Karmaşık, farklılaşmış ve dinamik bir sistemin
yönlendirilmesinin nasıl sağlanacağı sorusu, çok aktörlü bir sistemin ancak ağ
ilişkileri içinde temsil edilebileceği düşüncesini ortaya çıkarmıştır. Bu
bağlamda “sibernetik sistem kuramları” yeniden gündeme gelmiş; yani, kendi
kendini yönlendiren sistemler önem kazanmıştır. Yönetişim kuramcılarına göre
yönetişim, politik-sosyal bir sistem içinde ilgili tüm aktörlerin etkileşimsel
müdahale çabalarının “ortak” bir sonucu/ürünü olarak ortaya çıkan bir model ya
da bir yapıdır. Bu model tek veya belli bir aktör grubuna indirgenemez.1
Başka bir deyişle, siyasanın sonuçları sadece merkezi hükümetin eylemlerinin
bir ürünü olarak ortaya çıkmazlar. Örneğin merkezi hükümet bir yasa çıkardıktan
sonra yerel yönetimlerle, sağlık veya eğitim otoriteleriyle, sivil örgütlerle,
özel sektörle etkileşime geçecek, ardından bu örgütlenmeler de birbirlerini
etkileyeceklerdir.
Yönetişimin
kuramsallığına ilişkin tartışmalarda ön plana alınan husus olgunun hukuki üst
yapısı ve bunun çıktısı “yönetişimin kurumları” üzerine yapılan düz anlatılar
ve getirilen tenkitlerdir. Düz anlatıların büyük çoğunluğunda yönetişime
olumlamalar yapılırken, sert kritiklerin çoğunluğunda ise sol görüşlerin
ideolojik yaklaşımları ağırlıklıdır.* Burada ilginç olan her iki akımında
mutabık kaldıkları bazı noktaların olmasıdır. Mesela, yönetişimin neo-liberal
yeni siyasal-yönetsel düzeninin kurucu kavramı olduğu ve yönetişimin bir söylem
olarak yükselmesinde ve siyasal-yönetsel bir projeye dönüşerek küresel düzeyde
meşru kılınmasında en önemli rolü Dünya Bankasının (DB) oynadığı.
İki bakış açısı da devlet sistematiğinin dönüştürüldüğü düşüncesinde örtüşür;
birincisi bunu yeni zamanların gerekliliği olarak algılarken, diğeri bunun
kapitalizmi ayakta tutabilmenin ve sürekli kılmanın yöntemi olarak devletin
küçültülerek, piyasayı kurala bağlayan dışsal ekonomiler yaratmak suretiyle
işlem maliyetlerini azaltan ve sivil toplumun gelişmesine elverişli koşulları
sağlayan “piyasa dostu devlet”e gönderme yapar. DB’nin yönetsel içeriğiyle
tanımladığı yönetişim, esas olarak özel sektörün öncülüğünde büyüme için uygun
koşulları hazırlayacak hesap veren, saydam bir kamu yönetimini tarif eder.
Böylelikle yönetişim, ülkelerde devlet aracılığıyla girişimciliğin ve piyasa
mekanizmalarının kurumsallaşmasında önemli bir işlev üstlenmiştir. DB’nin
beklentisi özelleştirme uygulamaları, bunun mümkün olmadığı koşullarda ise kamu
hizmetlerinde reforma gidilerek girişimci kültürün kamu sektörüne
uyarlanmasıdır. Bunun anlamı, ekonomik kalkınma sürecinde devletlerin belli
işlevleri yüklenmesi ve ekonomik faaliyete ivme kazandıracak ortamın özel
sektör lehine devlet eliyle yaratılması gerektiğidir. Bir başka deyişle devlet,
kendi hareket alanı içinde “piyasa dostu” politikaları benimsemelidir. Ama sol
eleştirilere göre tüm bu girişimlere rağmen, 1980’lerde neo-liberal
politikaların uygulanmasına aracılık eden Dünya Bankası, 1990 sonrasında
siyasal söylemlerinde neo-liberal politikaların başarısızlıkları karşısında
duruyor görüntüsü çizse de gerçekte siyasal söylemleri (yönetişim, piyasa dostu
devlet, etkin devlet vs.) ile neo-liberalizmin tasfiyesine değil, yeniden
yapılandırılması girişimlerine katkısını sürdürmektedir. 1990’lı yıllarda kapitalizmin süregiden krizi
karşısında neo-liberalizmin minimal devlet tezinin dönemini tamamladığını dile
getirenler devletin rolü konusunda yeni bir tartışmayı başlatmıştır. Klicksberg’e göre, toplumsal ve ekonomik
sorunların çözümünün biricik kaynağı olarak “devlete olan inancın yeniden
keşfi” konusu, bir yandan yönetim bilimlerinde gerçek bir “epistomolojik
kopuş”un gerçekleştiğini ima ederken, bir yandan da devlet-piyasa ve
devlet-toplum arasında kurulacak yeni ilişki biçimleri ve devletin rolünün
yeniden tanımlanması açısından da bir “paradigma” dönüşümünü temsil etmektedir.2
Devletin küçültülmesinin yanı sıra “daha iyi işler ve daha az harcar” hale
getirilmesinin gerekli olduğunu ileri süren görüşler, devletin ne derece
müdahaleci olması gerektiğine değil, bu müdahalenin hangi yollardan ve hangi
araçlarla gerçekleştirilebileceğine odaklanmışlardır. Burada devletin müdahale
alanının tamamen ortadan kaldırılması gerekmediği zımnen dile getirilmektedir.
Asıl olarak müdahale, özel sektörü destekleyecek bir düzenlemeyle sınırlı
görülür.
Bu
gelişmeler çerçevesinde, 1990’lı yıllarda İngiltere kökenli yeni kamu
işletmeciliği yaklaşımının temel önermeleri ABD’de yeniden formüle edilerek,
“devletin yeniden düzenlenmesi” (reinventing government) yaklaşımı altında
yinelenmiş ve derinleştirilmiştir. Artık sorun, devletin “ne” yapması gerektiği
değil, “nasıl” çalışması gerektiğidir. Bu yaklaşımın en önemli temsilcilerinden
Osborne ve Gaebler sorunların kaynağını “yanlış yönetime” dayandırarak, kamu
yönetiminin girişimcilik ekseninde yeniden düzenlenmesini savunurlar.
Dolayısıyla, kamu sektörünün içeriden piyasalaştırılması en temel önerme haline
gelir. Özelleştirmenin yanı sıra rekabetin teşvik edilmesiyle, kamu sektörü
içinde de rekabet önem kazanacaktır. Bu yaklaşımın devlet kurgusu “bürokratik
devlet” modelinin yerini alacak olan “girişimci bir devlet” modelidir. Modelin
en temel önerisi, özel sektörde uygulanan toplam kalite yönetiminin kamu
sektörüne uyarlanması ve bürokraside girişimcilik ruhunun geliştirilmesidir.
“Kürek çekmekten çok, dümen tutmak” tanımlaması altında siyaset/yönetim ayrımı
vurgulanarak girişimci devlet modelinin gerçekleşebilmesi belli ilkelere
bağlanır: Bir kere girişimci devletler denetimi bürokrasiden topluma doğru kaydırarak
vatandaşlara yetki devredebilecek ve kuruluşların başarıları girdiler yerine
çıktılara, yani mal ve hizmetlerdeki verimlilik sonuçlarına uygun
değerlendirilecektir. İkincisi, girişimci devlet örgütlenmesi kamu örgütleri
arasında “rekabeti” yükseltecektir. Kural ve düzenlemelere göre değil,
“misyonlara” göre hareket edecektir. Üçüncüsü, bürokrasinin ihtiyaçları yerine
“müşteri” ihtiyaçları ön plana çıkarılarak, sorunlar önceden öngörülebilecek;
hiyerarşiden katılıma yönelerek merkeziyetçilikten kaçınılacaktır. Dördüncüsü,
girişimcilik hizmet önceliği yerine “yetki önceliğini” ve takım çalışmasını,
“katılımcı bir yönetim anlayışını” geliştirecek; bürokratik mekanizmaların
yerine “piyasa mekanizmalarını” benimseyerek, kazanç sağlamaya odaklanacaktır.
Son olarak girişimci devletler sadece kamu hizmetlerinin sağlanmasına değil,
ayrıca sorunların çözümü için bir araya gelen kamu-özel ve hükümet dışı
örgütlenmeler (İng. NGO-Non Governmental Organization(s)) arasında ortaklık ve
kolaylaştırıcılık ekseninde “katalizörlük” rolünü üstlenecektir.3
Bu
ilkeler kapsamında ister kamu işletmeciliği ister girişimci devlet modeli
olarak adlandırılsın, esas olarak devlet için önerilen tema aynıdır: Rekabet,
piyasalar, müşteriler, verimlilik gibi kavramların devlet örgütlenmesine
taşınması; yani devletin piyasalaştırılması, devlet örgütlenmesinin bir piyasa
aktörü gibi bilimsellik doğrultusunda özel sektörle rekabete girmesi.
Böylelikle, girişimci devlete yapılan vurgu ile yeni kamu işletmeciliği
yaklaşımı en üst noktasına taşınır. Bu tartışmalar, kamusal örgütlenmede
merkezi denetim ve kurallar kavramlarına atıfla tanımlanan klasik bürokratik
modelden, yenilik, risk alma, yetkilendirme, takım çalışması, müşteri
odaklılık, yatay hiyerarşiler, kalite, sürekli iyileştirme gibi vurgularla
nitelendirilen post-bürokratik modele bir dönüşüm olarak da anılmaktadır.4
Ayrıca, girişimci devlet modeli siyasal karar alma süreçlerine kamu ve özel
sektörün bir üçüncü ortağı olarak sivil toplum örgütlerini de katarak kamu
işletmeciliği yaklaşımından görece farklılaşır. Kamu işletmeciliğinin örgüt içi
analizi böylece toplumsal alana, örgüt dışına kaydırılmış, devlet-toplum
ilişkisi bu çerçevede yeniden düzenlenmiş olur. Dolayısıyla, girişimci devlet
modelinde bir yandan kamu yönetimi alanında örgüt içi düzenlemelerde yeni kamu
işletmeciliğinin temel önermelerine sahip çıkılırken, diğer yandan da klasik
yönetim anlayışı yerine devletin her düzeyi için geçerli olacak (ulusal, yerel,
bölgesel ve uluslararası) ve devlet-toplum ilişkisini yeniden düzenleyecek yeni
bir model, “yönetişim modeli”, önerilmektedir.
Nitekim,
Osborne ve Gaebler çalışmalarının girişine “bu kitap yeni yönetişim tarzının
öncülleri üzerinedir” ifadesini koyarak kendi modellerini yeni kamu
işletmeciliğinden ayırmak isterler. Katalizör devlet önerisi yeni kamu işletmeciliğine
yeni bir boyut katar: “kürek çeken değil dümen tutan devlet”; yani yol ve yön
gösteren devlet anlayışı. Bu anlayışta “siyasi karar alma” (dümen tutma) ile
“hizmet sunumu” (kürek çekme) arasında bir ayrıma gidilerek, devletin hizmet
sunum işlevlerini ve sistemlerini özel sektöre ya da üçüncü sektör denilen
kuruluşlara devretmesi önerilir. Kamu hizmetlerinin “agency” adı verilen yarı
özerk kamu kuruluşlarına veya özel sektöre devredilmesi eğilimi bu yaklaşımın
somut göstergeleridir. Yönetişim modeli ile neo-liberal proje özel sektörün
güçlenmesi adına kamu sektörünün küçültülmesinin yanı sıra piyasa
mekanizmalarının geriye kalan devlet örgütlenmesi içinde işletilmesinde piyasa
güçlerinin rolüne dikkat çeker.5 Ancak bu kamu sektörünün
küçültülmesi politikasından vazgeçildiği anlamına gelmez. Kamu kuruluşlarının
özelleştirme ve deregülasyon aracılığıyla piyasaya devredilmesine ek olarak
artık mevcut yapıların içeriden piyasalaştırılması gerekmektedir. Ayrıca,
neo-liberal projenin devleti içerden piyasalaştırma girişimi, yönetişimin
“devlet-piyasa-sivil toplum ortaklığı” formülü ile toplumsal yaşamın tüm
alanlarını içerecek şekilde genişletilmekte, yani etkinlik, karlılık, büyüme
gibi ekonomik ölçütler toplumsal yaşamın tüm alanlarına nüfuz
ettirilmektedir.
Özetle,
yeni kamu işletmeciliğinin bir üst aşamasını temsil eden ve “girişimci devlet”
tezi ile popülerlik kazanan “Reinventing Government”ın başlattığı hareket,
“piyasa modeli”ni öneren “yeni kamu işletmeciliği” ile “katılımcılığa” vurgu
yapan “esnek devlet” (flexible government) modelini eklemler.6
Ancak, 1990’lı yıllar “devlet-piyasa karşıtlığı” söyleminden “devlet-piyasa
ortaklığı” söylemine geçiş anlamında önceki dönemin söylemlerinden bir kopuşu
anlatsa da, yönetsel ve örgütsel düzenlemeye ilişkin çok da yeni bir şey
söylenmemiştir. Geliştirilen yeni model, önceki dönemlerin söylemlerinin daha
rafine edilmiş biçimlerini sunmanın ötesine geçmez. Dolayısıyla, “yeniden
düzenleme” altında önerilen girişimcilik yaklaşımı, özellikle “yönetişim”e
yaptığı vurgu ile yeni kamu işletmeciliğinden bir kopuşu gerçekleştirmiş olsa
da esas itibariyle piyasa-odaklı örgüt içi yönetime yapılan vurgu önemini
sürdürmektedir. Bu nedenle asıl kopuşun “devlet-toplum” ilişkilerindeki dönüşüm
noktasında ortaya çıktığını belirtmek gerekir.7
1
J. Kooiman, “Governance and Governability: Using Complexity, Dynamics and
Diversity”, London: Sage Publications, 1993, s. 258
*Marksist
eleştirilerde konu yönetişim aracılığıyla işçi sınıfının ezilmesine vardırılan
sömürü söylemine değin (yorumlanarak) indirgenmektedir. Hâlbuki bu zaten
marksist tezin değişmez yaklaşımlarından biridir ve bunun yönetişim ile
ilişkilendirilmesi daimî söylemin tekrarından başka bir şey değildir.
2
B. Klicksberg, “Reshaping the State for Socio-Economic Development and Change:
A Strategic Agenda For Discussion”, Redesigning the State Profile For Social
and Economic Development Change, Toluca, 1993, s. 52
3
D. Osborne, ve T. Gaebler, Reinventing Government – How the Entrepreneurial
Spirit is Transforming the Public Sector, New York: Plume Books/Penguin Group,
1993, s. 19-107
4
K. Kernaghan, “Public Government: The Post-Bureaucratic Paradigm”, Canadian
Public Administration, 36, (4), 1996, s. 641
5
Osborne, D. ve T. Gaebler, a.g.e., s. 111
6
B.G. Peters, “Models of Governance For the 1990s”, B.G. Peters (ed.), The
Future of Governing içinde, Kansas: University of Kansas Press, 1996, s. 37
7
B.G. Peters, a.g.e., s. 71
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder