Sivil toplum kavramı demokrasi kuramlarının
etkin bir öğesi olarak -demokrasi kuramcıları için- demokrasinin vazgeçilmez
bir bileşeni, kişilerin farklı paydaşlara seslerini duyurabilmeleri ve
örgütlenmeleri için çeşitli sahaların sunulmasıdır. Devlet, sivil toplumdan
ayrı gibi görünse de aralarında hiçbir bağlantı olmadığı söylenemez.
Tocqueville’in de vurguladığı gibi, devlet gündelik yaşamın kendini yenileyerek
var oluşunda rol sahibidir ve dolayısıyla devlet ile sivil toplum aslında iç
içe geçmiş unsurlardır.1 Ginsborg da, “gündelik yaşamda örgütlenme
alışkanlığı teşvik edilmezse, demokrasinin hayatta kalma şansının düşük
olduğuna” vurgu yapar.2 Nitekim adı geçen düşünürlere göre gönüllü
oluşumlar kurma ve de bunlarda yer alma edimi, üyelerine yurttaşlık yetilerini
ve değerlerini öğretmekte; gönüllü oluşumlar “demokrasi okulları” olarak hizmet
vermektedir. Burada toplumsal katılımın, halk katılımına yarar sağlayan bir yan
ürün olduğu düşüncesi hâkimdir.
Sivil toplumun önemli bir yansıması olan
toplumsal sermaye kuramları da, temsili ve katılımcı demokrasinin birbirlerini
tamamlayıcı özelliklerini ve bu kapsamda yer alan sivil toplumun rolünü daha
iyi kavramamıza; bireyler ile gruplar arasındaki ve toplumun genelindeki
güç/iktidar ilişkileri üzerine düşünmemize yardımcı olmaktadır. Putnam
tarafından gündelik söyleme katılan toplumsal sermaye kuramı, Tocqueville’in
sivil toplum ve örgütlenme yaşamına olan ilgisini temel almaktadır. Putnam
toplumsal sermayeyi “bireyler arasındaki bağlantılar, yani toplumsal ağlar ile
bunlardan kaynaklanan karşılıklılık ve güvenilirlik normları” olarak
tanımlamaktadır.3 Putnam, yerel örgütlere katılmanın ve bu
örgütlerde yer almanın başkalarına duyulan güveni ve ortak değerler algısını
pekiştireceğini ve böylece katılımcıların “ben algısını” genişleterek kolektif
yarar yaklaşımlarını daha olumlu kılacağını öne sürmektedir. Ayrıca,
katılım norm ve ağlarının, temsili yönetimin performansını geliştireceğini,
halk katılımının varlığı ya da yokluğunun yönetişimin niteliği, demokratik
kurumlar ve kamusal yaşam üzerinde etkileri olacağını vurgulamaktadır. Toplumsal
sermayenin, ailenin ötesindeki toplumsal ağlar aracılığıyla doğan yararların
bir kaynağı olarak bir dizi başka olumlu etkileri olacağına ilişkin bulgular
gün geçtikçe artmaktadır. Örneğin bu yararlar arasında, artan eğitim başarısı, barınma kalitesindeki
artış, sosyal iletişimde yaygınlık gibi hususlar öncelikle çarpıcı olanlarıdır.4
Toplumsal sermaye, bir kavram ve kuram olarak
popülerliğine karşın, gerek teorik gerekse pratik anlamda eleştirilerle de
karşılanmaktadır. Toplumsal sermaye kuramına karşı başlıca teorik
eleştirilerden biri, kuramın örgütlü yaşam, yüksek toplumsal güven ve daha iyi
yönetim arasındaki nedensellik bağını kuramadığı yönündedir. Toplumsal sermaye
olumlu sonuçlara yol açabilmekteyse de, kendisinin varlığının bu sonuçları
üreten değil, aksine bunlardan çıkarsandığı tezidir. Toplumsal sermaye
konusundaki ampirik bulgulardan bir kısmı da, güç/iktidar ve eşitsizlik
kavramlarını ön plana çıkarmasıdır. Toplumsal sermayenin, biraz da farklı ağlara
erişim olanaklarının eşitsiz dağılımı nedeniyle, var olan eşitsizlikleri
pekiştirme yönünde bir etkisi olduğu tezi de dikkat çekicidir. Örneğin Field’ın
ifadesiyle, “herkes çıkarlarına yönelik olarak bağlantılarını kullanabilir;
ancak bazı insanların bağlantıları diğerlerine nazaran daha değerlidir.”
Dolayısıyla Field, toplumsal sermayeyi “hem kendi başına eşitsiz dağılımı olan
bir değer hem de daha da büyük eşitsizlik yaratabilecek bir mekanizma” olarak
görmektedir.5 Fransız sosyolog Bourdieu, toplumsal sermaye ile
ilişkilendirilen toplumsal ağları hali hazırda ayrıcalıklı olanlara yarar
sağlayan, toplumun diğer kesimlerini ilerleme olanaklarından mahrum kılan bir
ayrıcalık kaynağı olarak tanımlamaktadır. Bourdieu’nun toplumsal (ve kültürel)
sermayeye getirdiği eleştiriler, kaynağını toplumun sınıfsal yapısını irdeleyen
Weber’in çalışmalarından ve neo-Marksist kuramlardan alan sosyoekonomik
eşitsizliğe ilişkin kaynak dağılımı temelli kuramlarla ilişkilendirilebilir.
Weber, sosyoekonomik kaynakların ve statünün, gönüllülük eğiliminin temel
belirleyicisi olduğunu ifade etmektedir. İngiltere’de toplumsal sermayeye
ilişkin yakın tarihli çalışmalar da bu düşünceyi destekler niteliktedir. Buna
göre ‘sınıf’, katılımın önemli bir belirleyicisidir ve “orta sınıfın”
gönüllülük ya da yurttaşlık temelli örgütlenmelere üye olma oranı daha
yüksektir.6
Görüşüme göre, günümüzün çağdaş yazınında
toplumsal yapılanmada hala ön plana çıkartılan “sınıf” kavramının dominant
konumlanması belirli bir düzeyde farkına tam vukuf olunamamanın bir
göstergesidir. İlgili kavram gerek fiziksel ve psikolojik gerekse politik ve
sosyolojik açıdan çok katmanlılık olgusunun alt dallarında –o da duruma göre-
belirli kümelenme türlerine işaret etmesi açısından kullanılabilirdir.
Toplumsal yapının çeşitliliği, karmaşıklığı ve gittikçe artan melezleşme sınıf
nitelendirmesini de –hem mealen hem de tefsir yönüyle- dağınık ve oldukça
ayrışık, ölçütlere bağımlı durumsallığa göre farklı tanımlamalara bürümektedir.
Marx bunu ağırlıklı olarak politik iktisat-ekonomi, üretim ilişkileri ve bunun
üzerinden sömürü kavramında temellendirerek açıklamaya çalışır. Weberci
yaklaşım ise sınıf olgusunu betimlemede pazar ilişkilerini temel alır. Marksist
düşünceye göre, üretim ilişkileri ve üretim araçları esas alındığında, bütün
toplumlar en az iki sosyal sınıfa sahiptir. Birincisi, üretim araçlarına sahip
olan ya da bu araçları kontrol altında tutan “yönetici sınıf”tır. İkincisi ise
üretim araçlarını elinde ya da kontrolünde bulunduramayan “sömürülen sınıf”.
Etzioni’nin de vurguladığı gibi, Marx’a göre, maddi üretim araçlarını kontrol
edenler, akli ve zihinsel üretim araçlarının kontrollerini de ellerinde
tutarlar. Bu sebeple yönetici sınıf, yalnızca ekonomik açıdan yönetmez, bunun
yanı sıra ideolojiyi de şekillendirip yaygınlaştırır.7 Neo-marksistler
ise sınıf kavramının yetersizliğinin farkındadırlar; ama buna rağmen temayı
irdelemek yerine Marx’ın sınıf teorisini -yine de- büyük bir önemlilik atfı ile
merkezde tutarak, (vazgeçilemez mitosları olan!) tarihsel gelişim içinde
sınıfların toplumsal statülerle konumlarındaki artış, ara sınıflar ile
çeşitlenmeden söz etmekte ama bir türlü toplumsal sınıf(lar) doktrininden
vazgeçemeyerek bunu ikrar edemezler. Aslında bu hal ideolojik saplantıların
tabulaştırıldığı/putlaştırıldığı tüm fikri yaklaşımlarda var olan bir
sendromdur (illettir). Zaten neo-marksistlerin her nedense sonu bir türlü
gelmeyen tarih okumaları ve bunun etrafında döndürdükleri sürekli evirilen
kapitalizm, meşhur tarihsicilik fetişinin (kâhinliğin miti) sonucunda
günümüzdeki ifadesiyle neo-liberal kapitalizme dönüşmüş ve bunda da “sınıf
saplantısından” bir türlü kopamamaktadır. Neo-marksistlere göre, yeni
odaklılıklar her durumda “örgütlü kapitalizmin” sınıf yapısına açıklamalar
getirmenin bir aracıdır. Ayrıca, onlara göre sınıf kuramına getirilen
eleştiriler genelde hiyerarşik ve toplumsal süreklilik tez(ler)i üzerinde inşa
edilmiştir, bu da sınıf olgusunu aşmada tek yönlü bir yaklaşımdır ve
kifayetsizdir. Hâlbuki kendilerinin de fark ettiği üzere, toplumsal yapılanma
gerek görüngüsel manada soyut ve soyut-somut veya somut, bunun dışında edimsel
düzeyde olgusal ve geniş kapsamlı pek çok unsuru ve bunların bazılarının suret
nitelikli uzantılarını içermektedir. Sınıf, neo-liberalizm, her tür teoriler,
melez alanlar vb. pek çok saha, hatta marksizm ve kapitalizmin kendileri dahi
insan zihninin düşünsel manada anlamlandırdıkları, yorumladıkları ve ortaya
koydukları açıklayıcı nitelikli sistemlerin dışında değildir. Bu sistemler,
tarafımızca bu çalışmanın da konusu olan bir tür çok yönlü ve çeşitli
biçimlerde açıklama amacı da taşıyan ÇKS’nin (Çok Katmanlı Sistemler) diğer bir şekilde dillendirilen
sürümlerinden başka bir şey değildir. Bu bağlamda marksist teoriler de ÇKS’nin
içeriklerinden biridir ve bu meyanda ÇKS paradigması, toplumsal yapılanmayı ve
bu yapılanmayı oluşturan süreçsel özellikli gelişimi tarihsel evrim içine
sıkıştıran sınıf kuramı üzerinden tanımlamanın yetersizliğini ve dar
kapsamlılığını ortaya koyar. Böylelikle insanın çevresi ile birlikte zaman
zaman merkezde olduğu dünyayı, toplumları, eylemleri veya olayları çeşitli-çok
yönlü açılardan araştırma olanaklarını sunar ve dogmatizmde saplanıp kalma
riskini de azaltır. Bundan da anlaşılacağı üzere, ÇKS imkânların yanı sıra
riskleri ve risklerin barındırdığı tehlikelerle birlikte fırsatları da belirgin
kılmada araçsallığını devreye sokar. Bu yüzyılın en çarpıcı gelişimleri olan
küreselleşme ve bunun getirisi yerelleşme, klasik endüstri ile ince teknoloji
(BT) arasındaki belirgin rekabet ve bu durumun meydana getirdiği yeni dikey ve
yatay yönetimsel yapılanmalar ile bunların geniş çaplı etkileri, yeni
jeostratejik politik ve toplumsal değişim ve dönüşümler, taşere edilen terörle
beraber oluşturulan çatışmalar, siyasi sınırların göreceleşmesi, ekonominin
değişken karakteri ile buna bağlı istikrarsızlıklar, ama aynı zamanda serbest
sermayenin dünyada dolaşımı ile ön plana çıkan ve politik, ekonomik, sosyolojik
ve beşeri alanlarda şirketlerin kürevi ve yerel açılardan yaşamın pek çok
alanında önlenemeyen yükselişi ve etkinliği, eğitim sektörünün önemli rolü,
spekülatif ve manipülatif medya gücü gibi hususların kaynak olduğu karmaşık
ağsal döngülerin anlaşılabilmesinde ve tümselin yönetiminde ÇKS’nin kuramsal
dizini önemli hale gelmiştir. Yeni zamanlara dair gelişmelerin açıklanması
yönünde ÇKS paradigması pratik bir kullanıma da haizdir. Bundan dolayı, bu
çalışmanın merkez temalarının başında gelen yönetişim olgusunun kavranmasında,
anlaşılmasında ve buna bağlı olarak çeşitlilik arz eden uygulamalarının vücuda
getirilmesinde ÇKS’nin anasır özelliklerini içselleştirmek olmazsa olmaz bir
önkoşuldur.
1
http://www.acikders.org.tr/file.php/109/Lectures/PDF/Ders21.pdf , (Steven B.
Smith, Siyaset Felsefesine Giriş, Kasım 2006) [Erişim: 11.08.2015]
2 T. Gibson, The Power in our Hands,
Neighbourhood-based World Shaking, Charlbury, Jon Carpenter Publishing, 1996,
s. 165
3 N. Altun, İ. Hira, Suçu Önlemede Sosyal
Sermaye Olarak Sosyal Kontrolden Yararlanmak,
file:///C:/Users/user/Downloads/5000049801-5000067507-1-SM.pdf [Erişim: 11.08.2015]
4 R., Putnam, Bowling Alone: The Collapse and
Revival of American Community, New York, Simon & Schuster, 2000, s. 67
5 J. Field, Social Capital, Routledge, Londra,
2003, s. 74-75
6 P. Bourdieu, The forms of capital, J.
Richardson (Ed.) in Handbook of Theory and Research for the Sociology of
Education, New York, Greenwood, 1986, s. 120-136
7 E. Etzioni-Halevy, The Elite Connection: Problems and Potential of
Western Democracy. Cambridge, Polity Press, 1993