Yönetim
yetkisi güç bahşeder; ama ödünç olarak… Abraham Lincoln’ün de dediği gibi
“birinin karakterini bilmek istersen, ona güç bahşet.” Şirketlerin yönetiminde güç, sevk ve idare olgusunun gerçekliği
olarak paylaşılmış şekilde önemli rol oynar. Bu bağlamda daha da önemlisi gücün
kontrollü bir biçimde güdümlenmesidir. Zira güç çalışanların ve buna bağlı
olarak şirketin eriştiği başarılar ile insani sorumluluklar arasındaki gerilim
alanında adeta patlamaya hazır dinamit gibidir. Burada başarılar ile
kastettiğimiz organizasyonun öncül hedeflerinden olan ekonomik başarılardır.
Sorumluluk ise başarının insana yüklediği vebaldir. İnsani mesuliyetin
başarılara ilişkin etik zorunluluğu, yönetici güçlerin (bu nitelemeyi lider
sözcüğünün karşılığı olarak kullanıyorum) davranışlarına dikkat etmeleri ve bunların çalışanlardan dönecek
yansımalarını hesaba katmalarıdır. Bu realite bir yandan güç ile olan ilişkide
hassas davranılması, diğer yandan ise gücün manipüle aracı olarak kötü niyetle
kullanılmaması gerekliliğini içerir.
Piyasada
yaygın biçimde liderlik olarak adlandırılan oluşturulmuş mefhumun asli
kaynağını “yönetici güç(ler)” olarak nitelendiriyorum. Yönetici güçler ortak
aklın üretimine dayanırlar ve şirketlerde yönetim ekibi olarak belirli
hiyerarşik modeller çerçevesinde ‘iş yaparlar’. Toplumsal yaşamda az sayıda
istisna dışında birey tarafından tek başına a’dan z’ye realize edilen herhangi
bir iş yoktur. Bir sanatçı dahi vücuda getirdiği eseri bireysel çalışması ile
gerçekleştirmiş olabilir, ama bu eserin tanıtılmasından nihai olarak geldiği
noktaya değin taşınması süreçsel bir ekip işidir. Tek başına lider olarak
nitelendirilen bir kişinin sevk ve idareye dair gücü dahi zamana ve mekâna
bağımlı davranışlar ile yönetiminde muhatap olduğu kişilerin onu doğal yaşam
sözleşmesi çerçevesinde meşru kılmasına muhtaçtır. Yönetime dair her türden
aksiyon meşruiyet kazanmaya mecburdur; ister doğru isterse yanlış olsun.
Lider figürü
atfetmeye dayalı bir yaratımdır, bir senaryodaki başrol oyuncusuna biçilen rol
gibi. Ancak yaşam insanın sınırlı bir düzeyde katkı sağladığı ve pek çok
değişkene bağımlı bir olgudur. Bu nedenle belirli zamanlarda, koşullarda ve
ortamlarda liderliğe eklemlenen niteliklerin bazıları sınırlı da olsa etkin
olabilirler, ama bu muhataplarını lider yapmaya yetmez. Belki en fazla geçici
olarak ‘bir harekete’ önder, öncü yapabilir; onu süreli olarak ön plana
çıkarabilir. Fakat bu bizlere resmedilerek pazarlanan lider figürünün karşılığı
değildir. Zira başarıyı sağlayan gerçekte yetenekler, nitelikler değil; insanlar
ve onların ortaklaşa ürettikleri akılcı çalışmalarıdır. Günümüzde de başarılı
şirketler dikkatlice incelendiğinde aktif olarak çeşitlilik arz eden ekiplerin;
inovasyon, çalışan etkileşimi ve hatta finansal performansın kilit
tetikleyicisi olduğu görülecektir. Kültürel etkinin yanı sıra kâr-zarar
hanesine etkinin de en fazla çeşitlilik arz eden organizasyonlardan geldiğini
gösteren veriler dikkat çekmektedir. Örneğin, yönetim kurulu çeşitliliğinde en
üst dörtte birlik dilimde yer alan şirketlerin öz sermaye getirisi, en alt
dörtte birlik kesimdeki şirketlerden yüzde 53, faiz ve vergi öncesi kârları ise
yüzde 14 daha yüksektir.1
Gücün tek bir
elde toplanma eğilimi gösterdiği, geniş bir alanda o kişi üzerinden yayıldığı
ve etkin olduğu dönemsel vakalar vardır. Ancak bu dönemlerin süresi uzadığı
takdirde ve o kişinin üzerinde etkili olduğu topluluklarda meşruiyet bir tür
–neredeyse- koşulsuz boyun eğmeye dönüşürse, daha önce bahsettiğimiz ‘güç
vehmi’ riskler ve tehlikeler barındıran konsantreye evirilebilir. Bu hale
evirilen gücün en belirgin özelliği iş yaptığı kişiler üzerinde nüfuzunu
kullanım şeklidir. Nüfuzun kullanımı çeşitli formlarda etkin olmakla beraber
enaniyetin tesir etmediği haller ve durumlar doğrusu nadirattandır. Çoğunlukla
gücün hâkim konuma gelen otorite tarafından cebredici olduğu ortadadır. Bu
bağlamda yönetilme durumunda olanların maruz kaldıkları muamele, zulme varan
yürütme ve uygulamanın ürünü olan “kibrin pratiği”nden neşet eder. Bilindiği
gibi, Kur’an’da iblisin Allah’ın emrine uymak istemeyerek Adem’e secde etmemesi
ve buna gerekçe olarak kendi yaratımının Adem’inkinden üstün olduğunu öne
sürmesi kibrin pratiğini ortaya koyan çok iyi bir misaldir. Sufilerin dediği
gibi, “bu dergâhın kapısı kâfir dâhil herkese açıktır, kapalı olduğu kişiler
yalnızca kibirlilerdir.”
Günümüzde
insanlığı sarmalayan kibrin en belirgin yansıması narsisizm illetidir. Bu
sarmal kişiyi sürekli olarak başarıya odaklar ve bunun için her türlü araca,
dolayısıyla erişime meşruiyet sağlar. Meşruiyet kritiği reddeder. Başarı
merdiveninde yukarıya tırmanmanın en belirgin riski, kişiyi yardımcı olacak
kritiğe ve açık geribildirime kapalı yapma ihtimalidir. Bu illetin patolojiye
dönüşmesinin önünü almak, Hermann Bahr’ın dediğini, “kim kendini tanımak için
cesaretliyse, kendini beğenmekten vazgeçmelidir” şiar edinmekten geçer.2
Narsisizm, özellikle
modernite süreci ile birlikte içeriği ve etkinliği genleşerek insan bilincine
daha etkili olarak yansımakta, kendine bağlı ve kendinden neşet eden çeşitli
sorunların oluşmasına aracı olmaktadır. Konuya ilişkin öncellik psikolojik
tabanlı olsa da, arka planı itibariyle ontolojik ve yeni zamanlardaki
yansımaları ise sosyolojik ağırlıklıdır. Ülkemiz bilim literatürüne Dr. Mustafa
Merter aracılığı ile kazandırılan "Kaliforniya Sendromu" kavramı
üzerine yapılacak
incelemelerin, çağımızda narsisizm, benmerkezcilik, sosyal medya, dengele(n)me, karizma ve kişisel gelişim
odaklanması, secret, liderlik
tutkunluğu vb. mefhumların
anlaşılmasında itici ve ilerletici bir rol oynayacağını sanıyorum.3
Keith Campbell, Jean Twenge gibi bilim insanlarının derin araştırmaları ve
çalışmalarının bu tür konular hakkında önemli ve faydalı olduklarını da
belirtmek isterim. Özellikle, toplumsal bazda "yönlendirici, yönetici"
konumundaki kişilerin konuya hâkim olmaları; ayrıca psikolojik kavrama ve sorunsalın çözümleri
açısından psiko-hijyenin (nefs terbiyesi) önemini vurgulamak isterim ki, bu
hususta Anadolu'nun barındırdığı "bilgeliğin" zenginliği malumdur.
Diğer yönden; paradoksal görünse de "narsistik etkileyiciliğin" bazen bunu diğer insanlar için bir değer haline çevirebildiği durumlar da olabilmektedir. Narsisizmin yeni zamanlardaki yansımasını “insan ruhunun fast-food’u” olarak nitelendiren Campbell'ın da belirttiği üzere: "… bunu da yapabilmek için, kendiniz için istediklerinizi, başkalarının faydasına olacak şekilde düzenleyerek sağlayabilirsiniz. Bunu tarihte yapmış birçok kişi var. Mc Carthy, bunlardan birisi. Japonya’yı yeniden inşa eden kişi aslında. Vasıfları içinde çok narsistik özellikler var. Bunu kendi çıkarı için yapıyor, ama toplumun faydasını da düşünüyor."4 Yaşam bazen sayısız olanaklar ve olasılıkları ile tuhaf olabiliyor. Fakat bu gibi durumlarda düşünmemiz gereken husus, getiri-götürü hesabı gibi basit bir faydacılık değil, yaşama ilişkin en küçük bir riskin dahi göz önünde bulundurularak, tehlikelere karşı önlemlerin alınması ve bunların sürekli olarak geliştirilmesidir. İş yaşamına yönelik planlamalarda olumsuz şekilde ortaya çıkabilecek ihtimallerin varsayımlar çerçevesinde değerlendirilmesi bundan dolayı yapılır. Bundan dolayı, Campbell’ın verdiği örnekteki “… ama toplumun faydasını da düşünüyor” çıkarımının bilinçli bir düşünceye dayalı eylem olduğu fikrinde değilim. Bireylerle ilgili psikolojik kökenli davranışlarımızda ve topluluklarla ilgili edimlerimizde toplumsal sosyolojinin titizlikle değerlendirilmesi gerektiği kanısındayım.
Diğer yönden; paradoksal görünse de "narsistik etkileyiciliğin" bazen bunu diğer insanlar için bir değer haline çevirebildiği durumlar da olabilmektedir. Narsisizmin yeni zamanlardaki yansımasını “insan ruhunun fast-food’u” olarak nitelendiren Campbell'ın da belirttiği üzere: "… bunu da yapabilmek için, kendiniz için istediklerinizi, başkalarının faydasına olacak şekilde düzenleyerek sağlayabilirsiniz. Bunu tarihte yapmış birçok kişi var. Mc Carthy, bunlardan birisi. Japonya’yı yeniden inşa eden kişi aslında. Vasıfları içinde çok narsistik özellikler var. Bunu kendi çıkarı için yapıyor, ama toplumun faydasını da düşünüyor."4 Yaşam bazen sayısız olanaklar ve olasılıkları ile tuhaf olabiliyor. Fakat bu gibi durumlarda düşünmemiz gereken husus, getiri-götürü hesabı gibi basit bir faydacılık değil, yaşama ilişkin en küçük bir riskin dahi göz önünde bulundurularak, tehlikelere karşı önlemlerin alınması ve bunların sürekli olarak geliştirilmesidir. İş yaşamına yönelik planlamalarda olumsuz şekilde ortaya çıkabilecek ihtimallerin varsayımlar çerçevesinde değerlendirilmesi bundan dolayı yapılır. Bundan dolayı, Campbell’ın verdiği örnekteki “… ama toplumun faydasını da düşünüyor” çıkarımının bilinçli bir düşünceye dayalı eylem olduğu fikrinde değilim. Bireylerle ilgili psikolojik kökenli davranışlarımızda ve topluluklarla ilgili edimlerimizde toplumsal sosyolojinin titizlikle değerlendirilmesi gerektiği kanısındayım.
Çalışma
yaşamının merkezinde bulunan şirketlerde, yönetim olgusuna dair araştırmalar ve
iş yapış biçimleriyle ilgili olarak öncelik verilen öğreti ve eğitim
formatlarının ağırlıklı olarak Amerikan stili popüler sürümler olduğu
rahatlıkla görülmektedir. Bunların bizim toplum sosyolojimizle uyumlu olmadığı,
hatta yapılan tercümelerin dahi tam olarak anlaşılamadığı dikkat çekicidir.
Açıklıkla ifade etmek gerekirse, Amerika’dan alınmış düşük nitelikli (dandik),
uygulanamayan modeller yerine ülkemiz gerçeklerini içeren, uygulanabilir somut
öneriler taşıyan çalışmaların önünün açılması ve değerlendirilmesi şarttır.
Örneğin, Alman iş yaşamındaki uygulamaların özgün çalışma pratikleriyle uyumlu
olması ve kültürel boşlukları mümkün olduğunca azaltması, buna benzer
pratiklerin Asya’nın gelişmiş ülkelerinde de mevcut olduğu bilinen bir
gerçektir.
Son
yıllarda yaygın bir şekilde ülkemizdeki şirketlerin gündemine giren liderlik
tematiğinin, diğer pek çok işletmesel moda ürünler gibi temel noktası ben-merkezli tüketici toplumun mimarı olan
pazarlama ve halkla ilişkilerin ortaya koyduğu sözde modellemelerdir. Ancak,
özellikle 2008-2009 ekonomik bunalımının müsebbipleri arasında liderlik olgusu
ve liderler ön planda sorgulanan figürler haline gelmiştir. Tarih sahnesinde
belirli dönemlerde ortaya çıkan ve toplumsal yaşamın başta pozitif gelişimine
katkı yapan bazı yöneticilerin, ilerleyen süreçte kendi toplumları ve diğerleri
üzerinde yaptıkları yıkımlara benzerlerini son yıllarda lider mitinin
kurucuları ve uygulayıcıları sürdürmektedir.
1Peri Kadaster,
“Mucize” Liderlik: Ekibinizi Nasıl Birleştirir ve Olimpiyat Madalyası
Kazanırsınız?, Harvard Business Review Türkiye, Nisan 2015 (Erişim:
http://www.hbrturkiye.com/blog/liderlik-gelisimi [03.04.2015]
2 Erişim: http://de.wikipedia.org/wiki/Hermann_Bahr
[03.04.2015]
3 Mustafa Merter,
Dokuzyüz Katlı İnsan, Kaknüs Yay. İstanbul,
2007
4 Jean M. Twenge
ve W. Keith Campbell, Asrın Vebası: Narsisizm İlleti, Kaknüs Yay., İstanbul, 2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder