5 Eylül 2017 Salı

Temellendirme Sorunu: Özgür Düşüncenin Zindanı



                                                                                                 “İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı. ‘’
                                                                                                                                                                             Hz. Ali

Bu makalenin gayesi bilimin bir araç ve yöntemlerinin yanı sıra kuramsal yapılara dayanan fikri yaklaşımlarının da çok çeşitli olduğunu, bu nedenle de ispat, kesin çözüm veya sonuçlar iddiasında olamayacağını göstermektir. Bunun için gerek felsefede gerekse bilim öğretisinde merkezi bir problem olan temellendirme sorunu çıkış noktamız olacaktır. Genel olarak dünyada ve bilhassa ülkemizde bilim adına ortaya konanların ‘kesin gerçek budur’ tarzında tutucu ve buyurgan zorlamalar olduğuna şahit olmaktayız. Sadece evrim teorisi tartışmalarını bu duruma örnek olarak göstermemiz yeterli olacaktır. Teknolojinin hızlı ve zincirleme gelişimi, adeta kendiliğinden ilerlemesi ve bilimin çekirdeği olan teorik düşünmenin bu devinim içinde eriyerek teknoloji ile özdeşleşmesi, bilim insanı kavramını yalnızca bir unvan düzeyine indirgemiştir. Öyle ki zaten ön yargı, taassup, bencillik, kibir vb. zihni kirleten ve çürüten menfi niteliklerle kuşatılmaya müsait olan insan bilgisi -ki bilim insanı bundan muaf tutulamaz- bilimin kurumsal hale gelmesiyle dokunulmazlık zırhına bürünen baskıcı bir ideolojiye dönüşmüştür. Oysa felsefi düşünmenin ana görevlerinden birisi eleştirel, yapıcı ve özgürlükçü bir biçimde insan kültürünün farklı alanları arasında; örneğin bilim, hukuk, ahlak ve din, sanat ve edebiyat, teknik, ekonomi ve siyaset vs. bağlantı tesis etmektir. Bizim açımızdan ise hikmet, irfan, marifet, tefekkür vb. unsurları içeren ilimin özellikle zamanla kategorileştirilerek bilime, bununla beraber sıkı bir disiplinler ağına dönüşmesi kültür ve düşünme alanımızı daraltmıştır. Üstüne üstlük ‘içtihat kapısının kapatılması’ ve tasavvuf gibi bir dünya görüşünün kaybı ile derinlikli düşünme ve eylem kabiliyetimiz rafa kaldırılmıştır. Bugün insanlığın alternatif bazı akımlarla delmeye çalıştığı, bir tür totem ve kutsal inek haline gelen bilim ruhaniyeti maddiyattan beslenen gruplar diktatoryasının hem amacı hem de aracı olmuştur. Gelinen noktada ya insan putunu ya da putu insanı yiyecektir.
Bilginin anlamını ve değerini kavramaya çalışan, doğru ve gerçek bilgiyi sıradan düşüncelere, ihtimallere ya da sübjektif görüşlere karşı sınırlandırmak ve muhafaza etmek isteyen bilim insanı, ister istemez önemli, hatta bilginin doğruluğu ve güvenirliliği açısından belki de en can alıcı bir sorunla karşılaşacaktır: Temellendirme Sorunu. Bilim insanı evrene, dünyaya ve hayata dair bakış açısını bilimsel nitelik içeren bilgi doğrultusunda oluşturur. Bunu günlük, sıradan bilgi olarak nitelediği “Halk Birikimi”nin önüne geçirir. Burada halk birikimi olarak vurguladığım kavram, insan ve toplum hayatının genelini kapsayan ve yeryüzündeki topluluk ve/veya toplumların gündelik yaşantısını idame ettirmesinde birincil rol sahibi olan karmaşık ama ilişkili bilgiler kümesidir. Bu birikim içinde fikirlerin doğru veya yanlış olması çok da hayati bir önem arz etmez. Bu bağlamda inanç-batıl inanç, somut-soyut, doğru-yanlış, fizik-metafizik vs. olguların keskin bir biçimde ayırt edilmesi de elzem değildir. Bu dallı budaklı kümenin içinde düşünceler, fikirler olduğu gibi duygular da yer alır. Bu kümeyi gelenekler-görenekler, âdetler, örf, töre vs. unsurlar oluşturur. Bunlar kendine has açıklaması hatta mantığı bulunduğu varsayılan kemikleşmiş yalın durumlardır. İşte tam da bu noktada bilim insanı, kendi açısından inanç, sanı veya metafizik olarak addettiği bu türden yansımalara karşı mesafeli durur, onları bilim dışı olarak rafa kaldırır; hatta sıklıkla onları kısmen ya da tamamen reddeder. Oysa bilgi Eflatun’un Theaetetos’unda tanımladığı gibi bir nevi “gerekçelendirilmiş doğru inanç”tır. Yani, nihai olarak bugün öyle ya da böyle sözünü ettiğimiz bilimsel bilginin çıkış noktasının inanç ile yakın bir ilişkisi vardır. İnanç olarak adlandırdığımız sistemler bütününün günümüze değin uzanan birçok bilimsel erişimde oynadığı rolü yadsımamamız gerektiği kanaatindeyim. Ancak, genel anlamda bu durumun göz ardı edildiğini ya da bilinçli olarak unutturulduğunu, bilimin de zamanla bir gelenek haline geldiğini söylemek pek de yanlış olmayacaktır.
Bilginin felsefesinden teorilerin egemenliğine uzanan bilim insanı, felsefi düşünme tarzının sorguladığı bilginin gerçekliği ve sağlamlığı sorusu ile karşı karşıyadır. Teorinin dayandığı esas sorgulanmalı, sınamalara tabi tutulmalıdır. Hatta Popper’in vurguladığı gibi teorinin bilimsel olup olmadığı dahi irdelenmelidir. Ulaşılan bilginin amacı açık bir şekilde gerçeği elde etmemizi ve bunu bilmemizi sağlamaktır. Bilginin gerçek olduğu hususunda emin olabiliyorsak, bilgimizin köklü bir temel üzerine oturduğu sonucuna varabiliriz. Yani; eriştiğimiz bilimsel bilgi temellendirildiği takdirde şüphelerin üstünde yer alacaktır. Salt temellendirmenin oluşturulması ve bununla birlikte ikna olduğumuz hususların haklılığı da bizleri bilginin tamamen doğru olduğu konusunda tatmin etmeyecektir. İşte tamda bu noktada kişi, kendini daha da sağlam bir sebeplendirmeye ulaştıracak olduğuna inandığı ‘’Arşimet Noktası”nı aramaya başlar. Arşimet noktası ile kastedilen sağlam ve tam anlamıyla güvenilir bir gerekçelendirme, açıklayıcı bir sebep veya mantıklı bir silsile ve düzen içindeki sebepler zinciridir. Buradan hareketle belirli koşullar altında bütün gerçek bilgiler gerçek, bütün yanlışlar yanlış olarak ortaya çıkmalıdır. Gerçekliği tanıyabilme ve tespit edebilme açısından bilimsel bilginin arşimet noktasını aramak tam bir temellendirme fikrinin özünü teşkil eder. Bu şekilde sadece bilgiye ilişkin sağlam bir temellendirmeye değil, aynı zamanda temellendirme sorununun altında yatan yöntemsel problemlerin çözümüne de yaklaşılır. Yaptığımız bu tanımlar üzerinden eski mantık kitaplarında sıklıkla düşünmenin önermesi olarak sunulan yeterli sebep (principium rationis sufficientis) prensibini irdelemek uygun olacaktır.
Bu ilkeyi yöntemsel prensip olarak formüle ettiğimiz takdirde elde edeceğimiz dayanak, akılcı düşüncenin klasik metodunda belirtilen ön doğruyu karşımıza çıkaracaktır. Söz konusu esas, klasik akılcı modelin ortaya koyduğu baskın düstur ile şunu talep eder: Tüm ikna oluşlarımızın ve buna bağlı olarak iddialarımızın gerçek olduğunun açıkça ortaya çıkması, bir nevi ispatı için temellendirici, yeterli sebep sürekli aranmalı ve sonuç olarak inşa edilmelidir. Bu da doğal olarak yeterli sebep prensibinin sadece teorik alanı değil, ahlaki ve siyasi bütün ikna oluşları, her çeşit iddiaları kapsamasına ve böylece ilgili prensip çerçevesinde oluşturulan fikirlerin, görüşlerin ve kanaatlerin genel olarak –içinde zorunluluk bulunduran bir biçimde- kabulüne neden olacaktır. Dolayısıyla sadece ön şart olarak ortaya çıkan düşünme işlevinin ulaştığı arşimet noktası, bilginin doğru, gerçek, geçerli ve gerekçeli temellendirilmesi için bir mutlak haline dönüşen sağlam ve geçerli varsayılan sonuç noktası olarak karşımıza çıkacaktır. Görüldüğü üzere arşimet noktası ile başlayan sebeplendirme süreci önce arşimet problemine ve nihayet düşünme, gözlem, ölçüm, değerlendirme, analiz vb. yollardan geçilerek “Arşimet Sonucu”na uzanmaktadır.
Klasik temellendirme fikrinin savunmacı refleksi, doğru temellendirmeye sahip olunması halinde gerçeğin bulunduğu ve onun bilindiği kanaatini taşır. Bu türden bir düşüncenin sahipleri ve günümüz insanının çoğunluğu açısından yeterli sebep prensibine olan inanç tipik bir durum olmakla beraber, günlük yaşamda bu ilkenin tam da bilincinde olunmadığını söyleyebiliriz. Ama buna rağmen bu fikir canlı bir haldedir ve yaklaşık olarak şu temel ilkeye karşılık gelir: Eğer bir ifade veya açıklamanın gerçek olduğundan emin isek, bu ifade veya açıklama için gerçek bir sebep vardır. Artık bu noktadan itibaren yeterli sebep prensibi bir çeşit yönlendirici fikir haline dönüşür. Buna göre gerçek imkân dâhilindedir. Diğer bir deyişle gerçek, gerçeği ifade etmek daima olabilirdir. Ancak, kanımca bu olabilirlik gerçeğin bilindiği anlamına gelmez. Hangi durumda olursa olsun iki olanak var ise ve bunlardan biri gerçek olmak zorundaysa, birçok evetlenebilir veya hayırlanabilir cümleler kurabiliriz. Örneğin; yarın sayısal lotoda kazanacağım veya kazanmayacağım üzerine imkân dâhilinde olan birçok açıklamayı ifade edebiliriz. Buna benzer bir cümle kurduğumuzda bunlardan yarısı salt gerçek olacaktır. Ama bu ifade ile gerçeği bildiğimizi bilebilirmiyiz? Loto oynadığımızı ve 6 sayıyı da bildiğimizi varsayalım; bu tesadüfen gerçeği bulduğumuzu gösterir, yoksa gerçeği bildiğimizi değil! İşte tam da bu nedenle yukarıda vurguladığımız yönlendirici fikrin, yani yeterli sebep ilkesinin gerçeğin ifadesini mümkün kılabileceğini ama bu vasıta ile gerçeğin bulunduğunun bilinmesinin ise imkânsız olduğunu söyleyebiliriz. Bundan hareketle ortaya çıkan risk şudur; yeterli sebep prensibi kişiyi öylesine yanlış yönlendirebilir ki bunun neticesi zihinsel bir bataklığa sürüklenme ihtimalidir. Ayrıca, bu yanlış yönlendirici fikir bizim hakikate yönlenmemiz hususundaki gerçekçi girişimlerimizin de yolunu kapatabilir.
            Bir ifadenin gerçekliği açısından temellendirmenin gerçek olup olmadığını bilemiyorsak geleceğimiz nokta bu temellendirmenin de tekrar temellendirilmesi gerekliliğidir. Yani kim kesinlik arz eden bir temellendirme yapmak isterse ortaya koyduğu sebepleri de temellendirmelidir. Bu da kişiyi sonu gelmeyen kısır bir döngünün içine sokacaktır. Bu kısır döngü de hiçbir zaman sonlanmayacak en son temel, asıl sebebe sürekli bir geri gidiş şeklinde ifade edilebilir. Yeterli sebep ilkesinin savunucuları asıl nedene devamlı bir şekilde geri gidişi önlemek ve bütün bir temellendirme zincirini geriye doğru kat etmemek için sürecin iyi niyetle sona erdirilmesi görüşünde mutabıktırlar. Bu yönteme göre kişi devamlı olarak yeterli sebep için geriye gidemez ve temellendirme zincirinde öyle bir ifadeye varılır ki bu son bir temellendirme olarak yeterince açıklayıcı, kendiliğinden anlaşılır ve aydınlatıcıdır. Öyle ki daha fazla sorgulamanın gereği kalmamıştır. Bu türden açıklayıcı, aydınlatıcı veya kendiliğinden anlaşılır gibi söylemler bizi sıkı bir temellendirmeden vazgeçirmek için yeterlidirler. Ama bu tatmin durumu aslında sağlam gerçeğin temellendirilmesi yönteminin bir noktada terk edilmesi anlamına gelmez mi? Bu noktada şunu diyebiliriz: Yeterli sebep metodu fonksiyonlarını kaybetmiştir. Yani temellendirme zinciri tam bir temellendirme yapılmadan kesilmiştir.
Yukarıda belirttiğimiz biri birine bağlı sözde çözümler, yani kısır döngü ile sürecin sona erdirilmesi, çifte sanrı olmaktan öteye gitmemektedir. Buna bir üçüncü yanılsama olaraktan doğa bilimcilerin “aynı şartlar altında aynı şeyler meydana gelir veya aynı şartlar altında aynı olasılıklar ortaya çıkar” şeklindeki meşhur söylemlerini de ekleyebiliriz. Bu söylemin niçin gerçek olduğunu sorguladığımızda verilen yanıt; gözlemler neticesinde doğa bilim bunun böyle olduğunu tasdik etmektedir, şeklindedir. Yani burada da dairesel bir temellendirme ile devamlı başa dönülmektedir ki, bu da yeni bir aldanmadan başka bir şey değildir.
Hans Albert temellendirme düşüncesinin ‘bataklığından’ sıyrılmak amacı ile yapılan bu üç nafile girişimi, kendini perçeminden tutarak bataklıktan kurtaran Münchhausen isimli yalancı barona istinaden Münchhausen-Trilemma olarak tanımlamaktadır. Münchhausen-Trilemma’ya yalnızca tümden gelimci temellendirme arayanlar değil, sağlam bir gerçeklik temellendirmesi bulmayı deneyen herkes maruz kalacaktır. Buradaki asıl tehlike ise kişinin sözde hakikate sahip olduğu iddiasıyla dogmacı olması ve bununla birlikte insana zulüm yapması, hatta kurbanlar istemesi ihtimalidir. Temellendirme fikrinin insanın hata yapabilme özelliğini gözden kaçırdığını söyleyebiliriz. İnsanın üreteceği tüm teoriler belirsizlik veya yanılabilirlik özelliğine sahiptir. Bundan hareketle gelinen fikri sonucu Hans Albert ‘Fallibilismus’ olarak adlandırmaktadır ki bu Sokrat’ın ‘bilmiyorum’ savının izm’leştirilmiş halidir.
Kanımca, her ne kadar ‘klasik’ bir sorun gibi görünse de temellendirme fikrinin, bilimsel bilginin nasıl bir kısıtlamaya, hatta teorik düşünmenin ve bu bağlamda bilim-teknoloji ikilisinin ürettiği verilerin dahi nasıl bir dogmalaştırmaya ve şüpheciliğe yol açabileceğini göstermiş olduk. Hiçbir kanıt, işaret veya ölçüt herhangi bir ifadenin tam ve kesin gerçek olduğunu ortaya koyamaz. Öyleyse hiç kimse hakikate sahip olduğunu iddia edemez. Bu yüzden sağlam bir temellendirme arayışından vazgeçilmeli, bunun yerine sağlam olarak nitelendirdiğimiz bilginin olası yanlışlarını ve alternatiflerini aramalı, diğer bir deyişle bilgiye eleştirel yaklaşmalıyız. Eleştirel akılcılık öğretisinin belirgin yapı taşı olan bu açılım, tam bir temellendirme kuramının dogmacılığa götüren yollarına karşı bir nevi set oluşturur. Buna göre, sağlam bilgi talebinden vazgeçilmelidir. Bütün bilgi ve eylemler yanılabilir ve revize edilebilir olmanın yanı sıra daha iyi için düzeltilebilirdirler. Temellendirme fikrinin kendinden anlaşılabilir kabulüne karşılık, eleştirel akılcılık daha dikkatli bir vurgu olan şu an için sorunsal olmayan tabirini kullanır. Kuramların yanlışlanabilir olması, bilimin ilerlemesini ve insanlığın gelişimini sağladığı gibi insanın hakikati devamlı bir şekilde aramasına ve ona yaklaşmasına katkıda bulunacaktır.
Uçsuz bucaksız olan ilmi, bilim başlığı altında sınırlı bir okyanusa dönüştüren insan, böylelikle daha mı ön yargılı, kısıtlı, iddiacı, bencil, acımasız ve soğuk bir hale dönüştü? Bilim insanının bilimsel saplantısı pozitivist bir hapishane mi? Her şey bir yana nezaketten uzaklaşıp fikir kabul ettirme yarışı içinde çirkinleşen bilim insanına her an çürütülmeye açık olan iddialarını çok da ciddiye almaması gerektiği her halde sıkça hatırlatılmalıdır. Aksi takdirde: “Gerçek şu ki biz insanı en güzel şekilde yaratırız ve sonra o aşağıların en aşağısına indirilir”. (Kuran-ı Kerim 95/4-5)
KAYNAKLAR
Esed Muhammed, Kuran-ı Kerim Meali
Popper K. R., Logik der Forschung (Araştırmanın Mantığı)
Albert Hans, Traktat über die Kritik der Vernunft (Aklın Eleştirisi üzerine İnceleme)

Feyerabend Paul, Science In A Free Society (Özgür Bir Toplumda Bilim)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...