“Haksızlık karşısında susan dilsiz
şeytandır.”
Hz.
Muhammed
Yönetim
olgusunu aşırı şekilde bölümleyen, iş ve çalışmayı olabildiğince detay-boğucu süreçlere
ayırarak ve görevleri yeni unvanlarla ve yapay yetkinliklerle çeşitlendiren,
“böl, parçala, yönet” anlayışını -yaşamın tüm alanlarına yayılma hedefli- iş
hayatına da entegre eden kapital, örgütlenmeyi mümkün olabildiğince atomize
etmeye çalışacaktır. Amaç, gerektiğinde karmaşıklaştırmak ve yoğunlaştırmak,
böylelikle bireyin yabancılaşmasını diri tutarak sürdürülebilir hale getirmek
ve özellikle idari sahayı ön-tali çevrelere (peripheries) ayırarak ve bunların
her birini kendine bağlı, bağımlı ve sadık, aynı zamanda kontrollü, yarı özerk
birimler haline getirerek merkezi güçlü ve etkin kılmaktır. Yenidünya düzeni
olarak adlandırılan ekonomi-politiğin sistematiğinin hedefi, çalışma yaşamına
izdüşümünü de derin stratejik odaklar ve ortaklar vasıtasıyla en
uygun bütünleşmeyi (küreselleşme) parçalara (yerele) izafe ederek
post modern merkezci yapıyı oluşturmaktır.
Hiyerarşinin sözde esnekliği ve
organizasyonda yerelleştirmenin hedefi, dağıtılan yetkinliklerin sağladığı
etkin aksiyonların merkezi gücü geri beslemesini –birimler ve elemanlar
aracılığıyla- sağlamaktır. Bu da amaçlanan sıkı merkezi kontrolün hâkimiyetini,
somut ve metodik gözleme-izleme ve kayıtlama ile bunların dayandığı teknolojik
imkânlar vasıtasıyla kolaylaştıracak ve sağlamlaştıracaktır. Bunun yanı sıra
oluşturulan kavramların sloganlaştırılması ya da uzun zaman gayret sarf
edilerek oluşan yaşanmışlıkların, tecrübelerin kadim edinimlerinin indirgenerek
propaganda malzemelerine dönüştürülmesi, algıdan başlayan ve anlamaya varan
süreci “ölçü ve uyak gibi kayıtlara bağlı olmayan deyi şekline” bürümüştür. Bu
tür yazılı veya şifahi kaynaklar post modernizmin tipikleri olup, ortak
özellikleri pek çok bilimsel kavramı içermesi, ancak uygulamada
kullanılabilirliğe yatkın olmamalarıdır. Bu bağlamda anlama, kapsamı geniş
görünümlü ve fakat içeriği yetersiz, uygulaması kısır ve verimsiz bir işlevdir.
Dolayısıyla öğrenme ve prosesleri zayıf ve bağımlıdır. Yani anlama ve öğrenme
özgür gibi görünen, ancak kökten “verilen ve kabul edilen” niteliktedir.
Günümüzde de iş hayatındaki yönetim temelli ve önemli uygulamalar –istisnalar
hariç- iki ana nokta belirler: Sömürü ve duyarsızlık. Sömürü maddi
ve manevi anlamda asgarileştirmede başat bulur. Bireye, onun üzerinden
çevresine çeşitli yansımalar oluşturur. En sinsilerinin başta geleni ve
tezahürü şudur: Asgarileştirme gerek parayla, gerekse sosyo-kültürel cahillikle
araçsallaşır ve bireyde süreklilik arz eden ama karşılanmayan şikâyet halini
alır. Bu hal dışa vurulduğu gibi içe de atılabilir. Ama her hâlükârda menfi bir
biçimde içselleşir. Sömürü “baskın” olan olarak sahnede yerini alırken,
“negatif içselleşme” bu şekliyle çekinik olandır. Sömürü iradesi,
şikâyet halinin örgütlenmesini ya baskı ile engeller ya da oluşumu çeşitli
yöntemlerle -örneğin hukuki üst-ve altyapı düzenlemeleri, yani devlet erkinin
tepeden inmeci yaklaşımıyla veya gerektiğinde etkin bir yöntem olan satın alma
ile- malulleştirir. Bu durum için sendikalaşmanın önüne geçmeyi veya
yozlaştırılmasını örnek olarak gösterebiliriz. Böylelikle oluşan “şikâyet
kültürü” gelenekselleşir, adeta bulaşıcı
bir hastalığa dönüşür. Şikâyet, birey açısından -pansuman da olsa- gerilim
boşaltım aracı olabileceği gibi, depresyona yol açabilecek gerginleştirici de
olabilir. Çalışma hayatında kötümserliğe neden olabilecek bu türden bir gelişim,
olumsuz içselleşme olarak adlandırdığımız bireyselden grupsala ve hatta
toplumsala evrilebilme riski taşımaktadır. Bu aşamayı çalışma ortamının
cinsleşmesi, terslenmesi olarak görebiliriz. Cinsleşme örgütte hâkim olan ve
çözüm üretildiği halde uygulanmayan ortamı, terslenme ise bu ortam sonucu
oluşan örgütsel sosyo-psikolojik hale işaret eder. Sorunun çözümlenmesi
ertelenir veya umursanmazsa yaygın deyişle manası zenginleştirilen
“asosyalleşme”, bizim deyişimizle “duyarsızlaşma” başlar. Bu zihin halini (mood)
asosyalleşmeden ayıran şey, kişinin çevresinden soyutlanması dışında kendi iç
yaşamından da kopuşudur. Yani insan gerek çevresine gerekse kendine önce
yabancılaşmış ve sonrasında duyarsızlaşmıştır. Bu halin reel oluşu haricinde
maskelenmiş durumu da mevcuttur. Ancak, kişinin duyarsız rolünü oynaması dışa
yansıma ve etkileme yönüyle gerçek olandan çok da farklı değildir. Duyarsızlık
belli bir aşamayı müteakip dumurlaşmaya dönüşür ki, asıl düşündürücü olan
budur. Zira dumurlaşan bireyler örgütleri olumsuz etkilemelerinin yanı sıra
kötümserliğin bulaşıcı hale gelmesine de neden olurlar. Aynı durum toplumsal
olarak da geçerlidir. Dr. Mustafa Merter’in literatüre kazandırdığı
“Kaliforniya Sendromu” bu çöküşü son derece etkileyici bir
şekilde tasvir etmektedir.
Sömürü hem kendine özgü (sui
generis-nev’i şahsına münhasır) hem de süreç içinde kazandığı yapısı itibarıyla siyasal-sosyal-ekonomik
boyuttan sosyo-psikolojik boyuta değin sarmal bir karakter geliştirmiştir: Taşeron
işçilik, çocuk çalıştırma ve her türlü istismarı, kadın istismarı, kara para
kazanımı, totaliter siyasal rejimler, bölgesel savaşlar, her türlü ticari
sömürü, organ pazarı, doğa katliamı, fikir hırsızlığı ve bilumum insanı
kirleten bu tür gerçekler… İş ortamında ve yaşamda sorunlarla mücadele içinde
olan insan, içinde bulunduğu duruma göre moral-isteklendirme açısından
şekillenir ve çoğunlukla bu sarmalın farkında olamaz. Kendi durumu her zaman
daha trajik boyutlardadır, kendi sarmalı daha bunaltıcıdır. Farkına varanların birçoğu
ise “dramatik kaderci” pozisyondadır; elinden bir şey gelmediği saplantısı
otomatik devreye girer ve bu tip insanlık sorunlarını bertaraf eder. Kendi saplantısını
kader kılan insan, bu kaderi nedeniyle kendini hesap vermekten de beri kılmış olur. Günümüzde moda olan pek çok hümanist
akım denize yönlenmiş nehir gibidir, ancak denizle birleşip birleşmediği müphem
olan birer nehir… Hangi iş olursa olsun, en azından bir yaraya merhem
olmuyorsa, ister yüksek başarıya ulaşsın isterse harikalar oluştursun, sabun
köpüğünden öteye gidemeyecektir. İnsan evladının ulaştığı başarıları, yaptığı
atılımları bir de bu zaviyeden değerlendirelim; acaba hangi sahnelerle karşılaşacağız,
aynada hangi suretler belirecektir? Bir işyeri çok iyi yönetildiği, büyük
başarılara imza attığı yönünde ön plana çıkabilir, ama o şirketin bir çalışanı
dahi adaletsizlik nedeniyle acı duyuyorsa, zamanı geldiğinde bunun hesabını
verecektir. Bunun kaçışı yoktur, hangi açıklamayı getirirseniz getirin, ölçü
artık aklın ve mantığın dışına itilir. Açıklamanızın adı bahaneden, kılıftan
öteye gidemez. İşte, sömürü dediğimiz böyle habis ve sinsi bir çıbandır.
Hangi şirket veya hangi insan olursa
olsun fark etmez; değer tartışmasına da girmeden, kendine tek bir hedef
belirlesin ve bu hedefe olan yaklaşma derecesi performansı belirlesin. Var mısınız?
Hedef şu: … Kriterler ve şartlar çerçevesinde sömürüye yol açacak veya
açabilecek şu ve şu… Hususlarda her türlü sömürünün titizlikle önüne geçilecek
ve tüm misyon, vizyon, politikalar, amaçlar, ıvır-zıvırlar, nihai hedefimiz
daim surette bu yönde olacaktır! Aşırı idealist değil mi? Gerçeklikten kopuk ve
uzak, irrasyonel… El cevap: Kerbela’yı, Çanakkale’yi, Sakarya’yı ve dahi
benzerlerini bir daha gözden geçirin. Anlama işlevini bağlamdan koparmadan.
Hüseyin’in Kerbelası mı, Yezid’in Şam’ı mı? Karar ve seçim bizlerin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder