26 Mayıs 2013 Pazar

İş’in Teorisi Üzerine-5 – Sömürünün Çıkarımı ve İdealizm


“Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.”
                                                                                                                        Hz. Muhammed

Yönetim olgusunu aşırı şekilde bölümleyen, iş ve çalışmayı olabildiğince detay-boğucu süreçlere ayırarak ve görevleri yeni unvanlarla ve yapay yetkinliklerle çeşitlendiren, “böl, parçala, yönet” anlayışını -yaşamın tüm alanlarına yayılma hedefli- iş hayatına da entegre eden kapital, örgütlenmeyi mümkün olabildiğince atomize etmeye çalışacaktır. Amaç, gerektiğinde karmaşıklaştırmak ve yoğunlaştırmak, böylelikle bireyin yabancılaşmasını diri tutarak sürdürülebilir hale getirmek ve özellikle idari sahayı ön-tali çevrelere (peripheries) ayırarak ve bunların her birini kendine bağlı, bağımlı ve sadık, aynı zamanda kontrollü, yarı özerk birimler haline getirerek merkezi güçlü ve etkin kılmaktır. Yenidünya düzeni olarak adlandırılan ekonomi-politiğin sistematiğinin hedefi, çalışma yaşamına izdüşümünü de derin stratejik odaklar ve ortaklar vasıtasıyla en uygun bütünleşmeyi (küreselleşme) parçalara (yerele) izafe ederek post modern merkezci yapıyı oluşturmaktır.

Hiyerarşinin sözde esnekliği ve organizasyonda yerelleştirmenin hedefi, dağıtılan yetkinliklerin sağladığı etkin aksiyonların merkezi gücü geri beslemesini –birimler ve elemanlar aracılığıyla- sağlamaktır. Bu da amaçlanan sıkı merkezi kontrolün hâkimiyetini, somut ve metodik gözleme-izleme ve kayıtlama ile bunların dayandığı teknolojik imkânlar vasıtasıyla kolaylaştıracak ve sağlamlaştıracaktır. Bunun yanı sıra oluşturulan kavramların sloganlaştırılması ya da uzun zaman gayret sarf edilerek oluşan yaşanmışlıkların, tecrübelerin kadim edinimlerinin indirgenerek propaganda malzemelerine dönüştürülmesi, algıdan başlayan ve anlamaya varan süreci “ölçü ve uyak gibi kayıtlara bağlı olmayan deyi şekline” bürümüştür. Bu tür yazılı veya şifahi kaynaklar post modernizmin tipikleri olup, ortak özellikleri pek çok bilimsel kavramı içermesi, ancak uygulamada kullanılabilirliğe yatkın olmamalarıdır. Bu bağlamda anlama, kapsamı geniş görünümlü ve fakat içeriği yetersiz, uygulaması kısır ve verimsiz bir işlevdir. Dolayısıyla öğrenme ve prosesleri zayıf ve bağımlıdır. Yani anlama ve öğrenme özgür gibi görünen, ancak kökten “verilen ve kabul edilen” niteliktedir. Günümüzde de iş hayatındaki yönetim temelli ve önemli uygulamalar –istisnalar hariç- iki ana nokta belirler: Sömürü ve duyarsızlık. Sömürü maddi ve manevi anlamda asgarileştirmede başat bulur. Bireye, onun üzerinden çevresine çeşitli yansımalar oluşturur. En sinsilerinin başta geleni ve tezahürü şudur: Asgarileştirme gerek parayla, gerekse sosyo-kültürel cahillikle araçsallaşır ve bireyde süreklilik arz eden ama karşılanmayan şikâyet halini alır. Bu hal dışa vurulduğu gibi içe de atılabilir. Ama her hâlükârda menfi bir biçimde içselleşir. Sömürü “baskın” olan olarak sahnede yerini alırken, “negatif içselleşme” bu şekliyle çekinik olandır. Sömürü iradesi, şikâyet halinin örgütlenmesini ya baskı ile engeller ya da oluşumu çeşitli yöntemlerle -örneğin hukuki üst-ve altyapı düzenlemeleri, yani devlet erkinin tepeden inmeci yaklaşımıyla veya gerektiğinde etkin bir yöntem olan satın alma ile- malulleştirir. Bu durum için sendikalaşmanın önüne geçmeyi veya yozlaştırılmasını örnek olarak gösterebiliriz. Böylelikle oluşan “şikâyet kültürü” gelenekselleşir, adeta bulaşıcı bir hastalığa dönüşür. Şikâyet, birey açısından -pansuman da olsa- gerilim boşaltım aracı olabileceği gibi, depresyona yol açabilecek gerginleştirici de olabilir. Çalışma hayatında kötümserliğe neden olabilecek bu türden bir gelişim, olumsuz içselleşme olarak adlandırdığımız bireyselden grupsala ve hatta toplumsala evrilebilme riski taşımaktadır. Bu aşamayı çalışma ortamının cinsleşmesi, terslenmesi olarak görebiliriz. Cinsleşme örgütte hâkim olan ve çözüm üretildiği halde uygulanmayan ortamı, terslenme ise bu ortam sonucu oluşan örgütsel sosyo-psikolojik hale işaret eder. Sorunun çözümlenmesi ertelenir veya umursanmazsa yaygın deyişle manası zenginleştirilen “asosyalleşme”, bizim deyişimizle “duyarsızlaşma” başlar. Bu zihin halini (mood) asosyalleşmeden ayıran şey, kişinin çevresinden soyutlanması dışında kendi iç yaşamından da kopuşudur. Yani insan gerek çevresine gerekse kendine önce yabancılaşmış ve sonrasında duyarsızlaşmıştır. Bu halin reel oluşu haricinde maskelenmiş durumu da mevcuttur. Ancak, kişinin duyarsız rolünü oynaması dışa yansıma ve etkileme yönüyle gerçek olandan çok da farklı değildir. Duyarsızlık belli bir aşamayı müteakip dumurlaşmaya dönüşür ki, asıl düşündürücü olan budur. Zira dumurlaşan bireyler örgütleri olumsuz etkilemelerinin yanı sıra kötümserliğin bulaşıcı hale gelmesine de neden olurlar. Aynı durum toplumsal olarak da geçerlidir. Dr. Mustafa Merter’in literatüre kazandırdığı “Kaliforniya Sendromu” bu çöküşü son derece etkileyici bir şekilde tasvir etmektedir.

            Sömürü hem kendine özgü (sui generis-nev’i şahsına münhasır) hem de süreç içinde kazandığı yapısı itibarıyla siyasal-sosyal-ekonomik boyuttan sosyo-psikolojik boyuta değin sarmal bir karakter geliştirmiştir: Taşeron işçilik, çocuk çalıştırma ve her türlü istismarı, kadın istismarı, kara para kazanımı, totaliter siyasal rejimler, bölgesel savaşlar, her türlü ticari sömürü, organ pazarı, doğa katliamı, fikir hırsızlığı ve bilumum insanı kirleten bu tür gerçekler… İş ortamında ve yaşamda sorunlarla mücadele içinde olan insan, içinde bulunduğu duruma göre moral-isteklendirme açısından şekillenir ve çoğunlukla bu sarmalın farkında olamaz. Kendi durumu her zaman daha trajik boyutlardadır, kendi sarmalı daha bunaltıcıdır. Farkına varanların birçoğu ise “dramatik kaderci” pozisyondadır; elinden bir şey gelmediği saplantısı otomatik devreye girer ve bu tip insanlık sorunlarını bertaraf eder. Kendi saplantısını kader kılan insan, bu kaderi nedeniyle kendini hesap vermekten de beri kılmış olur. Günümüzde moda olan pek çok hümanist akım denize yönlenmiş nehir gibidir, ancak denizle birleşip birleşmediği müphem olan birer nehir… Hangi iş olursa olsun, en azından bir yaraya merhem olmuyorsa, ister yüksek başarıya ulaşsın isterse harikalar oluştursun, sabun köpüğünden öteye gidemeyecektir. İnsan evladının ulaştığı başarıları, yaptığı atılımları bir de bu zaviyeden değerlendirelim; acaba hangi sahnelerle karşılaşacağız, aynada hangi suretler belirecektir? Bir işyeri çok iyi yönetildiği, büyük başarılara imza attığı yönünde ön plana çıkabilir, ama o şirketin bir çalışanı dahi adaletsizlik nedeniyle acı duyuyorsa, zamanı geldiğinde bunun hesabını verecektir. Bunun kaçışı yoktur, hangi açıklamayı getirirseniz getirin, ölçü artık aklın ve mantığın dışına itilir. Açıklamanızın adı bahaneden, kılıftan öteye gidemez. İşte, sömürü dediğimiz böyle habis ve sinsi bir çıbandır.

            Hangi şirket veya hangi insan olursa olsun fark etmez; değer tartışmasına da girmeden, kendine tek bir hedef belirlesin ve bu hedefe olan yaklaşma derecesi performansı belirlesin. Var mısınız? Hedef şu: … Kriterler ve şartlar çerçevesinde sömürüye yol açacak veya açabilecek şu ve şu… Hususlarda her türlü sömürünün titizlikle önüne geçilecek ve tüm misyon, vizyon, politikalar, amaçlar, ıvır-zıvırlar, nihai hedefimiz daim surette bu yönde olacaktır! Aşırı idealist değil mi? Gerçeklikten kopuk ve uzak, irrasyonel… El cevap: Kerbela’yı, Çanakkale’yi, Sakarya’yı ve dahi benzerlerini bir daha gözden geçirin. Anlama işlevini bağlamdan koparmadan. Hüseyin’in Kerbelası mı, Yezid’in Şam’ı mı? Karar ve seçim bizlerin.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...