Bilgimiz, bildiğimiz kritik bir parça, hipotezlerden bir ağ, tahminlerden bir doku…
Sir
Karl R. Popper
Son elli yılı kapsayan ve özellikle son otuz
yılda belirginleşen dönemde insana ilişkin tüm alanlarda, kısaca edebiyattan
bilime, sanattan felsefeye, soyuttan somuta insanı ilgilendiren her türlü
üretimin, statik veya dinamik insana sunulan her türlü şeyin gerçekten çok
büyük bir devinim içinde gerçekleştiğine şahit oluyoruz. Birbirine bağlı veya direkt
bağlı olmasa da ilintili olduğunun daha da belirginleştiği çağımızda gelişimsel
hızlanma ve çeşitlilik hiçbir dönemde –bilgimiz dahilinde- bu denli sarsıcı
olmamıştır. Bu “sarsıcılığın” Avrupa’da 18. ve 19. yüzyıllarda yaşanan
endüstri devrimiyle oluşan “sosyal sorun” ile ortaya çıkan
sosyo-ekonomik, siyasal ağırlıklı meselelerinin şeklen değişik sürümlerinin
daha farklı ilâvelerle ve genleşerek asrımızda da devam ettiğini görüyoruz.
İlki tarımdan endüstriye geçişte meydan gelen, şimdiki ise endüstriden bilişime/bilgiye
ve bunun maddeselliğine geçişte oluşan sorunsalın günümüzdeki tezahürü çok
sayıda somut ve soyut başlık altında sıralanabilir: Küreselleşme, bunun
getirisi yerelleşme, gelir dağılımındaki derinleşen adaletsizlik, çok sayıda
bölgesel çatışma, sıra dışı terör, geniş kapsamlı ve uzantılı iklim ve çevre
sorunları, baskı, kapalı toplum eğilimleri, açlığın yaygınlaşması, metropol
dengesizlikleri, dumurlaşma sendromları, psikoz hastalıklar, kaygı, korku,
takıntılar, çeşitlenen hastalıkların eşlik ettiği ömür uzaması, kirli-belirsiz
ekonomik kökenli ortamlar, sıçrama karakterli teknolojik gelişim vs. Bir dizi
yazıdan oluşan bu serinin ardında-temelinde bir ana başlık-tema olacak: Batıllaşma.
Batıllaşma çürük,
mistifize-gizlemli gerçekliği saptırma,
gerçeklikten uzaklaştırıcı, sömürücü,
çabuk tüketme, savurganlık, tahammülsüzlük, özel alana tecavüz, şiddet, sefilleştirici, vb. olumsuzluklara, çeşitli kandırmacalara ve umursuzluğa yol açan
post modern yersizliklere, bazen karmaşıklık bağlamında “moda akımsal saçmalıklara”
atfettiğim genel bir adlandırma. Bu yazı dizisinde amaç post moderni reddetmek,
kötülemek değil; burada amaç
özellikle insanın çalışma hayatı içine sokulan veya sokulmak istenen bazı
çalışmaları büyüteç altına almak ve kritik bir yaklaşımla inceleyip
değerlendirmektir. Çünkü çalışma hayatı için bilinçli veya bilinçsiz
yaptığımız bazı çalışmalar pozitif katkı yerine olumsuz gelişmelere, hatta
bazen daha dramatik savrulmalara ve sonuçlara, travmatik durumlara ve ortam
çürümelerine sebep olabilmektedir. Bunun dışında bireyler üzerinde de nahoş
psikozlara, bozulmalara yol açabilmektedir. Bu türden vakaların tetiklenmesinde
dikkat çekici olan yapaylaştırılan bilim ve din üzerinden türetilen istismarlar
olup, arka planlı amaç edimi maddi-manevi getirim üretimine tahvil etmektir. Bu
kapsamlı konuya ilişkin ilk denemem aşağıda sunduğum H. Gardner’ın “çoklu zekâ
kuramı” olarak “piyasada” yer bulan çalışmasına getirdiğim kritik yaklaşım
olacaktır. Genel olarak kritiğe/eleştiriye yüklenen olumsuz anlamlandırmaya
karşı bir hatırlatma: Kritik başka, farklı açılardan bakmaktır, farklı okumalar
yapmak ve olabildiğince bilimsel-ilmi olarak yaklaşım için gayret sarf
etmektir. Bu da sabır ve sebat gerektiren bir eylemdir.
Gardner'ın
zekâ bölümlemesinin "teori" mi, yoksa sadece bilişsel/kognitif bir
çıkarım-anlatı mı olduğu tam olarak ortaya konmadan, kendisi ve ekibinin
sunduğu ağırlıklı izlenimsel gözlem temelli "oluşturulan bir düşünce
dizimi" üzerinden birey eğilimlerinin
(mesleki ya da başka alansal) belirlenmesinin veya buna benzer
sezinleme-öğrenme proseslerinden hareket etmenin sözde (pseudo) girişimler olabilme
potansiyelinin yüksek olduğu, böylelikle ortaya koyduğu sistematiğin, bakış
açısının rant amaçlı dönüştürülebileceği kanısındayım. Bu kanaatimi destekleyen
en önemli gerçeklik, pazar-piyasada yaygın bir şekilde arz edilen çeşitli zekâ
tipleme/türlerine ilişkin ürünlerdir. Belki daha da ciddi olan durum, bu yönde
eğitim alanına ilişkin çocuklar üzerinden başlayarak daha ileri yaşlara varan seviyede
ortaya konan “bilinçsiz deneksel” uygulamalardır.
Bilindiği üzere, Gardner zekânın biyopsikolojik bir potansiyel olduğunu ve kültürel değerlerden derinlemesine etkilendiğini savunur: ‘‘…bir kültürel ortamda problem çözme veya kültürün bir değeri olan bir ürün yaratma bilgisinin etkinleştirilebilir biyopsikolojik potansiyelidir.’’ (Gardner, Howard,1999, Intelligence Reframed: Multiple Intelligences for the 21st Century) Bundan hareketle tek zekâ düşüncesine karşı olarak çoklu zekâ savını ortaya koyar. Gardner’ın asli çıkış noktası psikometrik ölçümlere dayandırılan iki suretli “tek zekâ” fikrinin (mantık/matematik-sözel) çok yönlü handikaplar oluşturduğudur. Acaba bu bölümleme doğru bir yaklaşım mıdır? Daha doğrusu Gardner’ın “çoklu zekâ” görüşü gerçekten bir bölümleme mi, yoksa çok yönlü bir düşünce dizinini daha açık ve iyi anlaşılması amacıyla kullandığı yöntemin sadece bir aktarımsal yansıması mıdır?
Dil/köken bilimsel olarak incelediğimizde, zekâ kelimesinin Arapçadan dilimize alındığını görürüz. Arapçada "zihin parıltısı, parıltı, ateşin körüklenerek kızıştırılması " manalarında da kullanılan zekâ sözcüğü, Türkçede “anlamak” fiilinden hareketle “anlak” olarak da; yani anlama ve bazen algılama yeteneği manasında da kullanılmaktadır. Batı dillerinde ise zekâ, Latince “intellegere“ sözcüğünde kök bulur; anlama, şeyler arasında seçim yapma, çağrışım yapma, imgeleme, yargıda bulunma, usavurma, soyutlama gibi manalarda kullanılır. Zekâ kelimesi, psikolojide, daha doğru bir deyişle diferansiyel psikolojide (differential psychology) bileşik/sentetik bir kavram olarak insanın “bilişsel performans yeteneği” olarak genellenmiş bir taban bulur. Bu tanımlarda dikkat çeken vurgulama, zekâ ile anlama arasındaki bağ ve zekânın yetenek olarak da belirtilebildiğidir. Buna göre, zekâ zihin ile ilişkilidir ve insan zihninin üretimleri ile birçok yeteneğin bir nevi sentetik birleşimidir. Yani zihnin potansiyelinde oluşan bir güçtür. Zihnin anlama, kavrama, öğrenme, düşünme, hafıza yönlü işlevlerini de kapsar. Psikoloji de ise akıl, bilgi, kişilik ve yaratıcılık vb. öne çıkarılan alt sınıflara ayrılarak ele alınmaktadır.
Zekâya dair modern çalışmalara göz attığımızda sayının hiç de az olmadığı görülecektir. Bu çalışmalarda başlıca iki nitelendirme ortaya konmaktadır: Biri anglo-sakson-amerikan, diğeri cermen (german) kaynaklı bakış açılarıdır. Birincisinde çalışmalar teori, ikincisinde ise ağırlıklı olarak model(leme) olarak adlandırılmaktadır. Bizde ise nitelendirme de teori takısı baskındır. İki nitelendirme arasındaki farkın önemi zekâya dair çalışmaların bilime, bilimsel bilgiye olan yakınlığı ile ilgilidir. Bilindiği üzere bilimde tek bir teoriden hareketle bağlantılı pek çok teorinin oluşturduğu paradigmal sistemlere ulaşılabilir ve bu sistemler vasıtasıyla çok sayıda standart modeller oluşturulabilir. Burada önemli olan bu modeller üzerinden çok detaylı, yüksek teknolojiye dayalı deneylerin yapılarak “sıkı-zorlu” sınamaların gerçekleştirilmesidir.
Yukarıdaki belirtimler doğrultusunda, Gardner’ın çalışmasını kuram değil, modelleme olarak sınıflandırmak ve eleştirel açıdan değerlendirmek istiyorum. Bu kritiğin başlıca nedeni, çoklu zekâ modellemesinin bir piyasa ürünü olarak standart bir modelmiş gibi sunulması ve oluşturabileceği risklerden kaynaklanmaktadır. Öncelikle, Gardner’ın tam anlamıyla dillendirmediği husus, fikrimce çalışmasına esin kaynağı olan Thurstone’un zekâya ilişkin çalışmasındaki “birincil faktörler” (primary factors) olarak adlandırdığı kavramın içeriğinde yer alan zekâ öğelerinin, kendisininkilere son derece benzer olmasıdır (L.Leon Thurstone, Zekânın Doğası/The Nature of Intelligence, 1924). Thurstone bu çalışması ile konuyu hem tartışmaya açmış, hem de gerek yaygınlık gerekse deneysel olarak daha iyi bölümlenmiş bir hiyerarşik zekâ modelini ortaya koymuştur: “Zekâ çok sayıda birbirinden farklı ve değişebilen öğelerin bileşiminden oluşmuştur.” Çok sayıda zekâ araştırmacısının görüşüne göre, Gardner son yüzyılda yapılan birçok zekâ araştırmasını görmezden gelmekte, bununla birlikte çalışmaları bilimsel araştırma sonuçları olarak son derece yetersiz olup, şimdiye değin deneysel olarak yeterli temellendirmeye haiz olamamıştır. Bunun yanı sıra Gardner’ın modellemesi oldukça güçlü kavramsal zayıflıklar içermektedir, öyle ki şimdiye kadar tam anlamıyla deneysel kestirimler sunamamıştır (Visser, B. A., Ashton, M. C. & Vernon, P. A.: Beyond g: Putting Multiple Intelligences theory to the test. Intelligence, 2006). Örneğin, 187 katılımcı ile yapılan geçerlilik çalışmasında Gardner’ın çoklu zekâları, yetenek ölçüm kategorisine ilişkin bilgiler yerine ağırlıklı olarak kişilik özellikleri alanına yönelik ipuçları vermiştir. Ayrıca, sekizli skalanın, yani zekâların sadece yarısı alanda genel olarak uygulanan ölçümlemelerin içkin güvenilirliğine göre Alpha=70 verisine erişebilmiştir. Yenilenen güvenilirlik testleri de aynı sonucu vermiştir (Adrian Furnham, The Validity of a New, Self-report Measure of Multiple Intelligence, 2009). Ağırlıklı olarak yurt dışındaki şirketlerde şahsımın da içinde yer aldığı bazı çalışmalarda, çoklu zekâlar modeli üzerine kurulu testlerde tam bir geçerlilik tecrübe edilememiş, bu testlerin verdiği tahminler klasik zekâ testerine nazaran sadece belirli yaklaşımda kaliteye erişebilmiştir. Buna bağlı olarak zekâya ilişkin akademik araştırmalarda “çoklu zekâlar” fazla ciddiye alınmamaktadır (Detlef H. Rost, Intelligenz: Fakten und Mythen, 2009).
Bilindiği üzere, Gardner zekânın biyopsikolojik bir potansiyel olduğunu ve kültürel değerlerden derinlemesine etkilendiğini savunur: ‘‘…bir kültürel ortamda problem çözme veya kültürün bir değeri olan bir ürün yaratma bilgisinin etkinleştirilebilir biyopsikolojik potansiyelidir.’’ (Gardner, Howard,1999, Intelligence Reframed: Multiple Intelligences for the 21st Century) Bundan hareketle tek zekâ düşüncesine karşı olarak çoklu zekâ savını ortaya koyar. Gardner’ın asli çıkış noktası psikometrik ölçümlere dayandırılan iki suretli “tek zekâ” fikrinin (mantık/matematik-sözel) çok yönlü handikaplar oluşturduğudur. Acaba bu bölümleme doğru bir yaklaşım mıdır? Daha doğrusu Gardner’ın “çoklu zekâ” görüşü gerçekten bir bölümleme mi, yoksa çok yönlü bir düşünce dizinini daha açık ve iyi anlaşılması amacıyla kullandığı yöntemin sadece bir aktarımsal yansıması mıdır?
Dil/köken bilimsel olarak incelediğimizde, zekâ kelimesinin Arapçadan dilimize alındığını görürüz. Arapçada "zihin parıltısı, parıltı, ateşin körüklenerek kızıştırılması " manalarında da kullanılan zekâ sözcüğü, Türkçede “anlamak” fiilinden hareketle “anlak” olarak da; yani anlama ve bazen algılama yeteneği manasında da kullanılmaktadır. Batı dillerinde ise zekâ, Latince “intellegere“ sözcüğünde kök bulur; anlama, şeyler arasında seçim yapma, çağrışım yapma, imgeleme, yargıda bulunma, usavurma, soyutlama gibi manalarda kullanılır. Zekâ kelimesi, psikolojide, daha doğru bir deyişle diferansiyel psikolojide (differential psychology) bileşik/sentetik bir kavram olarak insanın “bilişsel performans yeteneği” olarak genellenmiş bir taban bulur. Bu tanımlarda dikkat çeken vurgulama, zekâ ile anlama arasındaki bağ ve zekânın yetenek olarak da belirtilebildiğidir. Buna göre, zekâ zihin ile ilişkilidir ve insan zihninin üretimleri ile birçok yeteneğin bir nevi sentetik birleşimidir. Yani zihnin potansiyelinde oluşan bir güçtür. Zihnin anlama, kavrama, öğrenme, düşünme, hafıza yönlü işlevlerini de kapsar. Psikoloji de ise akıl, bilgi, kişilik ve yaratıcılık vb. öne çıkarılan alt sınıflara ayrılarak ele alınmaktadır.
Zekâya dair modern çalışmalara göz attığımızda sayının hiç de az olmadığı görülecektir. Bu çalışmalarda başlıca iki nitelendirme ortaya konmaktadır: Biri anglo-sakson-amerikan, diğeri cermen (german) kaynaklı bakış açılarıdır. Birincisinde çalışmalar teori, ikincisinde ise ağırlıklı olarak model(leme) olarak adlandırılmaktadır. Bizde ise nitelendirme de teori takısı baskındır. İki nitelendirme arasındaki farkın önemi zekâya dair çalışmaların bilime, bilimsel bilgiye olan yakınlığı ile ilgilidir. Bilindiği üzere bilimde tek bir teoriden hareketle bağlantılı pek çok teorinin oluşturduğu paradigmal sistemlere ulaşılabilir ve bu sistemler vasıtasıyla çok sayıda standart modeller oluşturulabilir. Burada önemli olan bu modeller üzerinden çok detaylı, yüksek teknolojiye dayalı deneylerin yapılarak “sıkı-zorlu” sınamaların gerçekleştirilmesidir.
Yukarıdaki belirtimler doğrultusunda, Gardner’ın çalışmasını kuram değil, modelleme olarak sınıflandırmak ve eleştirel açıdan değerlendirmek istiyorum. Bu kritiğin başlıca nedeni, çoklu zekâ modellemesinin bir piyasa ürünü olarak standart bir modelmiş gibi sunulması ve oluşturabileceği risklerden kaynaklanmaktadır. Öncelikle, Gardner’ın tam anlamıyla dillendirmediği husus, fikrimce çalışmasına esin kaynağı olan Thurstone’un zekâya ilişkin çalışmasındaki “birincil faktörler” (primary factors) olarak adlandırdığı kavramın içeriğinde yer alan zekâ öğelerinin, kendisininkilere son derece benzer olmasıdır (L.Leon Thurstone, Zekânın Doğası/The Nature of Intelligence, 1924). Thurstone bu çalışması ile konuyu hem tartışmaya açmış, hem de gerek yaygınlık gerekse deneysel olarak daha iyi bölümlenmiş bir hiyerarşik zekâ modelini ortaya koymuştur: “Zekâ çok sayıda birbirinden farklı ve değişebilen öğelerin bileşiminden oluşmuştur.” Çok sayıda zekâ araştırmacısının görüşüne göre, Gardner son yüzyılda yapılan birçok zekâ araştırmasını görmezden gelmekte, bununla birlikte çalışmaları bilimsel araştırma sonuçları olarak son derece yetersiz olup, şimdiye değin deneysel olarak yeterli temellendirmeye haiz olamamıştır. Bunun yanı sıra Gardner’ın modellemesi oldukça güçlü kavramsal zayıflıklar içermektedir, öyle ki şimdiye kadar tam anlamıyla deneysel kestirimler sunamamıştır (Visser, B. A., Ashton, M. C. & Vernon, P. A.: Beyond g: Putting Multiple Intelligences theory to the test. Intelligence, 2006). Örneğin, 187 katılımcı ile yapılan geçerlilik çalışmasında Gardner’ın çoklu zekâları, yetenek ölçüm kategorisine ilişkin bilgiler yerine ağırlıklı olarak kişilik özellikleri alanına yönelik ipuçları vermiştir. Ayrıca, sekizli skalanın, yani zekâların sadece yarısı alanda genel olarak uygulanan ölçümlemelerin içkin güvenilirliğine göre Alpha=70 verisine erişebilmiştir. Yenilenen güvenilirlik testleri de aynı sonucu vermiştir (Adrian Furnham, The Validity of a New, Self-report Measure of Multiple Intelligence, 2009). Ağırlıklı olarak yurt dışındaki şirketlerde şahsımın da içinde yer aldığı bazı çalışmalarda, çoklu zekâlar modeli üzerine kurulu testlerde tam bir geçerlilik tecrübe edilememiş, bu testlerin verdiği tahminler klasik zekâ testerine nazaran sadece belirli yaklaşımda kaliteye erişebilmiştir. Buna bağlı olarak zekâya ilişkin akademik araştırmalarda “çoklu zekâlar” fazla ciddiye alınmamaktadır (Detlef H. Rost, Intelligenz: Fakten und Mythen, 2009).
Gardner’ın yaklaşımındaki diğer yumuşak karın
biyo-psiko temellendirme üzerinden, beyin üzerine yapılan araştırmaları da konuya
mündemiç kılmasıdır: Zekâlar alan spesifik birimlere –bazı faktör kuramlarında
olduğu gibi- bölünebilir değildir. Aksine o çoklu zekâyı, beyinde
yerleştirilmiş birbirinden bağımsız modül benzeri organizasyon biçimleri olarak
nitelendirir. Her bir zekâ kendine özgü bir “nöronsal devre” olarak beyinde
bulunur. Herhangi bir zekâda oluşacak zedelenmeler ve/veya yaralanmalar diğer
zekâları etkilemez. Hâlbuki beyin
üzerine yapılan araştırmalarda arpa boyu yol almış olmamıza rağmen; örneğin;
nörodağıtım, biyolojik, fizik, kimyasal karmaşık süreçler, kuantum-mekaniksel
etkileşimler, mental ve karmaşık
enerjilerin çözümlenmesi onca teoriye rağmen sürüyle soru işareti ortada ve henüz
emekleme safhasında iken (The Self and its Brain, Popper-Eccles ortak
çalışması) çok fazla şeyden bahsetmemiz bir yana, asılı duran pek çok tezlere
dayalı karakter- düşünsel modellemeleri, teori ile karıştırmamız veya
ispatlanmış, kesin çıkarımlar olarak ortaya sürmemiz ilginçtir. Gardner’ın
geliştirdiği modellemenin, insanın zihinselden edimsele varan çok sayıda
erişimlerine dayandırdığı ve bu dayanak üzerinden belirli koşullara,
olasılıklara bağlı olarak bir tür kontenje (disipliner bölümleme) edilmiş
psikoloji merkezli-ağırlıklı olarak zekâ kavramsallığının tezahürlerine işaret
ettiğini düşünüyorum. Nitekim ruhsal-manevi zekâ fikrini kabul etmediği halde, bu fikirden
esinlenerek dokuzuncu departman olan “varoluşsal zekâ” hakkında çalışmalar başlatmış
(kendisi hala araştırma
safhasında olduğu için bunu "yarım zeka" olarak da
adlandırmaktadır) ve henüz biyolojik bir alan bulunamadığından bunu listeye 9.
olarak sonradan ekleyebileceklerini belirtmiştir. Bu noktada soru şudur: Biyolojik alan üzerine somut bilgilere
erişildikten sonra mı söz konusu zekâ modele eklenecektir, yoksa ipuçlarına rastladığımız bazı
biyolojik veriler üzerinden yorumsama yapılarak mı? Özellikle son
yıllarda beyin üzerine yapılan çalışmalarda beynin belirli bölgelerindeki
aktivasyonlar ile yaşam içinde insanın ortaya koyduğu davranışsallık arasında
belirli bir düzlemde ilintili/eş evreli (coherent) ve kısmen bağdaşık tutarlı (consistent) tezler ortaya konmaktadır. Bu tezler arasında, bilhassa
psikiyatrik esaslı olanlarında, zekâ ve türevlerinden bahsedenlerin sayısı
azımsanmayacak oranda dikkat çekicidir (ülkemizde özellikle Prof. Nevzat
Tarhan’ın çalışmaları). Örneğin, deneysel çalışmalarda beyinde bulunan bazı
alancıklar, davranış ve dışavurum belirtilerine göre söz konusu zekâlar ile
ilişkilendirilmektedir. Özellikle son birkaç yıl içinde yayınlanan bu konuları
içeren kitaplarda, beynin belirli bölgeleri ile zekâ türleri arasında –adeta-
birebir ilişki kurulmaktadır. Bu ilişkilendirme açık ve oldukça iyi bir ifadeyle
(formulation) sav olarak ileri sürülse problem teşkil etmeyecektir. Ancak
konuyla ilgili öylesine bir vurgulama yapılmaktadır ki, sanki bu somut bir
saptama, kanıtlanmış ve kesinleşmiş bir bulgudur! Yüksek teknolojiye dayalı ölçümleme
sonuçlarında dahi hata payı, yanılabilirlik mümkün iken –hatta doğa yasalarında
istisnailikler olasılık dâhilindeyken- beyne ilişkin araştırmalar gibi çok daha
karmaşık alanlarda kesinlikten, kati gerçeklerden ve ispatlardan söz etmek
mevzunun dogmalaştırılmasından başka bir şey değildir. Dogmalaştırılmış
bilgilerin uygulamaya geçirilmesi halinde oluşabilecek riskleri -burada
uygulamadan kastettiğim sadece bir işin bilfiil yapılması değil, söz aracılığı
ile ifade edilmesini de kapsamaktadır-, mesela katılaştırılmış ideolojilerin
insan evladının başına getirdiği belaları, felaketleri unutmamalıyız. Bu
hususta pek çok misaller vermek mümkündür. En basitinden bilimsellik adına,
bilimi araç kılarak oluşturulan dogmalaşmanın bireyi, bir topluluğu ve/veya
toplumu, hatta bir bilim insanını nasıl da kapalı bir hale getirdiği bilinirken…
Öte yandan, James
Traub'ın The New Republic'teki makalesi Gardner'ın sisteminin birçok
akademisyen veya öğretmen tarafından kabul edilmediğini belirtmektedir. Gardner
ise çalışmasında şunları ifade etmektedir: ‘‘Çoklu Zekâ kuramı birçok deneysel
kanıtlarla tutarlıdır ve şu ana kadar deneysel testlerle güçlü bir şekilde
inkâr edilememiştir... Kuram uygulamaları eğitim alanındaki birçok projede
incelenmiştir. Bizim önsezimiz birçok defa gerçek sınıf
deneyimleri ışığında gözden geçirilmek zorundadır.’’(Gardner, 1993) Kısa süreli
bellek işlemlerini fark eden psikologlardan biri olan George Miller, The New
York Times Book Review'da Gardner'ın savının "önsezi ve düşünce”
ye indirgendiğini yazmıştır. Gerçekten de Gardner’ın kendisi de 1982 yılındaki
yayınlarında, çalışmalarının başlangıç
aşamalarında, çok sayıdaki varsayımlarının spekülatif olduğunu ve deneysel
sınamalara gereksinim duyduğunu belirtmiştir. Ancak, çalışmaların gördüğü yoğun
ilginin popüler düzeye ulaşmasını müteakip söz konusu belirtimleri her nedense
unutmuş gibi görünmektedir! Bunu normal bir duruş olarak gördüğümü
belirtmek isterim; zira benzer pek çok teori iddialarında gözlemlendiğine göre,
kuramı sahiplenenler bir yandan psikolojik bir konumlanmaya ve kritikleri görmezden gelmeye (ignore),
diğer yandan teoriye bağışıklık kazandırmaya (immunize) eğilim gösterirler.
Daha önce Gardner’ın teori olarak sunduğu çalışmasını, teori olarak değil bir modelleme olarak gördüğümü belirtmiştim. Ancak, çalışmasını bizce (zekâsal kökenli olabilecek) yetenekler (diğer pek çok insanın yetenek kelimesini kullandığı gibi) yerine, zekâlar olarak vurgulaması “ad hoc varsayım” kapsamına girdiğinden; yani çürütülme ihtimaline karşı korumak için ek bir kalkan oluşturduğundan ortaya koyduğunun kuramsallık görüntüsü veren oldukça kesin sınırlarla belirlenen düşünsel bir alan modelleme olduğu kanısındayım. Ama bu demek değildir ki öne sürdüğüm farklı nitelendirme tam anlamıyla kesin ve nihai gerçektir. İnsanın bilimsel sahada gösterdiği ilerleme günün birinde Gardner’ın tezlerini güçlü kılabilir ve bu noktadan itibaren ileri sürdüğü tezler konuyla ilgili gerçek anlamda bir teorinin oluşmasını sağlayabilir. Bizim yaklaşımımız son otuz yıldaki sürece ve bugünkü durumla alakalıdır. Bilindiği üzere, bilimsel hipotezlere karşı duran gerçek verilerin açıklanmasında bazen "ad hoc hipotezler" sırf o durumu açıklamak için üretilebilir. Bunun çok bilinen bir örneği, Albert Einstein tarafından özel görelilik kuramına ilave edilen kozmolojik sabitedir. Einstein, görecelik denklemlerinin gösterdiğinin aksine, uzaydaki kararlı yapının açıklanabilmesi için, denkleme denge durumunu ortaya çıkaran bir sabit eklemiştir. Kendisi tarafından önceleri "en büyük yanlışım" olarak tarif edilse de, sonradan kara enerji kuramı ile desteklenmiştir. Ama bu dahi sonuncu ve kesinleştirici bir açıklama değildir.
Sonuç olarak; çalışma hayatına ve eğitim sahasına uygulama için alacağımız çalışmaları titizlikle incelememiz ve birçok düşünsel ve deneysel sınamalardan geçirmeliyiz. Özellikle adeta bir bilgi bombardımanı altında bulunduğumuz ortamda, genel anlamda zaten bir karmaşanın içinde bulunan yaşamımızda daha fazla karmaşaya, çok yönlü ve daha fazla israfa yol açmamız kaçınılmaz olacaktır. Bu bağlamda, Özden Aslan’ın gerçekten oldukça iyi bir çalışma olan kitabının (Bir İnsan Kaynakları Masalı) önsözünde yer alan A. Şeref İzgören’in şu sözünü hatırlatmak isterim: “Kitapta, Amerika’dan alınmış dandik, uygulanmaz teoriler yerine, ülkenin gerçeklerini içeren, uygulanabilir somut öneriler var: Bu harika…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder