Yönetişim olgusunun gerek kavramsal gerekse
çerçeve-kapsam yönünden irdelenmesinde, çeşitli şekillere bürünen bazı
problematik durumlar ortaya çıkmaktadır. Bunların başında betimlemelerin
çeşitliliği, yönetişimin tarifindeki çok geniş kapsama alanı, onun bir tür
yönetim teorisi mi, yoksa yönetimsel-stratejik politik bir araç mı olduğu,
gerçekten de kamu yönetimindeki veya uluslararası arenada sevk ve idareye dayalı
sorunsal olup da küreselleşmenin getirdiği gelişimlerin sonucunda kamuda zuhur
eden ve ülke yönetimlerini ve bilhassa “yeni ekonomik, neoliberal siyasaları”
tıkayan engelleri aşmak için bir gerekliliğin yerine getirilmesine yönelik
çözümsel bir yol mu olduğudur. Bu türden çıkarımların sayısı arttırılabilir.
Kısa bir soruyla tespit edecek olursak; “Corporate Governance” (CG) genel
anlaşılır ‘değerlendirme model(ler)i’ sunmakta mıdır? Bu soru gündeme
alınmadıkça ve buna dair somut cevaplar verilmediği takdirde yönetişimin
öncelikle kuramsallığı ve buna eklemlenmiş olarak uygulama yöntemleri üzerinde
açıklık sağlamamız mümkün olamayacaktır. Bunun diğer bir anlamı, yönetişim
olgusunun açık toplum düşüncesine ve katılımcı, çoğulcu demokrasiye olumlu katkı
sağlaması bir yana, bunun yerine bazı ilave toplumsal sorunların önünü açma
riskinin oldukça büyük bir olasılık taşıdığını ifade edebiliriz.
Genel anlaşılır ‘değerlendirme model(ler)i’
ile ilgili soru, “Corporate Governance” kavramının yayılımlı kullanımı söz
konusu olduğu takdirde, zor bir çıkarımı gündeme getirir: Hangisi “Corporate
Governance” ya da en yalın şekliyle “Corporate Governance” nedir? İlginçtir ki, Türkçedeki “yönetişim” sözcüğü
açısından konunun problematik yanı daha pratik tanım-açıklamalar vasıtasıyla
ortaya konabilmekte ve ortak uzlaşmaya dayalı bir betimleme mümkün
olabilmektedir. Ama buna rağmen, Türkçe alanyazının ağırlıklı olarak
anglo-sakson araştırmalara dayanması ya da yapılan uygulamalı çalışmaların esin
kaynağını yine bu araştırmaların oluşturması, yönetişim olgusunu bize özgün
düşünce-yaklaşım modelleriyle değerlendirmek yerine ya çok geniş bir sahaya
yaymakta ve karmaşıklaştırmakta ya da dar kalıplı ideolojik şablonlara
hapsetmektedir.
Sadece “gereklilik” önermeleri üzerinden yönetişimin
okumasını yapmak, olgunun açılımı açısından belirli ölçüde pozitif olmakla
beraber, çoklu tanımların arasından hangisinin ‘gereklilik’ ölçütüne göre
belirleneceği önemli bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bu yönden
baktığımızda, ‘gereklilik’ önermesinin karşısına koyacağımız diğer bir ölçüt
“olma-varolma” teoremi olacaktır. Yani olgunun yalnızca epistemik tarafı değil,
ontolojik yönü de otomatikman gündeme gelmektedir. Yönetişim epistemolojik
açıdan çok sayıda bilgi kümesinin üretildiği bir olgu olmasına ve yine çeşitli
görüş, yön ve yaklaşımları içermesine rağmen üzerinde fazlaca durulan yanı
devletin, küreselleşme ve ortaya çıkardığı yerelleşme doğrultusunda
olabildiğince uygun bir şekilde reorganize olmayı sağlamaya konsantre
olmasıdır. Bilhassa devletin yasal üstyapı kurumları ile ekonomik katmanlardaki
denetleyici rolünü güçlendirerek, bu alanlara taşıdığı bazı yeni dinamiklerin
çerçevesinin belirlenmesi ile bu çerçevenin sınırlarının özel sektöre kadar
kapsayıcı ve yaptırımcı olması da diğer etkin aksiyonlardır. Yönetişim,
epistemik mantık ve buna bağlı olarak olasılık hipotezleri sayesinde devletin
kendi mekanizmaları içinde –özellikle kamu kurumlarında- iç kontrol, risk
yönetimi ve e-uygulamalar (e-yönetişim) gibi katmansal sahalarda bazı
kullanışlı imkânlara erişimi sağlamıştır. Bunlar arasında kamu harcamalarının
bütçe ile uyumlu olarak gerçekleştirilmesi, idari ve mali konularda iş
kalitesinin artırılması, bürokratik kırtasiyenin azaltılması ve nihayet
iletişim olanaklarının geliştirilmesi sayesinde gerek kendi bünyesinde gerekse
vatandaşlara yönelik işlemlerde basitleştirme ve kolaylıklar (özellikle
e-devlet uygulamaları sayesinde) gibi uygulamaları sayabiliriz.1
Ancak, burada gözden kaçırılan husus ilk sırada fikri oluşumdan pratiğin vuku
bulmasına kadar uzanan süreçte epistemik yaklaşımların yegâne oluşturucu olduğu
sanrısıdır. Tam da bundan dolayı CG’nin üzerinden yapılan okumaların ve ilgili
araştırmaların “akademyanın bilgi boğuntusuna” gelmesi ve çıkarımların adeta
toplumsal mühendislik içeren yöne doğru kaymasıdır. Hâlbuki yönetişim zatında
‘gereklilik’ çıkarımı ile epistemik bir karakter arz ederken, “olma” yönüyle
ontolojik hususiyete haizdir. Epistemenin yönetişime olan ilintisi zorunluluğa
evirilen gereklilik (Alm. Soll-Governance, İng. Shall-Governance), ontolojinin
ki ise oluş, var-olma gerçekliğine dairdir
(Alm. Ist-Governance, İng. Is-Governance).
Epistemik yaklaşım ulus üstü kuruluşlar
üzerinden ulus devletlere, bu devletlerin yasallaştırdığı özerk/bağımsız
kurumları ile diğer kurum ve kuruluşlarına, bunlardan hareketle özel sektör ve
sermaye piyasalarına dolaylı olarak uzanırken, ontolojik yaklaşım direkt olarak
özel sektör ve sermaye piyasalarında meydana gelen yönetişim etkilerinin
yeniden düzenlenerek, şirketler için uygulama alanlarının zeminini hazırlar.
Ama epistemik yaklaşımın problemi üst katmanlardan alt katmanlara uzanan etki
alanını oluşturmakta, düşünselin önüne çıkan bürokratik ve kısmen teknokratik
engellerden kaynaklanan çatışmanın –ki eşyanın tabiatına uygundur- getirdiği
yarı soyut-yarı somut yapısal, ayrıca özündeki özel alana ait çatışmalarda
yönetme potansiyelindeki kısıtlardan dolayı (yönetsel akla pratik ve tam
anlamıyla haiz olamama gibi) maruz kaldığı yetersizliktir.2 Kanuni
yaptırımlarla aşılmaya çalışılan bu yetersizlik durumunun üst yapısal
karakterini dönüştürmek önemli bir adım olmakla beraber, bürokratik gizil
yetkenin baskınlığı asgari manada ‘ağırlaştırma-hantallaştırma’ yoluyla
epistemeden oluşa hareketi kısıtlayıcı ve ilgiliyi bıktırıcı bir rol oynar.
Zaten ‘gizil yetke’ de haddizâtında anılan epistemik yetersizliğin
küçümsenemeyecek müsebbiplerinden birisidir.
CG’nin olgusal incelemesinden elde ettiğimiz
yorumsal yaklaşımların önceli olan epistemik kaynağın doğurduğu riski, yani
yetersizliğini aşmada bir imkân olarak öne çıkardığımız ikincil kaynak, CG’nin
ontolojik hususiyetinin sunduğu olanaktır. Ancak bunu gözlemlemek ve akabinde
irdelemek için verili durumların (İng. actual existence) pratiklerini
araştırmak gerekmektedir. Hâlihazırda dünyadaki uygulamaları incelediğimizde,
konunun prensiplerde hemen hemen aynılık arz etmesine karşın, bazı
farklılıkların olduğu görülecektir. Bu durum ağırlıkla ilgili ülkelerin devlet
kültürü, toplumsal gelenekleri ve tatbiki temayüllerindeki başkalıklara bağlı
olarak zuhur etmektedir. Var-oluş imkânı devlet mekanizmaları düzeyinde ikincil
derecede önem arz etmekle birlikte, özel sektörün büyük şirketleri açısından
olgunun açılımı ve ona dair uygulamaların izlenmesi açısından önemlidir. Küçük
ve Orta Büyüklükteki İşletmeler (KOBİ) için ise yönetişim, bizce ağırlık
verdiğimiz, yaptığımız anlamlandırma açısından öncelik arz edebilecek bir
enstrümandır. Ontolojik yaklaşımda sorunsalın merkezinde çatışmanın, sistemin
dört ana unsuru ile bunlara bağlı belirli faktörler nedeniyle ortaya çıkan
sertliği bulunur. Bilindiği üzere özel şirketlerin sistemleri “işletme,
mülkiyet, aile veya ortak-paydaş bağları ve çevre” üzerinde temellenir. Buna
ilaveten söz konusu dört unsura bağlı diğer faktörler de (köken, büyüklük, performans
programı, üretim, IT ve organizasyon) yönetişimin optimizasyonu açısından
belirleyicidir. Burada ister büyük şirketler isterse KOBİ’ler olsun, optimal
yönetişim uygulamaları için güven, yönetim kurulu, hissedarların veya
ortakların hakları ile sorumlulukları, ücretlendirme, iç kontrol sistemleri ve
kurumsal (şirketsel) yaklaşım mekanizmal karar ölçütleridir.
Görüleceği üzere, var-oluş bir imkân olmakla
beraber, bir şirket için yararlanılması veya diğer bir deyişle fırsat olarak
değerlendirilebilmesi kolay değildir. Zira şirketleri sarmalayan unsurlardan
mülkiyet ve aile ile bunlara bağlı öğelerden ücretlendirme ve şirket/iş kültürü
gibi mekanizmalar, ontolojik sorunsalın asli kök nedenleri olarak aşılması son
derece zor sistemik hale gelmiş hususlardır. Ontolojik sorunsalı oluşturan
diğer bir etken yönetişime dair bakış açısıdır. Şirketi oluşturan en önemli yapı
taşlarının başında gelen çalışanların da yönetime ortak olması, karar
alıcıların arasında katılımcı bağlamda temsil bulması ve böylelikle beraber
belirleme hakkına sahip olması yönetişim olgusunun ileri düzey uygulama ve
yürütme talep-koşullarından biridir. Ancak büyük şirketlerde yukarıda
belirttiğimiz aile, mülkiyet ve ücretlendirme gibi faktörler nedeniyle daha
baştan, yani epistemik seviyede bu konu gündemden düşürülerek, yönetişim
zihniyetinin heterarşik veya heterarşiye nazaran daha da esnek bir oluşum olan
holokratik sistem çıkarımlarının önü kesilmiş olur. CG ile direkt bağsallığı olan
Çok Katmanlı Sistemlerden ile ondan türetilerek geliştirilen ve Türkçeye adapte
edilen yönetişim olgusu, çok katmanlı ve yoğun ağsal yapılara haiz büyük
şirketlerde bu yapısallığın doğası gereği olması gerektiği şekilde çoğulcu ve
katılımcı, karşılıklı etkileşime açık şekli ile yer bulamamaktadır. Bunun
yerine episteme olarak yönetişim kavramı, “kurumsal yönetim” olarak
adlandırılarak var-oluşuna dair gerçeklik tamamıyla dönüştürülmüş olur. Bu
durumda yönetişime ilişkin bir değerlendirme modelinin oluşturulması, kurumsal
yönetim kavramının yönetişim imiş gibi öne çıkartılması ile daha birincil aşama
olan epistemik bağlamda kapsam dışın(d)a çıkarılmış-(kalmış) olacaktır.
1 Türkiye’deki e-devlet uygulamalarının özellikle
vatandaşlara getirdiği kolaylıklar, uluslararası anlamda da prototip teşkil
eden son derece başarılı bir yönetişim örneğidir.
2 “Bürokrasinin Epistemesi” olarak nitelendirdiğim bilgi
muhafazakârlığının kamusal gelenekteki tutucu duruşudur. Gerek toplumun bilgi
edinme hakkını engelleme ve minimum düzeyde tutma gerekse yerini bırakacağı
kadrolara aynı zihniyeti aktaran “bürokratik ideolojinin” kapalı toplumu
merkeze alarak biçimlenen dünya görüşüdür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder