“Kapısı kilitlidir; ama kapı
dışında her tarafı açıktır.”
Erdemler
özgünlüğün temel taşlarındandır. Değerleri oluşturan ve dönemsel kılan kök
olgu, insana güzellik kazandıran ve onun erişimine sunulan erdemlerdir.
Erdemler, değerleri zaman, mekân ve durumlara göre üretirler ve yenilerler.
Yaratımlara olan katkıları çok boyutlu yapısallığa haizdir. Erdemlerin kaynağı,
beşeri umranın evrimindeki yaşanmışlıklarda ve onları pekiştiren ilahi
vahiylerdedir. Tecrübelerin ve vahyin tevili erdemlerin insan bilincinde ve
davranışlarında serpilip, onu olgunlaştırır ve kâinattaki çokluk-çeşitliliği
keşfederek, bunların asli hakikatlerinin vahdetten tecelli ettiğini fark
etmesini sağlar. Bunu mündemiç kılmayan farkındalık sıradan ve aldatıcı olduğu
gibi, kesret içinde ayrıntıya boğulmamıza ve kemâlât yolculuğumuzun tahribine
neden olur.
Hakiki
kalite standartlarla değil, erdemlerle inşa edilir. Erdemin gerek kazanımı
gerekse muhafaza ve istikrarı; itina, sebat, hoş sabır vb. erdemlerin gayreti
ile mümkündür. Erdemi böylesine güçlü ve farklı kılan, yine kendine özgü yaşamsallıkları
tazelemesi ve bireyin varlığını vasatta muhkem kılmasıdır. Bu mukavemet bireyin
özne olmanın sorumluluklarını ve haklarını dengelemesine, ayarlamasına
bağlıdır. Sıra dışılık, aykırılık, karşı duruş gibi özellikler, şeyleri yerli
yerine koyma doğrultusunda sade hareket ve davranışlarla donatıldığı takdirde
vasat ve gerçek tevazu sağlanabilir; vasatı içselleştirebilen insan hem
müşahede edebilen hem de temsilinin hoşluğu ile şahit olunan düzeyin bireyi
olmuştur (“… Ve böylece sizin dengeli ve
ölçülü bir toplum (ümmeten vasaten) olmanızı istedik ki, (hayatınızla) tüm
insanlığın huzurunda hakikatin şahitleri olun ve Elçi de sizin huzurunuzda ona
şahitlik yapsın…” Kur’an-ı Kerim, 2/143). İçselleştirmeyi yerleşik kılan
eylem ise, bu hâlin bilincinde olma ve bunun sorumluğu ile onu azimete dönüştürmek
hususunda hamarat olmakta yatar.
Farklı
bir konumlanmada, o ortamın koşulları ve imkânlarına göre üretilen stiller ve
modellemeler, gerek fiziki gerekse fikri ve düşünsel şablonlar nedeniyle
başkalık arz eden diğer bir ortama taşındıkları ve öylece uygulandıkları
takdirde çoğunlukla başarısız olacaklardır. Aktarımların daha farklı şartlar
altında tatbiki, onların uyumlanabilmesine bağlıdır ve bunun zorlamaya dayalı
değil, tabii olarak gerçekleşmesi gereklidir. Burada “doğal” ile kastedilen, özgünlüğün
çok ögeli yapısının olabildiğince ahenkli bir şekilde dengelenmesidir.
Dengelemeyi sağlayacak anasır ise insanın medeniyetin çıkarımı zannettiği
özgünlüğün, ait olduğu asli kapsama alanının fark edilmesiyle mümkündür; bu
sahayı çerçeveleyen olgu insanın meydana getirdiği umrandan başkası
değildir.
Özgünlüğün daha
iyi anlaşılmasındaki diğer bir husus, yönetim olgusunun birey ile olan
ilişkisinde gözden kaçan bir hassasiyeti kavramaktan geçer. Doğal olarak, birey
özne olması bağlamında anlama-tanıma-bilme işlevini eşya, şey üzerinden; yani
onlara yönelik olarak gerçekleştirir. Bu durum öznenin ihtiyacını bir ölçüde
sağlar, ama burada eksik kalan ayak bireyin diğer okumayı atlamasıdır. O da
eşyaya bağlı olarak olaylar-edimlerden hareketle öznenin kendine dönük okumayı
yapmasıdır ki, bu gerçekleştirildiği takdirde birey hem yaşamı hem de kendisini
bilmede olgun ve tamamlayıcı köprüyü kurmuş olabilir. İki taraflı bu okuma,
özgünlüğü oluşturan potansiyelin zeminini hazırlar; burada önemli olan bu potansiyelin
kullanılması ve değerlendirilmesidir. Ancak tek yönlü uygulama, yani yönetimle
ilişkili tüm paydaşların (yöneticiler, çalışanlar, ortaklar, müşteriler, sivil
toplum kuruluşları vb.) katılımının sağlanmadığı bir işletim, yönetsel
özgünlüğü ne kurabilir, ne de yapılandırabilir. Yönetimin teşekkülü,
yapılanması, sevk ve idare mantalitesi özgür öznelliğin oluşturacağı bileşimli çoğulculuk
anlayışı ile yapılabilirse bu oluşum vasıtasıyla, yönetim özünde kendisini
biçimlendiren tüm unsurlarla sağlıklı bir ilişki kurabilir. Yani, özneleşmenin
kapitalin dayattığı biçimler yerine, hür irade tarafından yaratılması ve
özneler arası ilişkilere katkı sağlaması özgünlük kavramını ve sorgulamasını
sağlıklı bir şekilde gündeme getirecektir.
Özneler arası
karşılıklı etkileşim doğası icabı melezdir. Bu nedenle oluşacak sistem de melez
niteliklidir. 21 yy.ın yaygın ve etkin olan ağ dolaşımının sunduğu imkânlar
üzerinden ortaya çıkan özelliklerden biri de bu melezleşme eğilimidir;
melezleşmenin başlıca oluşturucusu günümüzde daha da belirginleşen geçirgen
karakterli çok katmanlı sistemlerdir. Bu sistemler toplumları kapsayıcı olduğu
gibi, organizasyonel yapılarda da mevcuttur. Oldukça geniş bir konu olan çok
katmanlı sistemler; öncelikle devletlerin ve uluslararası siyasal-sosyal ve
ekonomik kurumların yapılanmalarının analizi vasıtasıyla yönetim olgusunun sevk
ve idareye dayalı kısmını yatay-dikey ve bunun türevleri üzerinden
çözümlemeyerek belirli ilkeler çerçevesinde “iyi yönetişimin” koşullarını
ortaya koymayı amaçlar. 1960 ve 70’lerin sistem teorisinden hareketle üretilen
idari ve teknik özellikli çok katmanlı sistemler paradigması, daha çok proje
bazlı çalışmalar ile yaygın bir alan için işlevsel hale gelmiştir. Burada birey
üzerinden topluluk veya toplumun hem nicelikli hem de nitelikli karakter
özelliklerinin yönetimleri nasıl şekillendirebileceği hususu, söz konusu
özgünlük olgusu olduğunda ön plana çıkar. Zira günümüzde gerek kürevi gerekse
yerel bazda 20. yy.ın üniter ve tek düze yönetim modellemeleri durağanlaşmış,
yetişmiş kalifiye insan gücündeki çeşitliliğin de artması sonucunda tek
tipliliğe yatkın sevk ve idare anlayışının yerini, çoğul ve melez yapılanmaların
alması elzem hale gelmiştir. Melezin yönetimi hiçbir zaman moda modellemelere
sıkıştırılamaz; modellemeler başlangıç safhaları için gerekli ve olumlu katkı
verici olabilirler. Ancak süreklilik arz edemezler; zira insanı, tarihi, yaşamı
ve kestirilemeyenleri kehanetlere bağlı kılıp, insana ilişkin olanı fizik
kanunları gibi kestirilebilir kılmamız ve bunlar üzerinden başından sonuna
kesinliğe yakın öngörülebilir kâmil modeller üretmemiz mümkün değildir. İşte tam
da bu nedenle, modern ve modern sonrası insanın doğasını zehirleyen ve onunla
birlikte bütünüyle iletişim içinde olduğu tabiatı tahrip eden benlik
sarhoşluğu, onun ve bağlantılarının tezahürünü öylesine nicelleştirmiştir ki,
zuhurdaki nitel yitik hale gelmiştir. Tüm teknolojik gelişim çetin
paradoksların da önünü açmıştır ve bu gelişim hızla devam etmektedir. En basitinden
insan bir şeye karşı gelirken, reddettiğinin türevini tepe tepe kullanmaktadır.
Nükleer santrala, HES’lere hayır derken, bu yazının da yazıldığı alete, cep
telefonuna vd. meftun olmuş bir haldedir. Bütün bu çokluk ve dünyanın cümbüşü
neyin nesidir, genişleyen ve sonsuzluk resmi veren kâinat zihnimizde bir mekân
ile temsil bulurken, koskoca dağlar küçücük bir gözün menziline sığarken, akıp
giden izah edemediğimiz zaman ölçülebilirken içine düşülen karmaşıklığa
hayranlık niçin sorgulanmamaktadır?
Bir zamanların
Roma ve Osmanlı imparatorluklarında tezahür eden yönetim katmanlarındaki insan
çeşitliliği ve melezliği tekrar gündemdedir. Üniterin yetki ve yeterlilik
sınırlandırmaları ve bütünün hiyerarşisine dayalı yapılar artık yegâne imkân
sahibi değildirler. Yönetim erki sadece merkezi enerji kaynaklı değil, aynı
zamanda erki paylaşan katmanların da ilgi sahasına girmektedir. Bu boyut aynı
zamanda bireysel egemenliğin olabildiğince yönetimsel statükoya bırakılmaması
anlamına da gelir. Bunun diğer bir anlamı da şudur: Yaradılış açısından her bir
bireye bahşedilen egemenlik yetisinin özneler arası ilişkiler vasıtasıyla
kurumlaştırılan üzerinde belirleyici ve denetleyici, aynı zamanda tasarruf
sahibi olması (“Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım”… Kur’an-ı Kerim, 2/30). Bu bir alansal açılımdır ve yönetimin yönlendiriciliğinde
ve yürütülmesinde bireye daha fazla yetkinlik devreder ve etkin özgünlüğü
sisteme enjekte eder. Özgünlüğün olabildiğince ağırlıklı ve etkin olabilmesi,
bireysel özgürlük ve egemenliğin önce özne üzerinden, sonra da özneler arası
etkileşimin marifetiyle sağlanabilmesine bağlıdır.
Konrad Lorenz’in
dediği gibi; “düşünülen söylenmemiş, söylenen işitilmemiş, işitilen
anlaşılmamış ve anlaşılan üzerinde mutabık kalınmamış” olandır. İlgi duyulan herhangi
bir şeyin orijinalitesi üzerine düşünmemek, savrulmanın başlama vuruşudur. Özgünlüğün
künhünün kaynağı hikmet ve irfandadır; ilmin sınırlandırılmış bir parçası
olarak değer bulan bilim ise bu manada silinmemiş tozun arkada bıraktığı izleri
takip etmemizi sağlar. Özgünlük özün zuhurudur ve insan bugün geldiğimiz
noktada serinkanlılıkla hikmet ve irfanın ne olduğunu sindirerek öğrenme
aşamasına varmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder