Yönetişimi
destekleyen bakış açılarında merkeze oturtulan ana fikir onun kaçınılmazlığı
üzerine temellendirilir. Devlet aygıtı üzerinden özel sektöre doğru şekillendirilen
bilimselleştirme ve piyasalaştırma, tersine bir hareketle de özel sektörün
devletten beklentileri ve talepleri arasında gidip gelen dinamik bir süreç
yönetimidir. Bu meyanda devlet mekanizmalarında azaltılan bürokrasi, ihalelerin
dağıtımı, teşvikler, ucuz krediler, devletin girişimci rolündeki artış ve bunu
özel sektörle etkileşim içinde gerçekleştirmesi, devlet tarafından açılan yeni
yatırım alanlarına özel sektörün ikame edilmesi vb. uygulamalar yönetişimin
şirketlere sağladığı avantajlar olarak değerlendirilmektedir. Diğer bir ilginç
husus, yönetim olgusu açısından devlet kurumları ile özel şirketler arasında
birbirine yakınlaşan ve hatta benzeşen yönetim araçları ve tarzıdır. Bu arada
yeni şekillenmeler devlet kurumlarının sayısını çoğaltmakta ve buna bağlı
olarak istihdamda da devletin rolü artmaktadır. Ama kamu sektörü ile özel
sektör arasında iyice belirginleşen fark, kamuda iş güvencesi, ücret ve sosyal
hakların özel şirketlerindekine nazaran çok daha iyi olmasıdır. Oysa bu durumun
en azından eşit seviyede olması hükümetlerin beklentisidir. Fakat Türkiye ve
benzer konumdaki ülkelerde bu alandaki gerçekleşme –maalesef- gerekli
gelişmenin tersine olmasıdır. Kamu yönetiminden toplumsal alanlara doğru
yayılan politik iktisadın en belirgin gelişimi, 1990’lardan itibaren devlet ve
toplum arasındaki kurulu dengeyi, kamu sektöründen özel sektöre doğru
genişleten ekonomik eğilimdir. Bu süreçte, “küçük devlet, güçlü piyasa”
formülasyonunun yanı sıra “devlet-piyasa” arasında var olduğu ileri sürülen
ikilemin de reddedildiğini ortadadır.1 Ancak burada atlanmaması
gereken ayrıntı, kısaca “minimal devlet” düşüncesi olarak adlandırılan bu
yaklaşımın 1990’ların sonunda ortaya çıkan büyük finans ve piyasa skandallarını
takiben Dünya Bankası’nın bir şekilde buna karşı çıkarak bunun yerine “etkin devlet”
sloganıyla “Corporate Governance” söylemini ortaya koymasıdır. Sol kaynakların
bu değişikliği kendi savlarının bir tür tasdiki olarak sunmaları ise tuhaf bir
iddiadır; zira burada değişen liberal politikaların özü değil, sistematiğin
muhafazasına yönelik önlem alıcı bir politikanın yürütüme konmasıdır.
Daha
önce de vurguladığımız gibi teorik olarak kuramcıların yönetişim olgusuna bakış
açılarında hâkim olan yaklaşım, yönetişimin yönetim kavramını ikame eden yeni
bir şey olduğudur. Bundan dolayı, devletlerin yönetim politikalarındaki bazı
değişimler ve bunlara bağlı uygulamalar (küçük, girişimci, piyasa dostu,
düzenleyici ve denetleyici devlet vs.) sanki yönetim işinin yerine yeni bir
ameliyenin konduğu, ismen yönetişim, tezini ön plana çıkarır. Gerçi bu yaklaşım
biçimi kullanışlıdır, ama son otuz yıllık süreçte meydana gelen paradigmal
değişimi yanlış okumak anlamına da gelir. Değişen bizzat yönetim olgusunun
kendisi değildir; değişen politik yaklaşımlar ve onun araçlarıdır. Bu nedenle,
bize göre yönetişim politik-yönetimsel ve uygulamada kullanım alanları
birbirinden farklı ve geniş kapsamlı, çok yönlü modelleme imkânları da
sunabilen bir araçtır. Bu bağlamda teorisyenlerin büyük bir çoğunluğunun ortaya
koydukları tezler, yaptıkları örneklemler aslında direkt olarak etkin
paradigmal değişime uyumlanmaya çalışılan (neo) liberal politikaların
sonuç-etkileri olup, sonraları “Corporate Governance” olarak etiketlendirilen
ve bazılarının yücelttiği (!) bazılarının ise şiddetle yerdikleri politik
iktisadi usuller-değerler dizinidir. Bu vurgumuz kritik ettiğimiz kuramsallığın
reddiyesi olarak anlaşılmamalıdır. Zira böyle bir duruş olgunun realitesini
inkâr anlamına gelir; işaret ettiğimiz husus, özünde, hâkim ikame edici görüşe karşı
öne sürdüğümüz hipotetik bir yaklaşımdır.
Yönetişimin
yaygın şekliyle sunulan teorisinin temellendirilmesi, devlet aygıtından özele
alana (şirketler, STK’lar, sosyal ve KAGK vd.) doğru yapılan (neo) liberal
politikalara müstenit, (klasikleştirilen) yönetimin yerini alan ve iki yönlü
(yandaş ve karşıt) evrik bir stilde popülerleştirilen “yeni bir yönetme süreci”
ya da toplumun “yeni bir yönetim tarzı” ile yönlendirilmesi çerçevesinde
idaresi şeklinde atfen anlamlandırılmasına dayanır.
Bilhassa
marksist görüşlerin bazı noktalarda yönetişime dair düşüncelerinin haklılık arz
ettiği ortadadır. Ancak bununla birlikte söz konusu yaklaşımların durumu
okumasında ve değerlendirmesinde fark etmediği veya reddiyesindeki
zayıf-yetersiz temel ayak şudur: Yeni çağın paradigma değişimine dair realite.
Bir kere kapitalist düzen sanayi devrimi yanıyla iki asırlık bir gerçekliktir;
diğer yandan kapitalist uygulamalar yekparelik arz etmezler ve farklı
biçemlerde de olsa bunların milattan önceye dayandığını ifade etmek pek de
yanlış olmayacaktır; faiz aracı, ticaret, istihdam, ücret ödeme ve farklı
şekillerde de olsa artı(k) değer ve sömürü gibi unsurların varlığı inkâr
edilemez. Ama her nedense batılı düşünce tarzının dünyanın diğer kısmına
dayattığı pek çok kavrama ve ön kabullenme bu tematik için de geçerlidir
(mesela dünyanın çeşitli adlar altında bölgelendirilmesi –Ortadoğu, Uzakdoğu
vb. ve bunlara atfedilen karakteristikler).
Daha önce de belirttiğimiz gibi hem
yönetişimi anlama hem de sınırlarını belirleme yönüyle yaklaşımlar arasında
farklılıklar bulunmaktadır. Buna ayrıca yaygınlık ve yönetişimin ne tür
zihniyetlerle ele alındığı türünden tutumlar da eklenmektedir. Ama her
hâlükârda özellikle bilgi teknolojilerinin (ince teknoloji) öncülüğünde farklı
üretim alanlarının ortaya çıkışı, değişik ürünlerin arzı, çeşitlilik, pazar
ilişkilerindeki değişimler, ekonomik büyümede mekân kaymaları, oransal
değişiklikler, artı(k) değerden sermaye ve servete değin geçişkenlikler ve
görecelilikler, kestirimi zorlaşan karşılıklı bağımlılık münasebetleri,
kuşaklar arası kırılmalarda derinleşmeler vb. pek çok faktörün etkileşimleri
yeni paradigmal geçişin çok katmanlı ve detaylı aksiyomlarıdır. Bu paradigmal
değişimin okumasında kavramlar kapsam ve içerik itibarıyla önceki yüzyıla nazaran
pek çok yan unsuru ve soyutlamayı katmansal manada barındırmaktadır. Bu
bağlamda yönetişim olgusunun alışılmış anlama şablonlarıyla irdelenmesi
yetersizdir. Liberalizm, kapitalizm, sınıf mücadeleleri, devlet, piyasa vb.
kavramların kifayetsizliği kısır döngülerin ve daha önce söylenenlerin
tekrarından öteye gidememektedir. Pratiklik, faydacılık ve araçsallaştırma gibi
realiteler, ideolojileri aşmış durumdadırlar. Olumlamalar ve kritikler politika
açısından kendilerine özgün değerler ifade edebilirler; ama önemli diğer bir
gerçeklik her hâlükârda –bu kadar fikri üretim sırasında- unutulan açık topluma
dayalı demokrasidir; insanın tarihi boyunca keşfedebildiği belki de en gelişmiş
yönetme kabiliyetinin ürünü olan demokrasi. Bu nedenle çok katmanlı sosyoloji,
ağsal ilişkiler asgari düzeyde de olsa anlaşılmalı; karşıt veya yandaş
duruşlardan farklı bir vizyonla demokratik işletmesel yönetime imkânlar
sunabilecek yönetişimin bir de bu yönüyle elverişli bir araç olarak
değerlendirilmesinin gerekli olduğu kanısındayım.
1
B. Jessop, a.g.e., s. 31
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder