Dünya
tarihinin bilinen en şiddetli ve yıkıcı savaşının ardından başlayan gergin
soğuk savaş dönemi şartlarının güvenliğe kodlanmış ideolojik çatışmalarının
ardından 1980’lerin sonunda iflas eden ekonomiler olarak doğu blokunun çökmesi
sonucunda ortaya çıkan geçiş dönemi belirsizliklerin başlangıcı olmakla beraber
eşzamanlı olarak yeni politik düşüncelerin de biçimlendirilmesi dönemi
olmuştur. Yeni döneme ilişkin pek çok öngörü sonuç itibarıyla gerçekleşmemiş;
ancak elverişli görülen bazı stratejik projelerin ise hala gerçekleştirilmesi
için her türlü yöntem denenmektedir. Bunların başında Amerikalı siyaset bilimci
ve yazar, A.B.D. eski Dışişleri Danışmanı S.P. Huntington’ın ünlü eseri
“Medeniyetler Çatışması (The Clash of Civilizations, 1996)” ile ortaya koyduğu
ve “The
West Against the Rest” ile formüle ettiği batı medeniyetinin dünyanın geri
kalanına karşı üstünlüğü ile sonuçlanacak 200 yıllık medeniyet projesinin
stratejisinin açtığı yol küreselleşme olgusunun açılımını sağlamıştır.
Günümüzdeki haliyle küreselleşme
ekonomik manada ülkelerin sınırlarını görece şeffaf kılmış, ama sosyo-kültürel
açıdan güdük kalmıştır. Bilhassa Orta Doğudaki yıkımlar ve belirsizlikler,
Uzakdoğu’nun ön alanını kontrol altına alma çabaları ve Afrika kıtasında
yapılan zulümler küreselleşmenin yıkıcı tezahürleri olurken, politika üzerinden
şekillenen yeni yönetim tarzları ve BT’nin sağladığı devasa bilgi akışının
oluşturduğu değişim-dönüşümler ile ulus devletlerin teritoryal kapsamlı
yerelleşmelerle yüzleşmesi, Türkiye gibi kritik jeo- politik ve stratejik konumdaki ülkelerin bitmek bilmez çabaları,
paranın adeta zaman ve mekan ötesine meydan okuyan hareketleri gibi hususlar
kaos teorisyenlerine zemin hazırlamıştır. Küreselleşme, batının kendi
ayrıştırmasını yaptığı risk varsayımlarının gerçekleşmesinin önüne geçememiş;
özellikle politik iktisadi sistemin sarsılmalarını ve kırılmalarını
engelleyememiştir. Güç birliği modeli olan AB çok yönlü istikrarsızlıkların tam
anlamıyla göbeğinde konumlanmıştır. Yeni yüzyılın büyük sorunu haline gelen ve
politikası bir türlü oluşturulamayan göç-mülteci akınları da bir çok yan
etkileriyle Avrupa’nın özellikle bazı anahtar ülkelerini (en başta Almanya
olmak üzere diğer AB ülkeleri) derinden ürkütmektedir. Batı, fakir ülkelerden
üzerine gelen göç hareketleri karşısında çaresizdir ve uygarlığı bu problem
karşısında neredeyse iflas etmektedir; Batı’nın mülteci politikalarındaki bazı
yaklaşımları “sosyal ırkçılığın” bir türü haline gelmiştir. Tüm AB ülkelerinin
barındırdığı göçmen sayısı Türkiye’ye kıyasla 1’e 3’tür. Bu hususta ülkemizin
duruşu Osmanlı İmparatorluğu’ndan aldığı miras üzere şekillenmektedir.
Küreselleşmenin getirdiği diğer
bir tezahür, politikanın şekillendirdiği yönetim modellerinde iki ana kolun
oluşmasına vasıta olmuştur: Sürekli kontrole dayalı tutucu idareler ve buna
karşın açık toplum ve demokratikleşmeyi hedef edinen ve ısrarla bunun
gerçekleşmesi için çaba sarf eden idare fikri. Bu fikrin özünde yatan
ilhamlardan birisi esnek, demokratik ve insancıl bir yönetim için yönetişimin
araçsallaştırılmasıdır. Günümüzde şirketler açısından iki meydan okuyucu unsur bulunmaktadır:
Gelişen çok katmanlı sistemik teknolojik etkenler sayesinde üretim ve ürün
öğelerinin, pazarlamanın sosyalleşerek dönüşümü ve baskınlığı ile buna paralel
seyreden yönetişim gereksinimi ve klasik endüstriyi dönüştürebilecek güce haiz
yeni rakip olarak ‘ince teknoloji’, bunun yatay karakteri ile buna uygun farklı
yol ve yöntemlerin kavranması ve bunlara kaynak olabilecek yönetişim
düşüncesinin şekillendirdiği demokratikleşen yönetim.
Yüz yıl önce dünya üzerinde
yaşanan politik kırılımlar bir silsile halinde I. Dünya Savaşına ve takip eden
yıllarda yaşanmış ve değişen dengelerin zemin bulamaması dünyayı ikinci savaşa
taşımıştı. Söz konusu savaşı müteakiben iki ana ideoloji ve bunların arasında
sıkışan 3. Dünya teorileri eşliğinde 20. Yy.ın sonuna doğru ikinci büyük
kırılım dalgası başlamış, bir ana ideolojik sistemin çöküşü, diğerinin dönüşümü
ve arada kalanın da sanallığının patlamasıyla günümüze kadar gelinmiştir.
İkinci büyük kırılımın artçıları hala sürmekte olup, ya yeni büyük bir savaşa
sürüklenme ya da devam eden periferik çatışmaların herhangi bir şekilde -Türkiye’nin
arzuladığı gibi- sonlanarak barışçıl bir dönemin başlaması ile mevzi
kazanılması. Bu ihtimaller arasında sıkışmış durumda olduğumuz ortadadır. Hız,
değişim-dönüşüm ve toplumsal iklimi etkileyen kırılımlar arka plandaki aktörü
politika olan vakaların karşılıklı etkileşimine dayanmaktadır. Bu çapta
kitlesel ve geniş tabanlı toplumsal vakalar, gerek yansımaları gerekse öğeleri
itibariyle tek boyutlu gerçeklikler değildir. Tek kutuplu bir dünya söylemi
doğu blokunun çökmesiyle birlikte öne sürülen romantik bir tezdi; aynı bazı
fütüristlerin hala bahsettikleri tek merkezli dünya yönetimi gibi. İnsanın unutmaması
gereken husus, dünyanın ve üzerindeki yaşamın teklik değil çokluk, çeşitlilik
üzerine yaratıldığıdır. Canlıların yaşamını yeknesak kılmaya meyleden tarzlar
yanılgılarının bedelini er geç öderler. Bu nedenle –son yıllarda ülkemizde
sıklıkla eleştirel bir biçimde şikayet edilen- “kalıplaşmış kutuplaşma”
ifadeleri yerine bu çatışmaları yönetmek ve bunlardan ne türden yararlı
çıkarımlar, fırsatlar yaratabileceğimizi düşünmek daha yerinde olacaktır. En
azından insanın yaratılmış olanda mevcut olan kutuplaşmalar üzerine tefekkür
etmesi dahi bu konuda pek çok işaretleri görmesine aracı olacaktır. Kutuplaşma
olayında önemli olan biteviyelikte olduğu gibi zihinlerin kilitlenmesine izin
vermememizdir. Ayrıca, gözden kaçırmamız gereken Türkiye’de uzun yıllar boyunca
bastırılan çok sesliliği müteakip nispi de olsa erişilen demokratik düzeyle
birlikte fikirlerin çatışmasının, kutuplaşmasının doğal olduğudur. Zaten
kutuplaşma söylemini dile dolayanlardan bazılarının, eskinin “benim demokrasim”
anlayışında olan jakobenler olduğu da diğer bir gerçektir.
Günümüzde gittikçe daha da
belirginleşen ana gelişmelerin başında bilginin yaşamı domine eden ve bir tür emir-komutasız,
ama bazan yönlendirilen sosyal ağlarla yayılarak kendi kendine örgütlenen
yapılar oluşturabilmesidir. Bunun yanı sıra aşikar hale gelen toplumun bütün
boyutlarındaki hızlı ve köklü değişiklikler; (ince) teknoloji, aile hayatı,
din, kültür, politika, iş, hiyerarşi, lider-yöneticilik, değerler ve cinsel
etik gibi çok farklı alanları kapsayan bu değişimler, aynı zamanda bir yönüyle
reforme edilmeye çalışılan bir uygarlık yaratma sürecini, diğer yandan bu durum
yönetimsel kırılımların yönlendirici ana motifi olarak politikayı
öne çıkarmaktadır. Bunlardan uygarlık yaratımı daha belirgin ip uçları arz
ederken, politika daha örtülü bir biçimde etkindir.
Yeni zamanlarda bilgi önemi artan
şekilde kapitale eklenme pozisyonundadır. İnsan yeteneklerinin ve sosyal
bağlantıların rolü zenginlik yaratmada belirleyici kuvvet haline gelmektedir.
Sürekli iç içe geçen ve daha başka değişiklikleri tetikleyen eşzamanlı
değişimlerin dalgalar halinde yaşanması ve giderek ekonominin yeni bir
versiyonunun ortaya çıktığı ortadadır. Daha teknolojik bir ekonomi ortaya
çıktıkça, fabrika düğümleri ve girdi-çıktı bağlantılarıyla yirminci yüzyılın
makineye benzer ekonomisinden, yirmi birinci yüzyılın karşılıklı bağlantılı
organik ekonomisine geçilmektedir. Eski ekonomi bir makineyken yeni ekonomi, değişken
kombinasyonlar ve çok katmanlı bir yapılanma dahilinde prosesler halinde,
değişkenleri çok fazla sayıda ve kestirilebilirliği düşük seviyede olmak üzere
gelişmektedir. Ekonomi bilim olarak eskiye nazaran bilinmezleri ve değişkenleri
çok fazla içermekte ve çeşitli şekillerde dallanıp budaklanmaktadır. Bireysel
tahminler incelendiğinde ölçme ve değerlendirme araçlarının artık yetersiz
olduğu görülmektedir. İktisadi gidişat ile ilgili ileriye dönük tahminler son
derece zorlaşmış, hatta şirketler açısından orta vadeli yansıtımlar dahi
belirsizliklerle kuşatılmıştır. Hızlı değişimler ve yeniliğin oluşumları
çerçevesinde, zaman ve mekân boyutlarındaki iniş-çıkışlar şirketler açısından
yönetsel kırılımların meydana gelmelerini zaman açısından kısaltmış, sıklıkları
ise artmıştır. Bu bağlamda oluşan yönetsel kırılımların natürü detaylı ve
derinlemesine analiz edilmeli, bu analizlerden elde edilen çıkarımlar işletme
katmanlarında mümkün olduğunca paylaşılmalı ve geri bildirimler için zemin(ler)
oluşturulmalıdır. Bu doğrultuda, yani karşılıklı etkileşim içinde işletme
politikaları birimsel bazda yapılandırılmalı ve oluşabilecek yönetsel
kırılımların kendiliğinden değil de, belirlenen politikalar çerçevesinde
bilinçli olarak gerçekleştirilmesi veya gerekliyse tersi şeklinde düzenlenmesi
elzemdir. Sözünü ettiğimiz nazari ağırlıklı bu türden politik yaklaşımların
uygulaması için başlıca koşul; düşünen, sorgulayan, girişim riski üstlenen,
tekil ve özgün çalışanın, bireyin katkısı ve yaratıcılığının
belirleyiciliğidir.
Yönetsel
kırılımın motoru olarak politika, Çok Katmanlı Sistemleri sindirmiş ve
yönetişimin araçsallığını iyi kavramış, bunu da değişimli olarak insan ve çevre
odaklı uygulamayı hedeflemiştir. Böyle bir politika düşünce tabanında geniş
kapsamlı ve derinlik sahibidir. Ortaya koyduğu farkındalık doğrultusunda
yönetimin birincil ölçütlerini şu görüşlere göre şekillendirir: İnsan değerini ayrıcalıklı
kılan husus, o istemediği müddetçe onun yaratıcılığına sahip olunamayacağı
realitesidir. Artık firmaların başarılı olabilmesinin koşulu yaratıcılığı ve
dehayı örgütleyebilmek olacaktır. Yani yaratıcı insanları bir araya
getirebilmek yeni zamanlarda her türlü organizasyonun temel başarı kriteri
olmaktadır. İnsan ancak özgür ise yaratıcı olabilir. Kreatif aklı
örgütleyebilmek için yepyeni bir anlayış ve yepyeni bir ortam gereklidir. Öğrenen ve bu sayede araçsal aklı kullanabilen
şirketler, çalışanlarını inisiyatif almaya, yeni fikirler geliştirmeye, hatta
gerekiyorsa “kurallar kitabını fırlatıp atmaya” özendirmelidir. Yönetim
basitleştirilmiş anlamıyla bir madalyon misalidir; bir yüzüyle yeniliklerin,
değişimlerin çok yönlü okunulduğu, tartışıldığı ve bunlara uyumlanabilen
politikaların şekillendirdiği yaklaşımlar; diğer yüzüyle eskide tutunmaya devam
eden, hatta buna dair henüz bilgi sahibi olan, dünyaya o tür modellerden bakan
ve öyle zanneden yönetim tarzı. İkincisi yönetimsel kırılımları fark etmeyen ya
da fark etse de eldekini devam ettirmeyi daha elverişli gören, olabildiğince
homojenleşmeyi ve dikeyliği muhafaza etmeyi vazife edinen patronaj merkezli
klasik kondisyonel yönetimlerdir. Zaten insanlığın geçmişine bakıldığında
döngüselin bu doğrultuda geliştiği görülecektir; yeniliklere uyumlanabilenlerin
dönüşümler aracılığıyla devam şansı vardır!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder