Kamusal katılım, iyi yönetişimin önemli bir
unsurudur. Bu, vatandaşların kendilerini etkileyen veya etkileyeceğini sandığı
konularda katkılarının alınmasını öngören “iç
dinamiklerden neşet etmesi gereken” bir süreçtir. Kamusal katılımın
ardındaki düşünce, yönetimin politika ve faaliyetlerinden doğrudan etkilenecek
olanların, sürece kendi birikimlerini de dâhil ederek daha iyi, somut ve
sürdürülebilir sonuçlar ortaya konmasına katkıda bulunmalarını sağlamaktır. Zaten
kamusal faaliyetlerin meşruiyetinin, yeni yasaların ve düzenlemelerin
benimsenmesinin vatandaşların sürece dâhil edilmesiyle arttığı bilinmektedir.
Bazı Avrupa ülkelerinde, hükümet ile
vatandaşlar arasındaki uçurumun kapatılması için kamusal katılımdan
yararlanılmaktadır. Bunun ilginç bir sonuç-etkisi, bu ülkelerde vatandaşların
demokrasinin çeşitli araçlarından giderek daha az faydalanma ihtiyacı
duymasıdır. Örneğin, seçimlerde oy verenlerin oranı hızla düşmektedir. Diğer
yandan, toplumsal değişimde de paradoksal gelişimler gözlemlemek mümkündür.
Günümüzde yurttaşlar bir yönden daha özgür/bağımsız hale gelmekte; internet
erişimi ve sosyal medya kullanımı artmakta, nüfusun önemli bir kısmı
yükseköğrenim görmekte, vatandaşlar birçok alandaki farklı seçenekler hakkında
daha açık görüşlü ve bu farklılıklara karşı daha anlayışlı hale gelerek
tutumlarını değiştirebilmektedirler. Ancak, bu gelişimlerde dikkat çeken husus,
bunların durumsallık arz ettiği ve bazı konjonktürlerde özgürlük, açık
görüşlülük ve farklılıklara anlayışın tam tersine davranışların meydana geldiği
görülmektedir (son yıllarda bazı batı ülkelerinde ırkçılık gibi). Ama her
hâlükârda, yurttaş katılımının birçok ülkede arttığı, vatandaşlarının baskı
altında bulunduğu ülkelerin birçoğunda ise demokrasi için çeşitli ayaklanmaların
yapıldığı bir realitedir (turuncu devrim, Arap baharı gibi çok yönlü amaçlar
içeren kalkışmalar). Bu durumda yeni yüzyılda geçtiğimiz asrın son yirmi
yılında başlatılan politik ekonomiye bağlı olarak gerek fikri gerekse fiili
manada demokrasiye ve özgürlüklere ilişkin yaklaşımlarda iki yönlü tarz-ı
siyasetin ağırlık kazandığını ifade edebiliriz: Bir yanıyla daha fazla katılım
ve çoğulcu temsil, diğer yanıyla güvenlik amaçlı sıkı-otoriter politikalar. Ama
her iki halde de devlet erki, kamusal faaliyetlerin meşruiyetini, belli
faaliyet ve politikalara yönelik halk desteğini arttırmayı sürekli hedefte
tutmaktadır. Bu meyanda yurttaş katılımı ve onayı oldukça iyi bir araç olarak
görülmektedir. Zira genel olarak kamusal katılım ile şu gibi sonuçlara ulaşmanın
önü açılmaktadır:
·
Daha iyi
politika ve daha etkin uygulama
·
Kamusal
faaliyetlerin meşruiyetinde artış
·
Aktif
yurttaşlık ve buna bağlı olarak daha güçlü demokratik imaj
Kamusal katılım çoğunlukla aktif bir olgudur.
Toplumun istekleri sürekli değişmekte, yönetimler yurttaş katılımını bu
değişimlere uyarlamak için yeni yöntemler geliştirmektedirler. Kamusal
katılımın belli bir ülke ya da bölgedeki uygulanma biçimi oradaki mevcut duruma
bağlıdır; bir ülke ya da bölgedeki uygulamalar diğer bir ülke veya bölgede uyumlanma
sağlanmadan icra edilemez. Hatta çok kere entegrasyon sorunsalı çözümlenemediği
için pratikler yarıda kesilir veya öncel analizler vasıtasıyla ve pilot
işletimler deneyimlenerek hiçbir şekilde uygulanmayabilir.
Kamusal katılım çeşitli biçimlerde, en
temelden en gelişkine çeşitli araçların kullanımıyla gerçekleştirilebilir.
Hangi yöntemin ve hangi aracın kullanılacağı konusundaki tercih, eldeki konuya
bağlı olacaktır. Kamusal katılımı yapılandırmak için çoğu zaman ‘‘katılım
merdiveni’’ adı verilen yöntem kullanılır.1 Katılım merdiveni
çeşitli basamaklardan oluşmaktadır. Örneğin yönetişime dair dört boyutlu bir
katılım sistemi aşağıdaki şekilde gibi olabilir:
Ancak yöntemi başka biçimde
katmansallaştırmak da mümkündür. Ülkelerdeki farklı koşullara göre adımların
sayısı arttırılarak daha fazla katmanlı sistemler de oluşturulabilir. Kamusal katılım, vatandaşlarla iletişim
anlamına gelir. Bunun muhatabı bireysel manada vatandaşlar olabileceği gibi;
sendikalar, STK’lar, özel sektör, yaşlılar, kadınlar, gençler ve engelliler
gibi belli hedef gruplar da olabilir. Yönetimin hangi grup veya temsilcilerle
iletişim kurmayı seçeceği, tematiğe ve buna yoğunlaşan sivil toplumun etkinlik
gücüne bağlıdır. Çoğu zaman sade vatandaşlar, kamusal katılımda yer alma
olanağından yoksundur. Bu durumlarda, onları temsil edecek STK’lar veya benzer
kuruluşların oluşturulmaları gerekir.
Her bir katman daha yüksek bir katılım
düzeyini temsil eder. Her bir katılım düzeyi için farklı araç setleri
kullanılabilir ve bunların bazıları birbiriyle örtüşebilir. En temel adım
herhangi bir ihtiyaca dayalı güçlü bir talep ve bilgilendirme katmanıdır.
Katmandaki en yüksek basamak interaktif katılımın netice almaya yönelik yanı
olan “karar alma” sürecidir. Bunun bilinen yöntemlerinden biri referandumdur.
Halk oylaması düzenlendiği zaman karar alma yetkisi halka devredilmektedir.
Referandum Türkiye’de ve pek çok ülkede sık kullanılmamaktadır. Katılımın daha
belirgin tezahür ettiği saha ulusal yayılımdan maada yerelde vücut bulanıdır ve
bu yöndeki eğilim, globalleşmeyle birlikte daha da yaygınlaşmaktadır. Tenakuz
gibi görünen bu durum aslında küresel gelişimin bilhassa güçlü kapsayıcı
stratejik iletişim vasıtasıyla yerelin çoklu değişim ve dönüşümünün sebebidir.
Türkiye’de bunu pratikte ilk fark eden ortak akıl kümesinin oluştuğu bir siyasi
partidir, ismen Refah Partisi (RP). Adı geçen siyasi parti çalışma şekli olarak
Türkiye’deki toplumsal yapıyı ve demografik gelişimi sınıfsal bazda değil,
katmansal olarak incelemiş ve buna ilişkin gelişimi yakından takip etmek
suretiyle özellikle nüfus yoğunluğunun oluştuğu orta ve alt katmanlarda
bireylere kadar uzanan zahmetli ve sebat gerektiren çalışmalar yapmıştır. Bunun
sonucunda bu katmanlardaki “sesini duyurabilme ve yerel-merkezi katılım
talebini” politik arenaya taşıyarak öncelikle yerel seçimlerde başarılar elde
ederek, belediyelerde direkt vatandaşa yönelik hizmetleriyle kazanımlarını
istikrarlı bir hale getirmiştir. Yerelden hareketle Türkiye geneline
yayabildiği bu politik anlayışa güven sayesinde iktidar ortağı da olmuş,
iktidarda iken uyguladığı devletin ekonomideki gücünü özellikle nakit akışını
“havuz sistemi” ile kontrol altına alarak dezavantajlı kazanç katmanlarının
gelir seviyesini yükseltmiştir.* Bu atılımda dikkat çeken başlıca husus
çalışanların ve emeklilerin ücretlerindeki hatırı sayılır yükselişin devlet
kaynaklarından sağlanması yoluyla enflasyon üzerinde herhangi bir olumsuz etki
oluşmamış, aksine kamu ekonomisi politikalarındaki disiplin sayesinde enflasyon
ve faiz düzenli düşme eğilimine girmiştir. Koalisyon hükümetinde olmasına
karşın RP’nin eriştiği bu başarı katmansal gerçekliği iyi kavraması, bunu
karşılıklı etkileşimle yerelden başlattığı -kısmi de olsa- toplumsal katılımın
belirtilerinin-işaretlerinin okumasını iyi yapması, diğer bir deyişle
yönetişimin bazı uygulamalarını gerçekleştirebilmesi, daha iyi bir deyişle
yönetişimin araçsal fonksiyonunu fark etmesi ve bunu olabildiğince uygulamaya
koyabilmesidir. Yakın Türk siyaset tarihinde yaşanan bu tecrübe üzerinde
yeterince durulmamış, konu irdelenmemiş ve tabu-türdeş ideolojik saplantılar
nedeniyle de gözden kaçır(t)ılmıştır. Bu sendrom** maalesef halen süregelen bir
“sözde aydın iptilası”, diğer bir deyişle “patika bağımlılığı”dır.
Yurttaşlar ile devlet arasında değişmekte
olan ilişki, katılımın (özellikle halkın katılımının; ancak aynı zamanda
bireysel katılımın) son yıllarda nasıl bir gelişim gösterdiğini anlamamız için
kilit önem taşımaktadır. Demokrasi kuramları bu konuyu düşünmemize yönelik
analitik bir araç niteliğindedir. Bu kuramlar, politika belirleyenlerin
“demokratik gedik” konusundaki takıntılarını ve katılımcı bütçeleme, yurttaş
jürileri ve ortaklaşa yönetişim gibi yeni katılım teknikleriyle yurttaş
katılımını arttırma kararlılıklarını anlamamıza yardımcı olmaktadır. Demokrasi
kuramının iki ayağını oluşturan temsili ve katılımcı demokrasi modelleri,
devlet ile sivil toplum arasındaki ilişkiyi farklı anlamlandırmakla birlikte,
doğrudan ya da seçimler aracılığıyla olsun halk katılımının temel bir bileşen
olduğu ve “bireysel katılımın demokratik yönetişimin” ve “meşru kurumların
oluşturulması sürecinin ayrılmaz bir parçası” olduğu konusunda mutabakat
vardır.2
Kapitalist bakış açısının öncellediği liberal
temsili demokrasinin (poliarşinin) en baskın özelliği kurumsal unsurlarıdır. Bu
unsurlar arasında hesap sorulabilir yönetim, serbest ve adil rekabetçi
seçimler, yurttaşlık ve siyasal haklar ile örgütlenme özgürlüğü yer alır. Bu
çözümlemeye göre, hükümetler yönetim konusundaki meşruiyet ve yetkilerini temel
olarak rekabetçi seçimlerin sonuçları aracılığıyla edinir. “Demokratik gedik”
konusundaki kaygılar da bununla ilişkilidir: Eğer oy verenlerin sayısı
düşüyorsa ve oy veren profili daralıyorsa, yurttaşlar hükümetten hakkıyla hesap
sormuyordur ve bu nedenle de yönetim yetkisi sorgulanabilir bir hal alıyordur
(İng. power inquiry). Katılımcı demokrasi modelleri, yurttaşların katılımını
yeniden sağlamanın ve demokrasiyi yeniden canlandırmanın bir yöntemi olarak
önerilmektedir. Katılımcı demokratikleştirme, işyerinden ekonomik girişimlere,
yerel topluluklara ve hane halkına, oradan toplumun bütününe bireylerin
çoğunluğunun kendi hayatlarını etkileyecek kararlara katılmasını sağlayarak
liberal temsili demokrasiyi genişlettiği ve derinleştirdiği düşünülmektedir.3
Bazı düşünürler katılımcı demokrasiyi,
“toplum hayatını canlı tutmak ve kamu kurumlarından hesap sorulabilirliği
sağlamak için hayati önemde” görmektedir.4 Günümüzde hiçbir ulus
devlet tam anlamıyla katılımcı demokratik bir siyasal rejim tanımına uymasa da,
yerel ve bölgesel düzeylerde işleyen müzakereci demokratik model örnekleri söz
konusudur. İstişari demokraside karar alma, direkt oylamadan çok tartışma ve
müzakereye dayalı olarak gerçekleştirilmektedir. Aslında demokrasinin günümüzde
oluşturduğu alan siyasi açıdan geçtiğimiz yüzyıla nazaran daha darlaşmış, ama
paradoksal görünse de sosyolojik açıdan daha genişlemiştir. Bir yönüyle daralan
fakat diğer yandan genleşen bu olgunun kök nedenleri, 1980’lerde başlayan
politik ekonomideki finans kapitale evirilen değişim, mali ve ticari
piyasalarda neredeyse sınırsızlaşan özgürlük dalgası, doğu blokunun dağılması
ve daha fazla demokrasi taleplerinin devlet olgusunu sorgulanır kılması, ana
çatışmaların çift kutuplu dünyanın özelliği soğuk savaşın sonlanmasıyla beraber
taşeronlaştırdığı globalleşen terörle yan çatışmalara dönüştürülmesi,
kürevileşmeyle daha da vahşileşen kapitalist icraatlara karşı isyan hareketleri
sonucunda kamu güvenliğinin son derece kuvvetli bir biçimde ön plana çıkmasıyla
demokratik rejimlerin en ufak riskler karşısında, bazen örtülü kimi vakit ise
açık bir şekilde sert ve kısıtlayıcı tedbirler çerçevesinde -gerekli hallerde-
başvurduğu değişken oranlı şiddete dayalı uygulamalardır.
Birçok
yönetim tarzı gibi demokrasi de batılı felsefe alanında “meşhur söylemin”,
ismen “demokrasi paradoksu”,
eleştirisine muhataptır; dün olan bugün için de geçerlidir. Popper’den
aktarımla;
“Totaliterliğin şu ya da bu biçiminin
kaçınılmazlığından söz edildiğini sık sık duyarız. Bize, demokrasinin sürekli
olabileceğine gerçekten inanacak kadar saf mıyız?; onun, tarihin akışı boyunca
gelip giden birçok hükümet biçimleri arasında yalnızca biri olduğunu görmüyor
muyuz, nedir? diye sorarlar Bu gibi kimseler, demokrasinin totaliterlikle
savaşmak için onun yöntemlerine öykünmeye zorlandığını, böylelikle kendisinin
de totaliterleştiğini öne sürerler…”5
Doğrusu söz konusu çatışkının kaynağı
özgürlük paradoksuna (aynı zamanda bileşik anlamda kısmen hoşgörü paradoksuna
da) dayanır ve merkezdeki soru denetim mi, özgürlük mü sorgulamasından neşet
eder. Popper, bu iki kavramın yan yana gelip gelemeyeceği konusunu irdeler ve
eğer herhangi bir denetim yoksa özgürlüğün bu kez zalimleri zayıfları
kendilerine köle etmekte özgür bırakacağı savından hareketle, özgürlük için
denetimin gerekli olduğu sonucuna ulaşır.6 Popper’in görüşlerinden
hareketle, görüntüde paradoksal olarak ortaya çıkan bu neticenin özgürlük için
denetimin ne kadar olması gerektiğinin belirlenmesiyle bu çelişkinin bir ölçüde
dengelediğini söyleyebiliriz. Bu konu günümüzde de halen tartışılıyor olsa da,
bizce asli husus çelişkilerin eşyanın tabiatına uygun olduğu gerçekliğini kabul
ederek, karşılaştığımız bu gibi durumların dengelenmesinde en mühim realite
insanın karar alma sürecini/süreçlerin nasıl yöneteceğidir. İster
devlet-yurttaş ilişkilerinde isterse şirketlerde ve diğer bir-arada-yaşanan
topluluklarda, hangi sektörde olursa olsun, insanlar arası karşılıklı
etkileşimde kapsayıcı davranışların hangi usuller içinde oluşturulacağı
belirleyici bir sorudur. İşte tam da bu noktada yolumuz yönetişimin, klasik
yönetim stillerinin darlaştırıcı olabilen belirtkelerine karşın genleştirici
özellikleri ile kesişmektedir. Ama her hâlükârda demokrasi-özgürlük ve kontrol
öğelerinin ne şekilde dengeleneceği altı çizilmesi gereken bir husustur.
1 S. R. Arnstein, A ladder of citizen
participation, Journal of the American Institute of Planners 35(4), 1969, s.
216-224
*Yönetimine
sosyal-demokrat görüşlü ekonomist Prof. Dr. Osman Altuğ’un getirildiği bu
uygulamada devletin özel bankalarda bulunan tüm maddi değerleri ve gelir akımı
tek bir kamu bankasında toplanarak nakit akışı denetim altına alınmış,
böylelikle T.C. tarihinde ilk kez devlet aygıtı derli toplu bir kamu iktisadı
yürütmeye malik kılınmıştır.
**Alev Alatlı’nın benzetmesiyle “paçozluğun”
belli başlı nedenlerinden biri olan entelektüel yoksullaşmanın getirdiği
entelektüel skandal hali bu tür alışkanlıkların bir neticesidir. “İdeolojik
zihin tutulması” olarak adlandırdığım bu halet-i ruhiye, Alatlı’nın
nitelendirdiği duruma giden yolun yapıtaşlarından birisidir.
2 R. Keohane, Governance in a Partially
Globalised World, Cambridge, Polity Press, 2002, s. 340-343
3 D., Goldblatt Potter, D. Kiloh, M. ve P. Lewis, Explaining
Democratization, Cambridge, Polity Press. 1994
4 N. Roberts, Public Deliberation in an Age of Direct Citizen Participation, The
American Review of Public Administration, 34(4), 2004, 315
5-6 K. R. Popper, a.g.e., s. 39-41
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder