Kurumsal yönetime ilişkin yapılan umumi
tanımlamalar ile literatürde yapılan çalışmalarda kurumsal yönetime dair betimlemeler
birlikte değerlendirildiğinde, kurumsal yönetim kavramının öncelikle
şirketlerin ve kurumların yönetildiği ve faaliyetlerinin kontrol edildiği bir
sistemi belirtmek için kullanıldığı görülmektedir. Dar anlamda kurumsal
yönetim; pay sahiplerinin haklarının şirket tarafından tanınması ve bu
haklarının pay sahipleri tarafından etkin olarak kullanılmasına olanak veren
sistemlerin kurularak şirketlerin yönetilmesidir. Şirketlerde bu konuda sorumlu
organ yönetim kuruludur. Ancak, kurumsal
yönetim kavramı geniş olarak tanımlandığında, yönetme işinin yönetim
kurulu, pay sahipleri ile şirket üst düzey yönetimi arasındaki ilişkileri
düzenleyen bir sistem olduğu görülmektedir.
Kurumsallaşma ile şirketin faaliyetlerinin ve
yönetiminin bir sistem olarak yerine getirebilmesi anlaşılmaktadır. Söz konusu
sistemin parçalarını oluşturan her bir parçanın sistemin bütünlüğü içinde
rollerinin ve görevlerinin tanımlanmış olması gerekmektedir. Kurumsallaşma ile
şirket amaçlarına uygun olarak bir örgüt yapısı oluşturulması, her bir parçanın
iş ve görev tanımlarının yazılı olarak belirlenmesi, bu amaçlara yönelik olarak
şirketin iç düzenlemelerinin oluşturulması, yetki ve sorumlulukların
dağıtılarak profesyonel bir yönetime geçilmesi sağlanmış olmaktadır.
Kurumsal yönetim kavramına esin kaynağı
teşkil eden ilk öncü araştırmanın 1932 yılında Amerikalı siyasetçi ve hukukçu
Adolf Augustus Berle ile yardımcısı ekonomist
Gardiner C. Means tarafından yazılan ve yayınlanan “The Modern Corporation
and Private Property” adlı eser olduğunu tespit edebiliyoruz. Bu araştırmada Amerikan iktisadının
derinlemesine bir analizi yapılmakta ve ekonomik açıdan üretim araçlarına
hükmeden az sayıda şirketin tekel oluşturmasıyla birlikte kartelleşmenin gittikçe
büyüdüğü ve şirketlerde mülkiyet ve kontrol arasında açık bir farklılaşma
olduğuna işaret edilmektedir. Bu anlamda vurgulanan mülkiyet ile yönetme
arasında ilk kez keskin bir biçimde ayırım yapılarak, yönetimin hukuki
düzenlemeler vasıtasıyla profesyoneller tarafından icra edildiği, böylelikle
yönetimin mülkiyetin yanında “ikinci (büyük) güç” olduğu gündeme
getirilmektedir. O zamana değin gücün sadece mülkiyete sahip olana ait olduğu
ve onun da gücü istediği gibi kendi fayda ve çıkarları için kullandığı
varsayılırken, Berle ve Means bu hipotezi reddetmek suretiyle özel şirketlere
ilişkin yeni bir tasavvur sunmuşlardır. Berle 1959 yılında yayınladığı “Power
without Property” isimli kitabıyla bir önceki tezini daha da ileri bir noktaya
taşıyarak, büyük şirketlerin yönetimlerinin kendilerini hissedarların
denetimden oldukça bağımsız kıldıklarını ve yeterince güç devşirmek suretiyle
gerek pazarın gerekse rekabetin baskısından çok büyük oranda özgürleştiklerini
öne sürer. Berle’e göre iki yönlü güç teorisi vasıtasıyla, pazarın ve rekabetin
firma mülkiyetine dayalı yönetimin topladığı tek büyük bir güç tarafından
belirlendiği teorisi geçerliliğini yitirmiştir.1 Bu ‘provokatif’ tez
bugün dahi hala üzerinde tartışılan bir temadır.
Berle’in ortaya koyduğu gerçeklik üretim
sanayisinin zirve yaptığı bir dönemde özel sektörün büyük kuruluşlarında baş
gösteren yeni mülkiyet problemidir. Bu problemin merkezinde mülkiyetin pek çok
hisse sahiplerine bölünmesi sonucu, yeni yönetici sınıfına yönelik kontrolün
kaybedilmesidir. Bunun diğer bir anlamı şirkete ilişkin karar almadaki nüfuzun
yönetici kapitale geçmesi ve böylece denetim organları ile hissedarların
yönetime dair kararlarda edilgen hale gelmeleridir. Bu durum diğer yandan
sermaye kuruluşlarını modern toplumun domine edici organizasyon biçemine
dönüştürür. Berle’in değindiği gelişimde işletme sahipleri, hissedarlar “asil
olanı (İng. Principal)”, profesyonel yöneticiler (yöneten kapital-yönetici
unsurlar) ise “vekili (İng. Agent)” temsil ederler ve bu temsil-çıkar çatışması
iktisattaki “asil-vekil, vekâlet sorununun/teorisinin (İng. Principal–Agent
Problem)” de kaynağıdır.2 Vekâlet problemi aşılması zor bir handikap
teşkil etse de, bununla beraber oluşan ekonomik baskı sermaye piyasaları
hukukunun da gelişimine sebep olması hasebiyle itici bir güçtür.
Berle araştırmalarıyla modern şirketlerin
(The Modern Corporation), profesyonel yönetim tarzı ile hem özel mülkiyetin
etkisinin gerilediği ve böylece tüzel kişiliğin öne çıktığı anonim kimliğe
büründüklerini hem de hisse paylaşımı ile hissedarların da mecburen yönetme
işini yönetim organlarına-kurullarına bırakmasıyla (“bir milyon hissedar eş zamanlı olarak bir şirketi yönetemez”)
gerçek anlamda sermaye piyasası ve pazarının oluştuğunu öne sürmektedir ve bu
bağlamda, kapitalizm bir yaşam tarzı değil, iktisadi ve sosyal hedeflere
ulaşmada bir yöntemdir.3 Bu anlayışa göre yönetim-piyasa-pazar
bileşkesinin şirketlerin ana belirleyici unsuru olduğunu ve bu sebeple de
şirketlerin iktisadi ve sosyal sorumluluk sahibi olmaları gerektiğini
varsayabiliriz. Böyle bir önermeden de şirketlerin zorunlu olarak gücün ve
sorumluluğun pozisyonunda konumlandıklarını çıkarsayabiliriz.
Büyük holdingler bağlamında mülkiyetin
bölünmesi; hissedarların kabul edici, verileni alıcı ve yönetimin ise üretici
konumunda olduğu manasındadır. Bunun dışında yönetim çalışanlara karşı işe
alım, işten çıkarma, ücretlendirme, iş koşulları vs. ve zincirleme olarak
pazarın tedariki ile çevre gelişimi gibi hususlarda yaptırım gücüne sahiptir;
yani yönetim (yöneticiler) gelişimin temposunu belirler.
Büyük holdinglerin elinde bulunan büyük gücün
ana kaynağı pek çok kanaat
belirleyicinin öne sürdüğü gibi kapital değil, politik aklın ürettiği
kapsamlı ve derin düşünebilme potansiyelidir. Kapital çok önemlidir, ama ana
destek yoksa buharlaşır. Büyük şirketler açısından -ister kamu kuruluşu,
isterse özel şirket olsun- önemli olan politika ile üretilen sevk ve idare
tarzlarının uzantısı reel misyon(lar) ile projekte edilebilen ve ayağı yere
basan, sonuç itibarıyla misyona dönüşebilen vizyon(lar)dur. Buna bağlı olarak
önemli olan geliştirilen gerçekçi politikalar aracılığıyla saptanan kapsayıcı
ve iletişim-eşgüdüm uyumlamasına haiz stratejilerin uygulanmasıdır. Aslında
büyük şirketlerde politik yaklaşımların –yani zihniyetin ve bağlı bakış
açısının- uygun kapsayıcı stratejiler aracılığıyla yönetim tarzının
dönüştürülmesi ve böylelikle mülkiyetin bölünerek “yönetim mülkiyetinin”
oluşturulması neticesinde politik erkin ağırlıklı olarak profesyonel yönetime
zorunlu devri yegâne söz sahibi olan konsantre mülkiyet sahiplerinin gücünü
azaltmıştır. Bu sayede ön plana çıkan yönetim olgusu öncelikle yönetici
unsurların hâkimiyetine geçmiştir. Bu unsurların şemsiye organizasyonu yönetim
kurullarıdır ve bunlar denetim üzerinde de belirleyici güce sahip olmuşlardır.
Hatta bazı büyük şirketlerde özellikle son ekonomik bunalıma değin CEO’ların
bir başlarına oynadıkları güç yüklü rol yönetim kurullarının yaptırımcı rolünü
dahi arka plana iterek onları da CEO-baskın bir etki altına almıştır.
Berle’in gücün parçalanarak mülkiyet sahiplerinden
etkili parçanın yönetime geçmesi karşısında yönelttiği önemli soru,
denetlenebilirliği son derece zor olan bu gücün kısıtlanabilirliği üzerinedir.4
Ama bu arada belirtmek istediğimiz önemli bir husus, sanayinin batıda 1930’lu
yıllara kadar ağırlıkla mülkiyet sahipleri ve sermayedarların elinde olması
dolayısıyla, şirketlerin belirli büyüklüğe sahip “aile şirketleri” niteliğini
muhafaza etmesi ve daha sonra irdelediğimiz güç bölünmesi ve yönetim mülkiyeti
ile zuhur eden problemlere rağmen, yönetim gücünün yeni bir sevk ve idare
tarzının doğmasına vesile olmasıdır: Tüm sorunlarına (en başta vekâlet sorunu)
rağmen, ilgili yönetim tarzı sayesinde şirket kimliği ve organizasyon
kültürünün belirginleşmesi ve daha sonra dönüşüme uğraması, bu dönüşümü yaşayan
ve yönetebilen şirketlerin profesyonel yönetimler öncülüğünde piyasa ve pazarı
iyi okuyarak kitle üretimine geçmek suretiyle büyümesi ve zaman içinde hisse
satışlarıyla gerçek anlamda büyük şirketler haline geldiğini vurgulamalıyız.
Hisse sahiplerinin “statik durumsal ortaklığının”* oluşması, yönetim tarzının
büyük şirket yapısına uygun olarak anonimleşmesi ve buna uygun olarak yönetim
ve denetim kurulların oluşturulmasıyla devlet kuruluşlarındakine benzer
bürokratik katmanların ortaya çıkışı sonucunda gerek devletin düzenlemeleri
gerekse buna uyum sağlayacak şekilde şirket içi hukuki mevzuatın genleşmesiyle
“şirket/firma kimliği” ve “şirket-organizasyon ve iş kültürü olgularının daha
belirginleşmesi büyük şirketlerde kurumsal yönetim beliriminin ilk biçimlerini
ortaya çıkarmıştır. Gücün sınırlandırılmasına ilişkin Berle’in yaklaşımları
ilginç bir diyalektik içerir. Öne sürdüğü ilk çözüm yolu, gücün kamuoyunun
aydınlatılması ile kısıtlanabileceği gibi dış faktörlerin devreye sokulması
fikridir. Diğer bir husus ise devletin kontrol ve idari imkânlarını devreye
sokması, buna ilaveten büyük özel şirketlere karşı bazı sektörlerde (örneğin
enerji temininde) rekabet oluşturarak onları bu türden meydan okumalarla baş
etmeye zorlamasıdır.5 Tabiidir ki, devletin kendi erkini bu tip
uygulamalarla yürürlüğe sokması liberal sistem ve buna bağlı olarak rejimin
istikrarı açısından ilanihaye sürdürülebilir değildir.
4
http://de.wikipedia.org/wiki/Adolf_Augustus_Berle [Erişim: 01.06.2015]
*Burada çok küçük paya
sahip olan hissedarların etkisizliği vurgulanmıştır. Bunun bir nedeni bu tip
hissedarların yönetime katılımlarının pratik olarak mümkün olmaması, şirketin
durumuna ilişkin son derece yüzeysel bilgilere haiz olmaları ve iletişim
dışında kalmaları sonucunda pasif konumlanmalarıdır.
5
http://de.wikipedia.org/wiki/Adolf_Augustus_Berle [Erişim: 01.06.2015]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder