4 Eylül 2016 Pazar

Yönetişim ve Katılım: Darlaştırılan ve Genleştirilen Yönetim Tarzlarında Karar Alma

Kamusal katılım, iyi yönetişimin önemli bir unsurudur. Bu, vatandaşların kendilerini etkileyen veya etkileyeceğini sandığı konularda katkılarının alınmasını öngören “iç dinamiklerden neşet etmesi gereken” bir süreçtir. Kamusal katılımın ardındaki düşünce, yönetimin politika ve faaliyetlerinden doğrudan etkilenecek olanların, sürece kendi birikimlerini de dâhil ederek daha iyi, somut ve sürdürülebilir sonuçlar ortaya konmasına katkıda bulunmalarını sağlamaktır. Zaten kamusal faaliyetlerin meşruiyetinin, yeni yasaların ve düzenlemelerin benimsenmesinin vatandaşların sürece dâhil edilmesiyle arttığı bilinmektedir.
Bazı Avrupa ülkelerinde, hükümet ile vatandaşlar arasındaki uçurumun kapatılması için kamusal katılımdan yararlanılmaktadır. Bunun ilginç bir sonuç-etkisi, bu ülkelerde vatandaşların demokrasinin çeşitli araçlarından giderek daha az faydalanma ihtiyacı duymasıdır. Örneğin, seçimlerde oy verenlerin oranı hızla düşmektedir. Diğer yandan, toplumsal değişimde de paradoksal gelişimler gözlemlemek mümkündür. Günümüzde yurttaşlar bir yönden daha özgür/bağımsız hale gelmekte; internet erişimi ve sosyal medya kullanımı artmakta, nüfusun önemli bir kısmı yükseköğrenim görmekte, vatandaşlar birçok alandaki farklı seçenekler hakkında daha açık görüşlü ve bu farklılıklara karşı daha anlayışlı hale gelerek tutumlarını değiştirebilmektedirler. Ancak, bu gelişimlerde dikkat çeken husus, bunların durumsallık arz ettiği ve bazı konjonktürlerde özgürlük, açık görüşlülük ve farklılıklara anlayışın tam tersine davranışların meydana geldiği görülmektedir (son yıllarda bazı batı ülkelerinde ırkçılık gibi). Ama her hâlükârda, yurttaş katılımının birçok ülkede arttığı, vatandaşlarının baskı altında bulunduğu ülkelerin birçoğunda ise demokrasi için çeşitli ayaklanmaların yapıldığı bir realitedir (turuncu devrim, Arap baharı gibi çok yönlü amaçlar içeren kalkışmalar). Bu durumda yeni yüzyılda geçtiğimiz asrın son yirmi yılında başlatılan politik ekonomiye bağlı olarak gerek fikri gerekse fiili manada demokrasiye ve özgürlüklere ilişkin yaklaşımlarda iki yönlü tarz-ı siyasetin ağırlık kazandığını ifade edebiliriz: Bir yanıyla daha fazla katılım ve çoğulcu temsil, diğer yanıyla güvenlik amaçlı sıkı-otoriter politikalar. Ama her iki halde de devlet erki, kamusal faaliyetlerin meşruiyetini, belli faaliyet ve politikalara yönelik halk desteğini arttırmayı sürekli hedefte tutmaktadır. Bu meyanda yurttaş katılımı ve onayı oldukça iyi bir araç olarak görülmektedir. Zira genel olarak kamusal katılım ile şu gibi sonuçlara ulaşmanın önü açılmaktadır:
·         Daha iyi politika ve daha etkin uygulama
·         Kamusal faaliyetlerin meşruiyetinde artış
·         Aktif yurttaşlık ve buna bağlı olarak daha güçlü demokratik imaj
Kamusal katılım çoğunlukla aktif bir olgudur. Toplumun istekleri sürekli değişmekte, yönetimler yurttaş katılımını bu değişimlere uyarlamak için yeni yöntemler geliştirmektedirler. Kamusal katılımın belli bir ülke ya da bölgedeki uygulanma biçimi oradaki mevcut duruma bağlıdır; bir ülke ya da bölgedeki uygulamalar diğer bir ülke veya bölgede uyumlanma sağlanmadan icra edilemez. Hatta çok kere entegrasyon sorunsalı çözümlenemediği için pratikler yarıda kesilir veya öncel analizler vasıtasıyla ve pilot işletimler deneyimlenerek hiçbir şekilde uygulanmayabilir.

Kamusal katılım çeşitli biçimlerde, en temelden en gelişkine çeşitli araçların kullanımıyla gerçekleştirilebilir. Hangi yöntemin ve hangi aracın kullanılacağı konusundaki tercih, eldeki konuya bağlı olacaktır. Kamusal katılımı yapılandırmak için çoğu zaman ‘‘katılım merdiveni’’ adı verilen yöntem kullanılır.1 Katılım merdiveni çeşitli basamaklardan oluşmaktadır. Örneğin yönetişime dair dört boyutlu bir katılım sistemi aşağıdaki şekilde gibi olabilir:

Ancak yöntemi başka biçimde katmansallaştırmak da mümkündür. Ülkelerdeki farklı koşullara göre adımların sayısı arttırılarak daha fazla katmanlı sistemler de oluşturulabilir. Kamusal katılım, vatandaşlarla iletişim anlamına gelir. Bunun muhatabı bireysel manada vatandaşlar olabileceği gibi; sendikalar, STK’lar, özel sektör, yaşlılar, kadınlar, gençler ve engelliler gibi belli hedef gruplar da olabilir. Yönetimin hangi grup veya temsilcilerle iletişim kurmayı seçeceği, tematiğe ve buna yoğunlaşan sivil toplumun etkinlik gücüne bağlıdır. Çoğu zaman sade vatandaşlar, kamusal katılımda yer alma olanağından yoksundur. Bu durumlarda, onları temsil edecek STK’lar veya benzer kuruluşların oluşturulmaları gerekir.
Her bir katman daha yüksek bir katılım düzeyini temsil eder. Her bir katılım düzeyi için farklı araç setleri kullanılabilir ve bunların bazıları birbiriyle örtüşebilir. En temel adım herhangi bir ihtiyaca dayalı güçlü bir talep ve bilgilendirme katmanıdır. Katmandaki en yüksek basamak interaktif katılımın netice almaya yönelik yanı olan “karar alma” sürecidir. Bunun bilinen yöntemlerinden biri referandumdur. Halk oylaması düzenlendiği zaman karar alma yetkisi halka devredilmektedir. Referandum Türkiye’de ve pek çok ülkede sık kullanılmamaktadır. Katılımın daha belirgin tezahür ettiği saha ulusal yayılımdan maada yerelde vücut bulanıdır ve bu yöndeki eğilim, globalleşmeyle birlikte daha da yaygınlaşmaktadır. Tenakuz gibi görünen bu durum aslında küresel gelişimin bilhassa güçlü kapsayıcı stratejik iletişim vasıtasıyla yerelin çoklu değişim ve dönüşümünün sebebidir. Türkiye’de bunu pratikte ilk fark eden ortak akıl kümesinin oluştuğu bir siyasi partidir, ismen Refah Partisi (RP). Adı geçen siyasi parti çalışma şekli olarak Türkiye’deki toplumsal yapıyı ve demografik gelişimi sınıfsal bazda değil, katmansal olarak incelemiş ve buna ilişkin gelişimi yakından takip etmek suretiyle özellikle nüfus yoğunluğunun oluştuğu orta ve alt katmanlarda bireylere kadar uzanan zahmetli ve sebat gerektiren çalışmalar yapmıştır. Bunun sonucunda bu katmanlardaki “sesini duyurabilme ve yerel-merkezi katılım talebini” politik arenaya taşıyarak öncelikle yerel seçimlerde başarılar elde ederek, belediyelerde direkt vatandaşa yönelik hizmetleriyle kazanımlarını istikrarlı bir hale getirmiştir. Yerelden hareketle Türkiye geneline yayabildiği bu politik anlayışa güven sayesinde iktidar ortağı da olmuş, iktidarda iken uyguladığı devletin ekonomideki gücünü özellikle nakit akışını “havuz sistemi” ile kontrol altına alarak dezavantajlı kazanç katmanlarının gelir seviyesini yükseltmiştir.* Bu atılımda dikkat çeken başlıca husus çalışanların ve emeklilerin ücretlerindeki hatırı sayılır yükselişin devlet kaynaklarından sağlanması yoluyla enflasyon üzerinde herhangi bir olumsuz etki oluşmamış, aksine kamu ekonomisi politikalarındaki disiplin sayesinde enflasyon ve faiz düzenli düşme eğilimine girmiştir. Koalisyon hükümetinde olmasına karşın RP’nin eriştiği bu başarı katmansal gerçekliği iyi kavraması, bunu karşılıklı etkileşimle yerelden başlattığı -kısmi de olsa- toplumsal katılımın belirtilerinin-işaretlerinin okumasını iyi yapması, diğer bir deyişle yönetişimin bazı uygulamalarını gerçekleştirebilmesi, daha iyi bir deyişle yönetişimin araçsal fonksiyonunu fark etmesi ve bunu olabildiğince uygulamaya koyabilmesidir. Yakın Türk siyaset tarihinde yaşanan bu tecrübe üzerinde yeterince durulmamış, konu irdelenmemiş ve tabu-türdeş ideolojik saplantılar nedeniyle de gözden kaçır(t)ılmıştır. Bu sendrom** maalesef halen süregelen bir “sözde aydın iptilası”, diğer bir deyişle “patika bağımlılığı”dır.

Yurttaşlar ile devlet arasında değişmekte olan ilişki, katılımın (özellikle halkın katılımının; ancak aynı zamanda bireysel katılımın) son yıllarda nasıl bir gelişim gösterdiğini anlamamız için kilit önem taşımaktadır. Demokrasi kuramları bu konuyu düşünmemize yönelik analitik bir araç niteliğindedir. Bu kuramlar, politika belirleyenlerin “demokratik gedik” konusundaki takıntılarını ve katılımcı bütçeleme, yurttaş jürileri ve ortaklaşa yönetişim gibi yeni katılım teknikleriyle yurttaş katılımını arttırma kararlılıklarını anlamamıza yardımcı olmaktadır. Demokrasi kuramının iki ayağını oluşturan temsili ve katılımcı demokrasi modelleri, devlet ile sivil toplum arasındaki ilişkiyi farklı anlamlandırmakla birlikte, doğrudan ya da seçimler aracılığıyla olsun halk katılımının temel bir bileşen olduğu ve “bireysel katılımın demokratik yönetişimin” ve “meşru kurumların oluşturulması sürecinin ayrılmaz bir parçası” olduğu konusunda mutabakat vardır.2
Kapitalist bakış açısının öncellediği liberal temsili demokrasinin (poliarşinin) en baskın özelliği kurumsal unsurlarıdır. Bu unsurlar arasında hesap sorulabilir yönetim, serbest ve adil rekabetçi seçimler, yurttaşlık ve siyasal haklar ile örgütlenme özgürlüğü yer alır. Bu çözümlemeye göre, hükümetler yönetim konusundaki meşruiyet ve yetkilerini temel olarak rekabetçi seçimlerin sonuçları aracılığıyla edinir. “Demokratik gedik” konusundaki kaygılar da bununla ilişkilidir: Eğer oy verenlerin sayısı düşüyorsa ve oy veren profili daralıyorsa, yurttaşlar hükümetten hakkıyla hesap sormuyordur ve bu nedenle de yönetim yetkisi sorgulanabilir bir hal alıyordur (İng. power inquiry). Katılımcı demokrasi modelleri, yurttaşların katılımını yeniden sağlamanın ve demokrasiyi yeniden canlandırmanın bir yöntemi olarak önerilmektedir. Katılımcı demokratikleştirme, işyerinden ekonomik girişimlere, yerel topluluklara ve hane halkına, oradan toplumun bütününe bireylerin çoğunluğunun kendi hayatlarını etkileyecek kararlara katılmasını sağlayarak liberal temsili demokrasiyi genişlettiği ve derinleştirdiği düşünülmektedir.3
Bazı düşünürler katılımcı demokrasiyi, “toplum hayatını canlı tutmak ve kamu kurumlarından hesap sorulabilirliği sağlamak için hayati önemde” görmektedir.4 Günümüzde hiçbir ulus devlet tam anlamıyla katılımcı demokratik bir siyasal rejim tanımına uymasa da, yerel ve bölgesel düzeylerde işleyen müzakereci demokratik model örnekleri söz konusudur. İstişari demokraside karar alma, direkt oylamadan çok tartışma ve müzakereye dayalı olarak gerçekleştirilmektedir. Aslında demokrasinin günümüzde oluşturduğu alan siyasi açıdan geçtiğimiz yüzyıla nazaran daha darlaşmış, ama paradoksal görünse de sosyolojik açıdan daha genişlemiştir. Bir yönüyle daralan fakat diğer yandan genleşen bu olgunun kök nedenleri, 1980’lerde başlayan politik ekonomideki finans kapitale evirilen değişim, mali ve ticari piyasalarda neredeyse sınırsızlaşan özgürlük dalgası, doğu blokunun dağılması ve daha fazla demokrasi taleplerinin devlet olgusunu sorgulanır kılması, ana çatışmaların çift kutuplu dünyanın özelliği soğuk savaşın sonlanmasıyla beraber taşeronlaştırdığı globalleşen terörle yan çatışmalara dönüştürülmesi, kürevileşmeyle daha da vahşileşen kapitalist icraatlara karşı isyan hareketleri sonucunda kamu güvenliğinin son derece kuvvetli bir biçimde ön plana çıkmasıyla demokratik rejimlerin en ufak riskler karşısında, bazen örtülü kimi vakit ise açık bir şekilde sert ve kısıtlayıcı tedbirler çerçevesinde -gerekli hallerde- başvurduğu değişken oranlı şiddete dayalı uygulamalardır.
Birçok yönetim tarzı gibi demokrasi de batılı felsefe alanında “meşhur söylemin”, ismen “demokrasi paradoksu”,  eleştirisine muhataptır; dün olan bugün için de geçerlidir. Popper’den aktarımla;
“Totaliterliğin şu ya da bu biçiminin kaçınılmazlığından söz edildiğini sık sık duyarız. Bize, demokrasinin sürekli olabileceğine gerçekten inanacak kadar saf mıyız?; onun, tarihin akışı boyunca gelip giden birçok hükümet biçimleri arasında yalnızca biri olduğunu görmüyor muyuz, nedir? diye sorarlar Bu gibi kimseler, demokrasinin totaliterlikle savaşmak için onun yöntemlerine öykünmeye zorlandığını, böylelikle kendisinin de totaliterleştiğini öne sürerler…”5  
Doğrusu söz konusu çatışkının kaynağı özgürlük paradoksuna (aynı zamanda bileşik anlamda kısmen hoşgörü paradoksuna da) dayanır ve merkezdeki soru denetim mi, özgürlük mü sorgulamasından neşet eder. Popper, bu iki kavramın yan yana gelip gelemeyeceği konusunu irdeler ve eğer herhangi bir denetim yoksa özgürlüğün bu kez zalimleri zayıfları kendilerine köle etmekte özgür bırakacağı savından hareketle, özgürlük için denetimin gerekli olduğu sonucuna ulaşır.6 Popper’in görüşlerinden hareketle, görüntüde paradoksal olarak ortaya çıkan bu neticenin özgürlük için denetimin ne kadar olması gerektiğinin belirlenmesiyle bu çelişkinin bir ölçüde dengelediğini söyleyebiliriz. Bu konu günümüzde de halen tartışılıyor olsa da, bizce asli husus çelişkilerin eşyanın tabiatına uygun olduğu gerçekliğini kabul ederek, karşılaştığımız bu gibi durumların dengelenmesinde en mühim realite insanın karar alma sürecini/süreçlerin nasıl yöneteceğidir. İster devlet-yurttaş ilişkilerinde isterse şirketlerde ve diğer bir-arada-yaşanan topluluklarda, hangi sektörde olursa olsun, insanlar arası karşılıklı etkileşimde kapsayıcı davranışların hangi usuller içinde oluşturulacağı belirleyici bir sorudur. İşte tam da bu noktada yolumuz yönetişimin, klasik yönetim stillerinin darlaştırıcı olabilen belirtkelerine karşın genleştirici özellikleri ile kesişmektedir. Ama her hâlükârda demokrasi-özgürlük ve kontrol öğelerinin ne şekilde dengeleneceği altı çizilmesi gereken bir husustur.   
1 S. R. Arnstein, A ladder of citizen participation, Journal of the American Institute of Planners 35(4), 1969, s. 216-224
*Yönetimine sosyal-demokrat görüşlü ekonomist Prof. Dr. Osman Altuğ’un getirildiği bu uygulamada devletin özel bankalarda bulunan tüm maddi değerleri ve gelir akımı tek bir kamu bankasında toplanarak nakit akışı denetim altına alınmış, böylelikle T.C. tarihinde ilk kez devlet aygıtı derli toplu bir kamu iktisadı yürütmeye malik kılınmıştır. 
**Alev Alatlı’nın benzetmesiyle “paçozluğun” belli başlı nedenlerinden biri olan entelektüel yoksullaşmanın getirdiği entelektüel skandal hali bu tür alışkanlıkların bir neticesidir. “İdeolojik zihin tutulması” olarak adlandırdığım bu halet-i ruhiye, Alatlı’nın nitelendirdiği duruma giden yolun yapıtaşlarından birisidir.  
2 R. Keohane, Governance in a Partially Globalised World, Cambridge, Polity Press, 2002, s. 340-343
3 D., Goldblatt  Potter, D. Kiloh, M. ve P. Lewis, Explaining Democratization, Cambridge, Polity Press. 1994
4 N. Roberts, Public Deliberation in an Age of Direct Citizen Participation, The American Review of Public Administration, 34(4), 2004, 315
5-6 K. R. Popper, a.g.e., s. 39-41

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yönetimin Sosyolojisi: Çok Katmanlı Sistemler ve Ticari İşletmelerin Temel Gerçekliği - 3

Araçsallaştırılan yönetişimi dinamik kılan başlıca unsur eyleme yönelik olması ve eylem araştırmasında temellendirilmesidir. Söz konusu ey...