Yönetim işinin temelinde politik iktisat ve
finans-ekonomi bilgisi başat gibi gözükse de felsefenin, psikolojinin ve
sosyolojinin geniş sahalarının da önemli rolleri vardır ve bu bilgi kümeleri
varabilgiye; yani pratik, tekrarlanmış tecrübi ve insan ilişkilerinde taban
bulan uygulanmış, fiiliyattan kopmayan dönüşmüş nitelikli bilgi olmalıdır.
Tasavvufta bu bilgi ilim-irfan-hikmet zincirinde zuhur eden “kal-hal ve makam”
süreçlerini kapsar. Bu bilgi insanı ferdi açıdan belirlenmiş ‘şeylerde’
ustalaşmaya ve böylece onları yönetmeye muktedir kılar ki, kişisel egemenliğin
olgunlaşması bununla başlar ve bu özellik insanın fıtratına konmuştur.
İnsanların asabiyya, halklar, millet ve çeşitlilik arz eden uluslar şeklinde
topluluklardan toplumlara evirilmesiyle egemenliğin niteliği de değişime uğrar.
Bu değişim kökende bilinçsiz şekilde var olabileceği gibi, epistemik bağlamda
süreç içinde bilinçlenmiş ve dahi toplumun baskın pozisyonu olarak
içselleştirilebilir bir özgünlük de arz edebilir. Türkiye toplumunda egemenlik
anlayışı ortak bir slogan şeklinde “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”
söz-sloganıyla vücuda gelmiş olsa da, onca çabaya karşı ‘millet’ ve yurttaşlık
olgusunun bir türlü sağlam bir zemine oturmaması bu sözü de sözde olmaktan
öteye vardıramamıştır. Müslümanlıktaki ‘millet’ sözcüğüne karşılık gelen ve
gerek Selçuklu gerekse Osmanlıda ‘din’ ile bileşik anlamlı bir olgu olan bu
kelime, onca propaganda ve çabaya karşın Türkiye Cumhuriyeti’nde arzulanan
düzeye getirilememiş ve günümüzde ‘ulus’ kavramı ile belirli bir anlam
bütünlüğüne kavuşsa da, ‘halk-lar’ vurgusuyla içeriğe etnisite olgusunun
katılmasıyla erişilen bütünlük sadece bir kesime mahsus bir olguya dönüşmüştür.
Modernizmin belirleyici anasırı olan Lutherizm (kısmen de Kalvinizm) Protestan
anlayış ve zihniyet üzerinden sekülerist mekanizmalar aracılığıyla toplumsal
yapılanmanın temellerini oluşturmuştur. Türkiye modernleşmesi ise devşirilen
“batıcı sekülerizmi” baz aldığı halde, devlet erkini, kurumları ve sivil yaşamı
Fransız Laisizmi üzerinden, onu da bozunuma uğratarak ve Müslümanlığın temel
düsturlarını da malul kılarak temellenmiştir. Türkiye’nin enerjik potansiyelini
adeta tüketen bu sakil yaklaşımlar kümesi, hala süregelen pek çok sosyo-politik
ve ekonomik sorunun ve hatta psiko-sosyal sarsıntıların-incinmelerin,
sıkıntıların da kaynağı olmaktadır. Bu türden bir ulus devlet zihniyetinde,
Türkiye son 35 yılda eklemlenmeye çalıştığı batılı gelişim süreçlerinde iki ana
yaklaşımla karşılaşmış ve tercihlerini genel olarak pragmatik yöntemlerle
yapmaya çalışmıştır. Hal böyle olunca ülkemizin zaman-mekân boyutlarındaki
istikrarı pek çok açıdan sağlanamamıştır. Ancak bunun yanında ülkemizin, sıklık
arz eden kırılmaları –pek çok batı ülkesindekinin aksine- kendine mahsus bir
özellik olan sosyal bağışıklık sayesinde geçiştirdiği de bir realitedir. Bu
hususiyetin mukaddem bir aktarım olarak geçmişe dayalı imparatorluk
medeniyetinden kaynaklandığı kanaatindeyim.
Yukarıda belirttiğimiz ana/layt-motifler
çerçevesinde, ulus devletleri ortaya çıkaran süreçte de, devletin, artık
üzerini kapladığı topraktan çok, bu toprak üzerinde yaşayan nüfusun, bu nüfus
içerisindeki sosyo-politik ve ekonomik ilişkilerin bilgisini yönetimin
hizmetine vermesi önemli bir rol oynayacaktır. Diğer önemli bir husus,
Türkiye’nin kendisi için belirlediği rol modelleri tercihinde ikircikli bir
hale düşmemesidir. Bir yönüyle AB’ye giriş için çeşitli değişimlere ve
reformlara imza atan ülkemizin diğer yandan anglo amerikan veya franko-german
modellemeler arasında gidip gelmesi ve edimler ile olayları birbirine
karıştırıp “ucuz yararcılığa” meyletmesi kararlarında, uygulamalarında ve
davranışlarında çeşitli dengesizliklere yol açmaktadır.
Emperyalist dünya görüşünün çıkarımı olan küreselleşme
süreci içerisinde her alanı ilgilendiren politik bilgi en önemli unsurdur.
Devletler bu bilgiyi giderek artan bir biçimde paylaşıma açma hususunda oldukça
tedbirli ve tutucudurlar. Bunun başlıca nedeni bilginin paylaşımının bir
noktada iktidarın paylaşımı olması ve ulus devletlerin egemenlik alanını
daraltmasıdır. Bu durumda devlet aygıtlarını sıkıntıya sokan bir gerçeklik ise
eldeki devasa bilgi kompleksini olabildiğince paylaşıma açma zorunluluğudur.
Çünkü bir yanda uluslararası ilişkiler ve küresel ekonomi, diğer yanda da
toplumsal dinamikler giderek daha çok bilgi paylaşımı üzerinde temellenmekte,
bu bağlamda bilgi paylaşımı yönetebilirliğin ölçütü haline gelmektedir. Öyle
ki, ulusal bilgi politikası gibi konular, paydaşların biri ya da ikisinin
tekeline bırakılamayacak kadar önemlidir; paydaşların tümünün temsil edildiği,
kararların ulusal uzgörüye dayalı olarak ve uzlaşılarak alındığı bir ortamda
belirlenmelidir. Uygulaması ise bir devlet politikası niteliğinde olmalı ve
anlık siyasi etkilerden uzak tutulmalıdır. Bu görevi üstlenecek ve bütün
paydaşları içine alan özerk bir kurumlaşma vakit yitirilmeden yaşama
geçirilmelidir. Pratiğe bakılacak olursa ülkelerin bu konuda eriştikleri
düzeyler farklılıklar arz etmekte, durumu belirleyen ülkelerin gelenek,
tecrübe, demokratik yaklaşım ve bilhassa jeopolitik konumlanmaları olmaktadır.
Türkiye’de, yönetişimin yerel ölçekte sınırlı düzeyde uygulama alanı bulduğu
daha önce belirttiğimiz örneklemlerden de anlaşılmaktadır. Yerel Gündem 21
çalışmaları, bazı kentlerdeki kent meclisleri ve “proje demokrasisi”1
gibi uygulamalar bunlara misal olarak gösterilebilir. Esasında, yönetişim
modelinin Türkiye’de sınırlı düzeyde uygulama alanı bulmasının nedeni, modelin
üzerine inşa edildiği “katılım, birlikte belirleme” olgusu ve “sivil toplum
kuruluşları” bağlamında yaşanan yetersizliklerdir. Bunun arka planında ise
sahip olduğumuz politik ve buna bağlı yönetsel kültür vardır.
Yöneten-yönetilen arasındaki uçurumu
körükleyen ve birey karşısında devleti (halk karşısında yöneteni) kutsayan
anlayış, zaman içerisinde yönetişim modelinin üzerine inşa edildiği sacayaklarının
yeşermesini sağlayacak bir ortamın tam anlamıyla oluşmasına olanak
sağlayamamaktadır. Ülkemizde ulusal düzeyde belki de en önemli yönetişim
uygulamaları, e-devlet hizmetleri ile vatandaşı birebir alakadar eden
bürokratik işlemlerin basitleştirilmesi, sağlık hizmetlerinin yaygınlaşarak
kalitesinin arttırılması vb. hususlardır.
Yöneten ile yönetilen arasındaki uçurumun
ortadan kalkmaya başladığı bir ortamda, çoklu aktör yapısında, halkın mümkün
olan her alanda ve biçimde karar alma süreçlerine katılımını ve kamusal
hizmetlerin etkin, verimli ve şeffaf bir şekilde sunumunu öngören yönetişim
kavramı, toplumun ve ülkenin kaynaklarının yönetiminde yeni bir sürece ve
metoda işaret etmektedir. Küresel, ulusal ve yerel ölçeklerde uygulama alanı
bulan yönetişim modeline karşı, özellikle ulusal ölçekte birtakım kaygılar
yaşanmaktadır. Bu da son derece normaldir ve sadece ülkemize özgü değildir.
Örneğin, anglo-sakson ve amerikan uygulamalarda son ekonomik bunalıma değin
neredeyse sınır tanımayan şekilde uygulanan neoliberal ekonomi politikaları
çerçevesindeki yönetişim zihniyetine karşı, kesin olarak tanımlanmış kuralların
içinde eylem özgürlüğünü savunan ve bırakınız yapsınlar ilkesine karşı çıkan
Alman tarzı “ordoliberalizm”2 diğer bir alternatif yönetişim modelidir
ve aslında AB içindeki uygulamalarda bazen etkili de olmaktadır. Aslında
2000’li yılların başında “Corporate Governance” ile piyasalarda etkili olmaya
başlayan denetleme ve şeffaflık ilkeleriyle tüm dünyada ordoliberalist
yaklaşıma benzer uygulamalar anglo-amerikan havzada da başlatılmış, 2008-2009
kriziyle beraber yönetişimin kamu ayağındaki düzenlemeler ordoliberal içerikler
kazanmaya başlamıştır.
Yukarıda Türkiye’nin yönetişime dair kendisi
için belirlediği rol modelleri tercihinde bazen kopuklar yaşadığını
belirtmiştik. Ancak bunun dışında e-devlet, sağlık alanı, kamu maliyesi,
bankacılık, özelleştirme, piyasa denetimleri gibi konularda ise ülkemiz bir
hayli başarılıdır. Ağırlıklı olarak örnek alınan modelleme AB hedefi
doğrultusunda AB’deki düzenlemeler olsa da uygulama ile hukuki saha arasındaki
uyumlanma henüz yeterli seviyede değildir; yani üst- ve altyapı arasındaki
örtüşme bir hayli eksiklikler arz etmektedir. Bunda devlet aygıtlarındaki
fonksiyonel arazların yanı sıra, özel sektördeki gelişimin de önemli bir rolü
olduğu aşikârdır. Kayıt dışı çalıştırma, düşük ücretler, yetersiz sosyal
haklar, örtülü-gizil mobbing vakaları, iş güvenliği ve işçi sağlığı ile ilgili
vurdumduymazlıklar, örgütlenme üzerindeki baskılar, genel anlamda
antidemokratik yönetim anlayışı vb. yetersizlikler ülke sosyolojisini son
derece olumsuz etkileyen faktörlerdir. Türkiye’de tuhaf olan sosyal ve maddi
kazanç, karşılıklı etkileşim içinde yönetim anlayışı, kontrol mekanizmalarının
işleyişi vb. birçok husus açısından devlet sektörünün özel sektörün önünde yer
almasıdır. Mesela, kamu kuruluşu iken özelleştirilen pek çok şirkette genel
deyişle insani yönden geriye gidişlerin olması, kötüleşmelerin oluşması sıradan
hale gelmiştir. İş güvencesine dair durum ise belki de en önemli farklılık
oluşturan unsurdur.
Yönetişim olgusu alanyazında bazı
düşünürlerce yönetimden farklı olarak, sevk ve idareden (İng. administration)
yönetime (İng. management), ondan da yeni bir biçem olan yönetişime (İng.
Corporate Governance) geçiş olarak tanımlanmaktadır. Bu bakış açısının daha çok
yeni sol akımlarda baskın olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada tuhaf olan,
yapılan vurgularda solun sert eleştirilerine maruz kalan devlet aygıtının
nedense yönetişim ile dönüşümü karşısında mevcut durumun bozunuma uğradığı ve
bunun vatandaşların aleyhine bir girişim olduğundan bahsedilir. Buradaki
tenakuz her durumda beğenilmeyen ve tenkit edilen devlet idaresinin yeni bir
dönüşüme uğramasında bir önceki sistem anlayışının daha iyi olduğunun
vurgulanmasıdır.
Biz, yönetişim olgusunun yönetim veya sevk ve
idare karşıtı farklı bir sistem olduğu görüşünde değiliz. Yaşamın bir
gerçekliği olarak çok şeyin süreç içinde değişim ve dönüşüme tabi olduğu
ortadadır. Genelde de bu farklılaşma veya başkalaşmalar sonuç itibarıyla “yeni
bir şey veya durum” noktasına geldikleri zaman bile ‘öz’üyle bağlantılı ve/veya
ilintilidir. Bu manada yönetişim de yönetme işi için bir araçtan veya bir
yöntemden daha fazlası değildir; özgünlüğe haizdir, ama yönetime alternatif ya
da yeni bir yönetme işi de değildir. Yönetim işlevinde insan açısından önemli
bir husus, toplumsal gelişim(ler)in okumasını olabildiğince öngörülebilir,
kestirilebilir çerçeveler oluşturarak değerlendirme yapabilmektir; ama
değerlendirmek fiilinin dinamizmi, aktivitesi için de yönetmek gereklidir.
Yönetmenin de temel koşulu politikadır. Çok kez ön plana sürülen yöntem,
teknik, strateji ve taktik vs. öğeler ikincil değerdedir. Politika olgusunu
ideolojik sistemler doğrultusunda oluş(turul)an, süreklilik arz eden doktrinlerle
yürütülen ve parçalanmış bilgi kümelerine göre meydana gelen bir teori-pratik
ürünü zannetmek; insanlığı-toplumları ilgilendiren gelişimleri derinlemesine
inceleyip analiz edememenin, gelişimleri doğrusal görmenin ve reel
farklılaşmaların farkına varamamanın önemli nedenleridir. Örneğin,
teknolojideki hızlı gelişimlerin özellikle BT’de yarattığı neredeyse takip
edilemeyecek seviyelere ulaşan baş döndürücü ve çok yönlü değişimler, “internet
devrimi” ve bilginin kitleleşerek hızlı dolaşımı ve çeşitliliğinin yanı sıra,
alanın teknik yönlü derinliği ve karmaşıklığı hem derin ağsallığa hem de
teknolojinin katmanlaşmasına ve ayrıntılaşmasına yol açmıştır. Bu yönde “adapte
olmanın yollarını arayan insan” kendisine özgü maddi ve mental yapısal
sisteminde belirli düzeyde karmaşık, derinlikli ve çok boyutlu bir katmansallık
içerdiğini fark ettiği takdirde, edimlerinin ve dahi yaşadığı olayların da
yaşamında çok katmanlı ve karşılıklı etkileşimlerle örülü bir yapısal
sistematiği barındırdığını görecektir. İnsanın içselinde ve dışındaki olarak
nitelendirdiklerinde mevcut olan bu durum neticede aktive edici bir analoglar
kümesidir.
Geçmişin ideolojik odaklı toplum okumaları
sıradan “sağ veya sol” akımlarla kısıtlı değildir. İnsanın maddi, sosyal ve
psikolojik yaratım potansiyeli de çok katmanlıdır ve toplumsal gelişim ileri
veya geriye gitmekten maada katmansallık ve bitişik-ayrışmış gibi zıtlıkları da
mündemiç kılan ağsal dokuları ihtiva eder. Söz konusu görme-anlama veya idrak
etme-çok yönlü okuyabilme potansiyeli her insanda zuhur etmemekte, hatta
tezahürler arasında da farklılıklar olabilmektedir. Kabul edilsin ya da
edilmesin, ağır tenkitlere maruz kalsın veya kalmasın; günümüzün dünyasında
olumlu ve olumsuz yanlarıyla küreselleşme ve tezahürlerinden yerelleşme; tüm ülkeler
ve insan toplulukları üzerinde eşdeğer veya benzer etkiler bırakmasa da
toplumsal gelişimler ve değişimler farklı etkinliklerde devrededir ve bunda
BT’nin etkisi son derece bariz bir realitedir. Çok yanlı ve taraflı (İng.
multilateral) uluslararası ve ulus
üstü münasebetlerin yoğunluğu ulus içi ilişkilerde de söz konusudur. Bunun
başlıca nedeni, küresel ve yerel belirli konjonktürlerde kesişimler yaşanması
ve bu nevi geçici bileşimler sırasında artık kaçınılmaz hale gelen çok katmanlı
yapılanma(lar)dır. Çok katmanlı toplumsal yapıların sistematikleşmesi,
toplumsal katmanların karmaşıklığını tekrarlamak ve bunu ideolojik takıntılarla
eski söylemler üzerinden okumak, toplumları –küreselde ve yerelde toplulukları-
sınıflar kümelenmesine dayanan doktrinler ışığında analiz etmeye devam edip,
ara boyutlarla genleştirmek, sıradan politik iktisadi yaklaşımlarla, kimlik
siyasetleriyle, oluşturulmak istenen siyasalar için toplum mühendislikleriyle
irrasyonel tarzlarda indirgeyerek düzenlemek değildir. Her geçen gün daha
komplike hale gelen siyasi, sosyal, ekonomik ve psikolojik zaviyeler, kendi
düzeylerinde katmanlaşmaktadırlar ve bu açılım insanlığın ilintili olduğu hemen
her alan için geçerlilik arz eder. Heterojenleşme gittikçe daha görünür
olmakta, nicelleşme çeşitlenmekte, niteliğin erişimi zorlaşmaktadır. Bu
bağlamda yönetme ameliyesinde gerek zaman gerekse mekân açısından derli toplu
hareket edebilme kabiliyeti 20-30 yıl öncesine göre merkezileşmeyi,
konsantrasyonu sağlamaktan uzaktır. Bundan dolayı yönetimin alt icraatlarından
(İng. sub branches) olan düzenleme ve denetleme dominant idare işlevleri olarak
öne çıkmaktadırlar. Karmaşıklığın analizi doğrultusunda olabildiğince
kategorizasyona gayret edilmesi ve bunun üzerinden kontrol sistemlerinin de
katmansal olarak organizasyonu, erişilen bilgilerin depolanması ve dağıtımı
gibi yönetim fonksiyonları yalnızca devlet açısından değil, toplumlar açısından
önemli aktörler olan şirketler için de birer zorunluluk haline gelmiştir.
Kamuda düzenleme, denetleme ve insanlar arası karşılıklı etkileşim, süreç
içinde yönetişim şeklinde öncel hale gelirken kısmen devlet erkinin piyasa
denetçisi etkinliğine uyumlu olarak kısmen de karmaşıklığın organizasyonu ve
eşgüdümü açısından yönetişim olgusu şirketler için de ön plana çıkmaktadır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi hem
yönetişimi anlama hem de sınırlarını belirleme yönüyle yaklaşımlar arasında
farklılıklar bulunmaktadır. Buna ayrıca yaygınlık ve yönetişimin ne tür
zihniyetlerle ele alındığı türünden tutumlar da eklenmektedir. Ama her
hâlükârda yönetişimin çok katmanlı sosyolojisi, ağsal ilişkilerle sarmallanmış
yönetsel karakteri asgari düzeyde de olsa anlaşılmalı; karşıt veya yandaş
duruşlardan farklı bir vizyonla demokratik işletmesel yönetime imkânlar
sunabilecek yönetişimin bir de bu yönüyle elverişli bir araç olarak
değerlendirilmesinin gerekli olduğu kanısındayım.
1
“Proje Demokrasisi”, Türkiye’de yerel yönetişim bağlamında gerçekleştirilen bir
diğer etkinliktir. Proje demokrasisi, belirli bir projeden etkilenecek olan herkesin,
projenin her yönüne ve aşamasına, yalnız talep edici olarak değil, fiilen bir
karar alıcı olarak katılmasıdır.
2 https://de.wikipedia.org/wiki/Ordoliberalismus Erişim: [19.08.2015].
Ordoliberalizm (Alm. Ordoliberalismus) serbest ticaretin erdemlerini açıkça
kabul etmekle birlikte, serbest piyasanın sosyolojik, ekonomik ve ahlaki
bakımlardan kendi kendine işler olmadığını belirtir. Piyasa ekonomisine
fonksiyonel işlerlik kazandırmak için devletin düzenleyici kararlar almasını ve
uygulamasının gerekliliğine vurgu yapar. Buna göre devlet; özel mülkiyet ve
mülkiyetin kullanım kurallarını, para sistemini oluşturan kuralları, mali
sistemi oluşturan kuralları, tekellerin kontrolü ve rekabete işlerlik
kazandıracak kuralları ve benzeri diğer kuralları saptar. Ekonomik düzen
politikası piyasa ekonomisine fonksiyonel işlerlik kazandıracak, böylece
merkezi planlamaya ihtiyaç duyulmayacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder