20. yüzyılın başlarında sosyal
bilimler ayrı bir bilim dalı olarak gelişmeye başlarken, pozitivist/akılcı ve
Newtoncu akımlar felsefe, doğa ve fen bilimlerini yönlendiren hâkim
yaklaşımlardı. Dolayısıyla, sosyal bilimleri şekillendiren teorisyenler,
pozitivist akımların etkisinde yetişmiş; insanı ve insanların oluşturduğu
toplumları ve toplumsal ilişkileri pozitivist akımın ilke ve yöntemleri ile
incelemeye başlamışlardır. Bu nedenle, özellikle yüzyılımızın başlarında
geliştirilen örgütsel teorilerde bu akımların bariz etkilerini görmek
mümkündür.
Klasik örgüt teorisinin
öncülerinden olan Frederick Taylor, pozitivist akımın etkisinde kalarak
bilimsel yaklaşımını gerçekleştiren teorisyenlerdendir. Taylor, mekanistik bir
anlayışla örgütsel çalışma ortamını değerlendirmiş ve standart iş
yöntemleri-standart iş süreleri, denetim alanı gibi standartlaştırılmış
yöntemler üzerinde durmuştur. Bilimsel yaklaşımda mikro nitelikli bir bakış
tarzıyla, işlerin parçalarına ayrılarak incelenmesi, aşırı uzmanlaşma,
birbirlerinden izole olmuş görev ve roller, piramit yapılı hiyerarşik
örgütlenme, sıkı denetim gibi özellikleriyle, Newton’un “bir bütün,
parçalarının toplamıdır” yaklaşımından pek farklılık göstermemektedir.1
Benzer etkiyi klasik örgüt teorisinin öncülerinden olan Henry Fayol’un
“yönetsel yaklaşım”ında ve Max Weber’in; işler ve hareketlerin rasyonel ve
objektif esaslara uygun olarak düzenlenmesi süreci olarak tanımlanan “ideal
bürokrasi”sinde de görmek mümkündür.2
Geleneksel yönetim
paradigması, kendi döneminde problemli konulara birer çözüm önerisi olarak
ortaya çıkmış, fakat ileriki zamanlarda değişen çevre şartlarında yeni oluşan problemlere
çözüm üretme yeteneğini büyük ölçüde kaybetmiştir. Bu yaklaşımlar çözüm
üretememenin ötesinde çoğu zaman problemin kaynağı haline gelmiştir. Bu durum
genel itibariyle Bartlett ve Ghoshal tarafından dört problemli alan, “itaat,
denetim, sözleşme ve kısıtlama” olarak sınıflandırılmıştır.3
İçinde bulunduğumuz paradigma
kaymasında en fazla öne sürülen argümanların başında gelen küreselleşme,
aslında şirketlerin mevcudiyetine ihtiyaç duyduğu kürevi rekabetin bir
gereğidir. Kenichi Ohmae, bu rekabetin yolunun kararlılık, yaratıcılık ve
rekabetçilikten geçtiğini söyler.4 R. A. D’aveni yeni yüzyıl
rekabetinin düzensizlik ve öngörülemezlik tarafından belirlenen “hiper-rekabet”
olduğunu ve bunun sürdürülebilir olmaması sebebiyle şirketlerin artık stratejik
manevralarla hayat mücadelesi vereceklerini vurgular.5 Yeni
paradigmanın öncülleri teknolojik yenilikler, dış müdahaleler, yeni rakipler,
kamu düzenlemeleri, sıklıkla oluşan iş modeli değişiklikleri vb. etkenlerdir.
Bu ve benzeri etmenler durumu çetrefilleştirmenin yanı sıra, bir taraftan
fırsatlar doğurmakta ama diğer yandan coğrafya, pazar ve kurumlar arasındaki
sınırları bulanıklaştırmaktadır. Küresel ekonomideki istikrarsızlık, para
piyasalarındaki dalgalanmalar, iklim değişiklikleri ve artan doğal afetler,
terör, totaliterleşen ülke yönetimleri, finansal skandallar, gıda ve su
bozunumları vb. kırılganlıkları arttırmaktadır. Bunlara ilaveten
kırılganlıkları daha da arttıran unsur, inanç ve güven dağılmasıdır ki, bu
durum ikilemlerin dünyasını ortaya çıkarmaktadır.
Yukarıda değindiğimiz
belirtiler karamsarlık, yer yer kötümserlik oluştururken ikilemin diğer yüzünde
“insanlık, eşitlik ve özgürlük” arayışları daha yüksek sesle dile
getirilmektedir. Çağımızda düşük ücretlerle ve ayırım yapmadan (çocuklar da
dahil) istihdam etme, gelir ve kaynak dağılımı adaletsizlikleri karşısında
tüketiciler ve kurumların bazıları aracılığıyla insaniyet arayışları da
güçlenmektedir. Dikkati çeken diğer bir gelişme piyasada gücün her geçen gün
biraz daha fazla tüketiciye geçmesidir. Her türden tüketici baskısı sosyal
medyanın sağladığı imkanlarla daha da artmaktadır. İkilemlerin çağı olarak
nitelediğimiz yeni zamanlarda göze çarpan yeni bir gelişme de devletleri
yıkacağına inanılan gizli bilgilerin dünyanın gözü önüne serilmesine rağmen
(Wiki-Leaks) denklemde çok da sarsıcı değişiklikler olmamasıdır. Bütün bu
gelişmelerin zamansal boyuttaki karşılığı hız, mekânsaldaki karşılığı ise çok
katmanlılıktır. Bu hususlar dikkate alınmadan yapılacak gelişim-değişim
okumaları sürekli olarak yetersiz ve kısır kalacaktır. Hız ve çok katmanlılık
yeni gerçekliklerin temeli olarak yönetim olgusuna dair bakış açılarımızı
gözden geçirmemiz ve irdelememiz açısından son derece önemlidir. Özellikle bir
şirketin işletmesel gerçekliği önceki yıllara nazaran farklı vizyonlara sahip
olma gerekliliğini de bünyesinde taşımaktadır. Yeni zamanlar gerek ferdin
gerekse oluşturduğumuz toplulukların davranışlarına ve bunlara bağlı
mesuliyetlere –özellikle- daha fazla ehemmiyet yüklemektedir. Çünkü en başta
yöneticiler olmak üzere sorumlularının pek çoğunun “işin doğal parçası”
olduğunu savundukları “ahlak sahibi insan olmak” erdemi her geçen gün aşınarak
yozlaşmakta, söylencenin ötesine gitmemektedir. Burada vurguladığımız kavramın
etikten önce ahlak olduğunu bilhassa belirtmeliyiz. Zira ahlak güzel
davranışların erdem olarak içselleştirilmesi iken, etik daha çok grupsaldan ‘normlar
marifetiyle’ bireye temas eden ve durumsallık arz eden doğruluğu içerir ve
bundan dolayı bazı hallerde diplomatik düşüncelere ve davranışlara sevk edici
olabilir. Bundan dolayı günümüzdeki gibi şirketlerde etikten söz ederken
genelleyici, aynı şirkette çalışanlara ise özel olarak genelleyici olana
uymaları yönünde yol gösterilir. Ahlak kavramına örnek olması açısından, Dr.
Muhsin Mazman’ın “Babaannem harman yerinde tüm canlıların hakkı var derdi”
başlıklı makalesinden yapacağım aşağıdaki alıntı açıklayıcı olacaktır:6
“Çiftçilik zor işti. Hasat
sonrası buğday sapları desteler halinde ortada bir yere sırtta taşınırdı. Ama
insanı asıl besleyecek bereket tanelerdi. “Nene buğdaylar yerlere saçılıyor.
Bunların hepsini toplayacak bir yol bulmalıyız.” demiştim. Babaannem şu sözü
söylemişti. “Harman yerinde tüm canlıların hakkı var.” Karıncalar sanki
babaannemden güç almış gibi haklarını yuvalarına taşıyorlardı. Kuşlar gelip
kendi paylarını alıyordu. Doğa kendi haline bırakıldığında yüzde yüz verimle
çalışır. Sadece hepsi insan tarafından kullanılmaz. Sanırım insanoğlunun
tahammül edemediği de bu.” Bu bakış açısı modern insana karşı gerçek anlamda bir
meydan okumadır. Bilhassa 19. Yy.dan bu yana anlama-kavrama işlevine eklemlenen
bilgiyi bir iktidar, hükmetme aracına dönüştüren “bilim-ci insanın” tabiata karşı işlediği büyük suçlardan sıyrılabilmek
için geliştirdiği ‘ironik-akılcı’
çıkış yolları onu daha da mı vahşileştirmiştir. Mekanik ve son yıllarda
edindiğimiz dijital dünya okumasının bizleri sürüklediği vahim durum, yeryüzünü
-şükür içinde- ihya ederek sınırlı bir biçimde imar etme yerine daha da fazla “tahribin
askerleri” haline getirmemiş midir? Öyleyse soru şudur: müsebbibi olduğumuz
azgınlığa gem vuracak ‘şey’ nedir? Doğanın parçası olduğumuzu tekrarla söyleyerek
onun için tedbirler almak mı… İnsan, kendisi ve çevre tanımlamasını yapıp
bununla özdeşleşirken hangi önlem bize bir bakış açısı veya hangi bakış açısı
bize ne türden önlemler sunacaktır? Her şey bir yana ne insan doğanın bir
parçasıdır ne de çevre olarak nitelendirdiği varlık ondan ayrı-gayrıdır. Bu dualite
yaşlanan ve süreli gezegen üzerinde insan evladının yaşadığı en trajik
hususlardan biridir ve insan birey olarak bu meselenin içinden çıkamadığı
müddetçe, oluşturduğu toplumlar vasıtasıyla elleriyle yediği bu halttan
sıyrılamayacaktır. Hele ki ‘o toplumları’ da bir pazarlama ve kazanç aracı
haline getirdiği sürece ‘günahının’ yükünü daha da ağırlaştırırken!..
Ahlakın ve/veya etiğin önemli
birer konu olarak eksikliği şiddetle hissedilmektedir. Bu aşınma onlara olan
ihtiyacı son yıllarda körüklemekte ya da ikame çözüm arayışlarını gündeme
getirmektedir. Günümüzde iyi yönetişim, şeffaflık gereksinimi gibi temalar,
şöyle ya da böyle, yönetimlerin gündemine oturmaya başlamıştır; bu durum içi
boşalan etik olgusunun içinin dolacağı anlamına gelebilir ve aslında, işin
doğrusu bundan kaçış da bulunmamaktadır. Etiğin mutlak surette hayata
geçirilmesi özneler arası ilişkileri güçlü kılan, örnek davranış modelleri oluşturan
ve her geçen gün ciddi bir biçimde güçlenen tüketici baskılarını çok yönlü
olarak tamponlayan bir yanı bulunmaktadır. Unutulmamalıdır ki, ahlak yozlaşması
dönemin en ağır sorunudur ve kötü ahlak gibi güzel ahlak da bulaşıcıdır. Bu
bağlamda, güzel ahlakın yeni örgüt paradigmalarının geliştirici alanlarına
olumlu katkıda bulunacağı düşünülebilir. Bilindiği üzere, geleneksel yönetim
paradigmasını belirleyen dört problemli alan olan “itaat, denetim, sözleşme ve
kısıtlama” unsurlarından söz etmiştik. Baskı yaratan bu öğelerin etik
dejenerasyonda etkin olmadıklarını kimse iddia edemez.
Yeni zamanların yönetim
anlayışındaki değişim henüz fikri aşamadadır. Şikâyetçi olunan karmaşıklığın
sebeplerinden biri de budur. Acelecilik, gelişimleri tam olarak takip etmeden,
kavramadan harekete geçmek, kullanılan teknolojilere vakıf olmadan kullanmak, her
alandaki performans uygulamalarının asgari zemin oluşmadan yürürlüğe konması ve
belki de en önemlisi değişim-dönüşüme uyum yeteneği olan esnek yapılara geçiş
sağlanmadan yeni yapılanmanın yerine getirildiği zannı veya böyle yansıtılması
pek çok işletmenin yaptığı yanlışlardandır. Yönetimlerin en büyük
yanılgılarından belki de en önemlisi büyük çoğunluğunun ahlaki duruş zaafının
farkına varmadan içlerine düştükleri yalan-kandırmaca gayyasıdır. Şöyle ki pek
çok şirket esnek yapılanmanın baş koşulu olan demokratikleşmeyi, bunun için
gönüllülüğü, sabrı ve samimiyeti göze alamamaktadır. Aslında eski düzene birkaç
rötuş atarak (kurumsal yönetimi yönetişim olarak lanse etmek gibi) günü kurtarmanın
peşindedir. Bu manada atlanılan en önemli püf noktalarının başında demokratik
zihniyet oluşumunun sağladığı bakış açısı ve bunların içselleştirilmesi
suretiyle ileriye aktarılacak olan merkezinde güzel ahlakın yer aldığı ve önce
mekânsal sonra da zamansal katmanlara sirayet eden kültürel birikimdir.
1 H., Şimsek, 21. Yüzyılın
Eşiğinde Paradigmalar Savaşı, Kaostaki Türkiye, Sistem Yay. İstanbul, 1997, s.
177
2 C. Wrege, D., Greenwood, A.
Regina, Sakae HATA, “What we do not know about management history Some
categories of research and methods to uncover management history mysteries”
Journal of Management History, V. 5 Is. 7, 1999, s.25
3 A. Christopher Bartlett,
Sumantro Ghoshal, “Rebuilding Behavioral Context: Turn Process Reengineering
into People Rejuventation”, Sloan Management Review, 1995, s. 15
4
https://de.wikipedia.org/wiki/Ohmae_Kenichi [Erişim: 01.09.2015]
5 R. A. D'aveni,
Hypercompetition, The Free Press, New York, 1994.
6 http://blog.radikal.com.tr/cevre/babaannem-harman-yerinde-tum-canlilarin-hakki-var-derdi-88330 [Erişim: 01.09.2015]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder