“İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı.
‘’
Hz. Ali
Bu makalenin gayesi bilimin bir araç ve yöntemlerinin yanı
sıra kuramsal yapılara dayanan fikri yaklaşımlarının da çok çeşitli olduğunu,
bu nedenle de ispat, kesin çözüm veya sonuçlar iddiasında olamayacağını göstermektir.
Bunun için gerek felsefede gerekse bilim öğretisinde merkezi bir problem olan
temellendirme sorunu çıkış noktamız olacaktır. Genel olarak dünyada ve bilhassa
ülkemizde bilim adına ortaya konanların ‘kesin
gerçek budur’ tarzında tutucu ve buyurgan zorlamalar olduğuna şahit
olmaktayız. Sadece evrim teorisi tartışmalarını bu duruma örnek olarak
göstermemiz yeterli olacaktır. Teknolojinin hızlı ve zincirleme gelişimi, adeta
kendiliğinden ilerlemesi ve bilimin çekirdeği olan teorik düşünmenin bu devinim
içinde eriyerek teknoloji ile özdeşleşmesi, bilim insanı kavramını yalnızca bir
unvan düzeyine indirgemiştir. Öyle ki zaten ön yargı, taassup, bencillik, kibir
vb. zihni kirleten ve çürüten menfi niteliklerle kuşatılmaya müsait olan insan bilgisi
-ki bilim insanı bundan muaf tutulamaz- bilimin kurumsal hale gelmesiyle
dokunulmazlık zırhına bürünen baskıcı bir ideolojiye dönüşmüştür. Oysa felsefi
düşünmenin ana görevlerinden birisi eleştirel, yapıcı ve özgürlükçü bir biçimde
insan kültürünün farklı alanları arasında; örneğin bilim, hukuk, ahlak ve din,
sanat ve edebiyat, teknik, ekonomi ve siyaset vs. bağlantı tesis etmektir.
Bizim açımızdan ise hikmet, irfan, marifet, tefekkür vb. unsurları içeren
ilimin özellikle zamanla kategorileştirilerek bilime, bununla beraber sıkı bir
disiplinler ağına dönüşmesi kültür ve düşünme alanımızı daraltmıştır. Üstüne
üstlük ‘içtihat kapısının kapatılması’
ve tasavvuf gibi bir dünya görüşünün kaybı ile derinlikli düşünme ve eylem
kabiliyetimiz rafa kaldırılmıştır. Bugün insanlığın alternatif bazı akımlarla
delmeye çalıştığı, bir tür totem ve kutsal inek haline gelen bilim ruhaniyeti maddiyattan beslenen gruplar diktatoryasının hem amacı hem de aracı olmuştur.
Gelinen noktada ya insan putunu ya da putu insanı yiyecektir.
Bilginin anlamını ve değerini kavramaya
çalışan, doğru ve gerçek bilgiyi sıradan düşüncelere, ihtimallere ya da
sübjektif görüşlere karşı sınırlandırmak ve muhafaza etmek isteyen bilim insanı,
ister istemez önemli, hatta bilginin doğruluğu ve güvenirliliği açısından belki
de en can alıcı bir sorunla karşılaşacaktır: Temellendirme Sorunu. Bilim
insanı evrene, dünyaya ve hayata dair bakış açısını bilimsel nitelik içeren
bilgi doğrultusunda oluşturur. Bunu günlük, sıradan bilgi olarak nitelediği “Halk Birikimi”nin önüne geçirir. Burada halk birikimi olarak vurguladığım
kavram, insan ve toplum hayatının genelini kapsayan ve yeryüzündeki topluluk
ve/veya toplumların gündelik yaşantısını idame ettirmesinde birincil rol sahibi
olan karmaşık ama ilişkili bilgiler kümesidir. Bu birikim içinde fikirlerin doğru
veya yanlış olması çok da hayati bir önem arz etmez. Bu bağlamda inanç-batıl
inanç, somut-soyut, doğru-yanlış, fizik-metafizik vs. olguların keskin bir
biçimde ayırt edilmesi de elzem değildir. Bu dallı budaklı kümenin içinde
düşünceler, fikirler olduğu gibi duygular da yer alır. Bu kümeyi
gelenekler-görenekler, âdetler, örf, töre vs. unsurlar oluşturur. Bunlar
kendine has açıklaması hatta mantığı bulunduğu varsayılan kemikleşmiş yalın
durumlardır. İşte tam da bu noktada bilim insanı, kendi açısından inanç, sanı
veya metafizik olarak addettiği bu türden yansımalara karşı mesafeli durur,
onları bilim dışı olarak rafa kaldırır; hatta sıklıkla onları kısmen ya da
tamamen reddeder. Oysa bilgi Eflatun’un Theaetetos’unda
tanımladığı gibi bir nevi “gerekçelendirilmiş doğru inanç”tır. Yani, nihai
olarak bugün öyle ya da böyle sözünü ettiğimiz bilimsel bilginin çıkış
noktasının inanç ile yakın bir ilişkisi vardır. İnanç olarak adlandırdığımız
sistemler bütününün günümüze değin uzanan birçok bilimsel erişimde oynadığı
rolü yadsımamamız gerektiği kanaatindeyim. Ancak, genel anlamda bu durumun göz
ardı edildiğini ya da bilinçli olarak unutturulduğunu, bilimin de zamanla bir
gelenek haline geldiğini söylemek pek de yanlış olmayacaktır.
Bilginin felsefesinden teorilerin
egemenliğine uzanan bilim insanı, felsefi düşünme tarzının sorguladığı bilginin
gerçekliği ve sağlamlığı sorusu ile karşı karşıyadır. Teorinin dayandığı esas sorgulanmalı,
sınamalara tabi tutulmalıdır. Hatta Popper’in vurguladığı gibi teorinin
bilimsel olup olmadığı dahi irdelenmelidir. Ulaşılan bilginin amacı açık bir
şekilde gerçeği elde etmemizi ve bunu bilmemizi sağlamaktır. Bilginin
gerçek olduğu hususunda emin olabiliyorsak, bilgimizin köklü bir temel üzerine
oturduğu sonucuna varabiliriz. Yani; eriştiğimiz bilimsel bilgi
temellendirildiği takdirde şüphelerin üstünde yer alacaktır. Salt temellendirmenin
oluşturulması ve bununla birlikte ikna olduğumuz hususların haklılığı da bizleri
bilginin tamamen doğru olduğu konusunda tatmin etmeyecektir. İşte tamda bu
noktada kişi, kendini daha da sağlam bir sebeplendirmeye ulaştıracak olduğuna
inandığı ‘’Arşimet Noktası”nı aramaya başlar. Arşimet noktası ile kastedilen
sağlam ve tam anlamıyla güvenilir bir gerekçelendirme, açıklayıcı bir sebep
veya mantıklı bir silsile ve düzen içindeki sebepler zinciridir. Buradan
hareketle belirli koşullar altında bütün gerçek bilgiler gerçek, bütün
yanlışlar yanlış olarak ortaya çıkmalıdır. Gerçekliği tanıyabilme ve tespit
edebilme açısından bilimsel bilginin arşimet noktasını aramak tam bir
temellendirme fikrinin özünü teşkil eder. Bu şekilde sadece bilgiye ilişkin
sağlam bir temellendirmeye değil, aynı zamanda temellendirme sorununun altında
yatan yöntemsel problemlerin çözümüne de yaklaşılır. Yaptığımız bu tanımlar
üzerinden eski mantık kitaplarında sıklıkla düşünmenin önermesi olarak sunulan yeterli sebep (principium rationis
sufficientis) prensibini irdelemek uygun olacaktır.
Bu ilkeyi yöntemsel prensip
olarak formüle ettiğimiz takdirde elde edeceğimiz dayanak, akılcı düşüncenin
klasik metodunda belirtilen ön doğruyu karşımıza çıkaracaktır. Söz konusu esas,
klasik akılcı modelin ortaya koyduğu baskın düstur ile şunu talep eder: Tüm
ikna oluşlarımızın ve buna bağlı olarak iddialarımızın gerçek olduğunun açıkça
ortaya çıkması, bir nevi ispatı için temellendirici, yeterli sebep sürekli
aranmalı ve sonuç olarak inşa edilmelidir. Bu da doğal olarak yeterli sebep
prensibinin sadece teorik alanı değil, ahlaki ve siyasi bütün ikna oluşları,
her çeşit iddiaları kapsamasına ve böylece ilgili prensip çerçevesinde
oluşturulan fikirlerin, görüşlerin ve kanaatlerin genel olarak –içinde
zorunluluk bulunduran bir biçimde- kabulüne neden olacaktır. Dolayısıyla sadece
ön şart olarak ortaya çıkan düşünme işlevinin ulaştığı arşimet noktası,
bilginin doğru, gerçek, geçerli ve gerekçeli temellendirilmesi için bir mutlak
haline dönüşen sağlam ve geçerli varsayılan sonuç noktası olarak karşımıza
çıkacaktır. Görüldüğü üzere arşimet noktası ile başlayan sebeplendirme süreci
önce arşimet problemine ve nihayet düşünme, gözlem, ölçüm, değerlendirme,
analiz vb. yollardan geçilerek “Arşimet
Sonucu”na uzanmaktadır.
Klasik temellendirme fikrinin
savunmacı refleksi, doğru temellendirmeye sahip olunması halinde gerçeğin
bulunduğu ve onun bilindiği kanaatini taşır. Bu türden bir düşüncenin sahipleri
ve günümüz insanının çoğunluğu açısından yeterli sebep prensibine olan inanç
tipik bir durum olmakla beraber, günlük yaşamda bu ilkenin tam da bilincinde
olunmadığını söyleyebiliriz. Ama buna rağmen bu fikir canlı bir haldedir ve
yaklaşık olarak şu temel ilkeye karşılık gelir: Eğer bir ifade veya açıklamanın
gerçek olduğundan emin isek, bu ifade veya açıklama için gerçek bir sebep
vardır. Artık bu noktadan itibaren yeterli sebep prensibi bir çeşit yönlendirici fikir haline dönüşür. Buna
göre gerçek imkân dâhilindedir. Diğer bir deyişle gerçek, gerçeği ifade etmek daima
olabilirdir. Ancak, kanımca bu olabilirlik gerçeğin bilindiği
anlamına gelmez. Hangi durumda olursa olsun iki olanak var ise ve bunlardan
biri gerçek olmak zorundaysa, birçok evetlenebilir veya hayırlanabilir cümleler
kurabiliriz. Örneğin; yarın sayısal lotoda kazanacağım veya kazanmayacağım
üzerine imkân dâhilinde olan birçok açıklamayı ifade edebiliriz. Buna benzer
bir cümle kurduğumuzda bunlardan yarısı salt gerçek olacaktır. Ama bu ifade ile
gerçeği bildiğimizi bilebilirmiyiz? Loto oynadığımızı ve 6 sayıyı da
bildiğimizi varsayalım; bu tesadüfen gerçeği bulduğumuzu gösterir, yoksa
gerçeği bildiğimizi değil! İşte tam da bu nedenle yukarıda vurguladığımız yönlendirici fikrin, yani yeterli sebep
ilkesinin gerçeğin ifadesini mümkün kılabileceğini ama bu vasıta ile gerçeğin
bulunduğunun bilinmesinin ise imkânsız olduğunu söyleyebiliriz. Bundan
hareketle ortaya çıkan risk şudur; yeterli sebep prensibi kişiyi öylesine
yanlış yönlendirebilir ki bunun neticesi zihinsel bir bataklığa sürüklenme
ihtimalidir. Ayrıca, bu yanlış yönlendirici fikir bizim hakikate yönlenmemiz
hususundaki gerçekçi girişimlerimizin de yolunu kapatabilir.
Bir
ifadenin gerçekliği açısından temellendirmenin gerçek olup olmadığını
bilemiyorsak geleceğimiz nokta bu temellendirmenin de tekrar temellendirilmesi
gerekliliğidir. Yani kim kesinlik arz eden bir temellendirme yapmak isterse
ortaya koyduğu sebepleri de temellendirmelidir. Bu da kişiyi sonu gelmeyen kısır bir döngünün içine sokacaktır. Bu
kısır döngü de hiçbir zaman sonlanmayacak en son temel, asıl sebebe sürekli bir
geri gidiş şeklinde ifade edilebilir. Yeterli sebep ilkesinin savunucuları asıl
nedene devamlı bir şekilde geri gidişi önlemek ve bütün bir temellendirme
zincirini geriye doğru kat etmemek için sürecin
iyi niyetle sona erdirilmesi görüşünde mutabıktırlar. Bu yönteme göre kişi
devamlı olarak yeterli sebep için geriye gidemez ve temellendirme zincirinde
öyle bir ifadeye varılır ki bu son bir temellendirme olarak yeterince
açıklayıcı, kendiliğinden anlaşılır
ve aydınlatıcıdır. Öyle ki daha fazla sorgulamanın gereği kalmamıştır. Bu
türden açıklayıcı, aydınlatıcı veya kendiliğinden anlaşılır gibi söylemler bizi
sıkı bir temellendirmeden vazgeçirmek için yeterlidirler. Ama bu tatmin durumu
aslında sağlam gerçeğin temellendirilmesi
yönteminin bir noktada terk edilmesi anlamına gelmez mi? Bu noktada şunu
diyebiliriz: Yeterli sebep metodu fonksiyonlarını kaybetmiştir. Yani
temellendirme zinciri tam bir temellendirme yapılmadan kesilmiştir.
Yukarıda belirttiğimiz biri
birine bağlı sözde çözümler, yani kısır
döngü ile sürecin sona erdirilmesi, çifte sanrı olmaktan öteye
gitmemektedir. Buna bir üçüncü yanılsama olaraktan doğa bilimcilerin “aynı şartlar altında aynı şeyler meydana
gelir veya aynı şartlar altında aynı olasılıklar ortaya çıkar” şeklindeki
meşhur söylemlerini de ekleyebiliriz. Bu söylemin niçin gerçek olduğunu sorguladığımızda verilen yanıt; gözlemler
neticesinde doğa bilim bunun böyle olduğunu tasdik etmektedir, şeklindedir.
Yani burada da dairesel bir temellendirme
ile devamlı başa dönülmektedir ki, bu da yeni bir aldanmadan başka bir şey
değildir.
Hans Albert temellendirme
düşüncesinin ‘bataklığından’ sıyrılmak amacı ile yapılan bu üç nafile girişimi, kendini perçeminden tutarak bataklıktan kurtaran Münchhausen
isimli yalancı barona istinaden Münchhausen-Trilemma
olarak tanımlamaktadır. Münchhausen-Trilemma’ya yalnızca tümden gelimci
temellendirme arayanlar değil, sağlam bir gerçeklik temellendirmesi bulmayı
deneyen herkes maruz kalacaktır. Buradaki asıl tehlike ise kişinin sözde
hakikate sahip olduğu iddiasıyla dogmacı olması ve bununla birlikte insana zulüm
yapması, hatta kurbanlar istemesi ihtimalidir. Temellendirme fikrinin insanın
hata yapabilme özelliğini gözden kaçırdığını söyleyebiliriz. İnsanın üreteceği
tüm teoriler belirsizlik veya yanılabilirlik özelliğine sahiptir. Bundan
hareketle gelinen fikri sonucu Hans Albert ‘Fallibilismus’ olarak adlandırmaktadır ki bu Sokrat’ın ‘bilmiyorum’
savının izm’leştirilmiş halidir.
Kanımca, her ne kadar ‘klasik’
bir sorun gibi görünse de temellendirme fikrinin, bilimsel bilginin nasıl bir
kısıtlamaya, hatta teorik düşünmenin ve bu bağlamda bilim-teknoloji ikilisinin
ürettiği verilerin dahi nasıl bir dogmalaştırmaya ve şüpheciliğe yol
açabileceğini göstermiş olduk. Hiçbir kanıt, işaret veya ölçüt herhangi bir
ifadenin tam ve kesin gerçek olduğunu ortaya koyamaz. Öyleyse hiç kimse
hakikate sahip olduğunu iddia edemez. Bu yüzden sağlam bir temellendirme
arayışından vazgeçilmeli, bunun yerine sağlam olarak nitelendirdiğimiz bilginin
olası yanlışlarını ve alternatiflerini aramalı, diğer bir deyişle bilgiye eleştirel yaklaşmalıyız. Eleştirel
akılcılık öğretisinin belirgin yapı taşı olan bu açılım, tam bir
temellendirme kuramının dogmacılığa götüren yollarına karşı bir nevi set
oluşturur. Buna göre, sağlam bilgi talebinden vazgeçilmelidir. Bütün bilgi ve
eylemler yanılabilir ve revize edilebilir olmanın yanı sıra daha iyi için düzeltilebilirdirler.
Temellendirme fikrinin kendinden
anlaşılabilir kabulüne karşılık, eleştirel akılcılık daha dikkatli bir
vurgu olan şu an için sorunsal olmayan
tabirini kullanır. Kuramların yanlışlanabilir olması, bilimin ilerlemesini ve
insanlığın gelişimini sağladığı gibi insanın hakikati devamlı bir şekilde
aramasına ve ona yaklaşmasına katkıda bulunacaktır.
Uçsuz bucaksız olan ilmi, bilim
başlığı altında sınırlı bir okyanusa dönüştüren insan, böylelikle daha mı ön
yargılı, kısıtlı, iddiacı, bencil, acımasız ve soğuk bir hale dönüştü? Bilim
insanının bilimsel saplantısı
pozitivist bir hapishane mi? Her şey bir yana nezaketten uzaklaşıp fikir kabul
ettirme yarışı içinde çirkinleşen
bilim insanına her an çürütülmeye açık olan iddialarını çok da ciddiye almaması
gerektiği her halde sıkça hatırlatılmalıdır. Aksi takdirde: “Gerçek
şu ki biz insanı en güzel şekilde yaratırız ve sonra o aşağıların en aşağısına
indirilir”. (Kuran-ı Kerim 95/4-5)
KAYNAKLAR
Esed Muhammed, Kuran-ı Kerim Meali
Popper K. R., Logik
der Forschung (Araştırmanın Mantığı)
Albert Hans, Traktat über die Kritik der Vernunft
(Aklın Eleştirisi üzerine İnceleme)
Feyerabend Paul, Science In A Free Society (Özgür Bir
Toplumda Bilim)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder