaların kolektifleştirilmesine ve neticede kurumlaştırılmasına dayandırılmaktadır ve bu gerçeklik de sözünü ettiğimiz sivil modellemesini kapsamın dışına iter. Tüm bu nedenler dahi yeni zamanda dillendirilen sivil-lik düşüncesinin çerçevesini çizen bir olgudur.

   Yukarıda sınırlandırmasını yaptığımız sivil-lik betimlemesinin aktığı mecra, sivil düşüncenin bireyi aşan bir biçimde toplumsal niteliklerin belirlediği bir alandan başkası değildir. Günümüzde uygarlığın ana kaynağının aktığı ve nihai olarak kavuşma yerinin politikanın tümsel bağlamda oluşturduğu havza olduğunu söyleyebiliriz; bu havzanın bir okyanus mu, iç deniz mi veya küçük bir göl mü olduğu ise, insanın belki de en etkili keşfi olan “araçsallaştırma” aygıtını somut olarak nasıl kullandığı sorusunun reel açılımlarında cevaplarını bulur. Bu yanıt-açılımlarda sivil-lik hususunda oluşturduğumuz idealin, gerçekte  olanın rücu etmesi gereken aslı olduğu inancı ve bu idealist bakış açımızdaki romantikliğin   bizi mevcut durumda bir ütopyadan bahsetmeye taşıdığını saptayabiliriz. Aslında ideal olarak belirlediğimiz ile reelin çizdirttiği sınırlama arasındaki mesafenin kapanmasını beklemek pek çok insani amaçlar için geçerlidir ve sivil-lik bunlardan sadece biridir; ideal daha önce bizlere aktarılan bir döneme ait de olabilir veya bizim oluşturduğumuz bir amaç-hedef de. İkisi arasında başkalıklar olsa da geleceğimiz nokta, ütopya söylemi olabilir. Yukarıda sözünü ettiğimiz istem paradoksunun püf noktası da bu türden söylem-ler-de tezahür eder: Olmuş, yaşanmış ama geçmişte kalana özlem ve istemin ya da olması istenenin her hâlükârda idealize edilene rücusu ve ilerici bakışın sadece ileriye değil, geçmişe de yönelik olması; ancak her ikisinin de neticede ütopya olarak ilanı… Çalışma hayatına yapacağımız               projeksiyonda sivilliğin sendika söylemine indirgenmesi veya daha gelişmiş biçemlerde “çok katmanlı yönetişime” işaret edilerek tanımlanması da sendikanın tecrübe edilen olması yönüyle mitleşme üzerinden ütopyaya yatkınlığı söz konusu olabilir. Çok katmanlı yapılanma ise henüz hazmedilme dönemini tamamlama aşamasında olduğundan ve günümüzdeki uygulama denemelerinde henüz çeşitlilik arz eden görüngüler sunduğu için bu açılımın praktikası üzerine fazla bir söz etme imkanımız bulunmamaktadır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...