Günümüzde bilgi olgusuna yaklaşımda işletmeler
açısından bir göz attığımızda belirli öğreti kalıplarının üst çerçevelemelerle
donatıldığını fark edebiliriz: Başat üst çerçeveler olarak bilgi, süreçler ve
yönetimin kavramları. Bilginin tanımında kavramın geniş açılımı, bundan
hareketle kavramlaştırmalar ve bunlara bağlı çeşitli alternatif görüşlerin
eksikliği dikkat çeken bahislerdir. Bu durumun yarattığı asli problem ise genel
anlamda “yönetim” olgusuna dair yaklaşımlardaki kısırlıktır. Belirli kalıp
modeller işletmelerin uygulamaya gayret ettikleri yönetim tarzlarını oluşturmaktadır.
Ancak, bu yaklaşım-lar-ın akıp, insan ummanına döküldüğü noktadan itibaren
sorunlar zuhur etmekte ve insanı mutlu etmesini umut ettiğimiz bilgi, zıttı
etkilere ve neticelere neden olmaktadır. Gerçekten de, en azından işletmelerin
özellikle insanın –en başta çalışanlarının- durumuna ilişkin sorgulama
yapmamaları veya bazılarının bunu kasıtlı olarak icra etmemesi, günümüzde diğer
gelişmeler ve ortaya çıkan darlandırıcı koşulların da eklenmesiyle ciddi
anlamda kaosa ve bunalıma yol açmaktadır. Bu bunalım-lar iktisattan, topluma ve
insan psikolojisine ve genel sağlığına, şirketlerden devletlere değin çok geniş
bir alanda gitgide baskın bir hal almaktadır. Peki, bu durumda “Kutadgu Bilig”
olması gereken bilgi üzerinde ne gibi tasarruflarımız var ve neyi hatalı
yapıyoruz ki; insan hayatında önemli bir yer tutan iş ve işletme bizler için tuhaf sorunların ve mutsuzluğun kaynağı
olmaktadır? Özellikle son 15 yılda netleşen sorunsal, bazı yönleriyle sanayinin
ortaya çıkışını müteakip İngiltere’nin başını çektiği batı dünyasında baş
gösteren ve toplumlar için son derece dramatik olaylara-yaşanmışlıklara ve
sonuçlara sebep olan “sosyal soru(n-y)a (Alm. Die soziale Frage)”
benzemektedir. Bilgi öylesine güçlü bir merkez ve çevre oluşturur ki, hayrı da
şerri de öylesine güçlüdür. “Bilgi ve onun yönetimi” kavramları yalnızca
betimlemelerini içermez, aynı zamanda bize “verilenin” dışında meydana
getirdikleri yaşam kompartmanlarının da sorgulanması zorunludur; bilhassa
içinde bulunduğumuz yeni zamanlarda…
Yukarıdaki
bölümlerde değindiğimiz ve günümüzde de süregelen bilginin konumlandırılmasına
ilişkin bir sorunu daha detaylı ele almanın yararlı olacağı kanısındayım. Çünkü
bu sorunun aydınlatılması, bize sunulan ve bizim eriştiğimiz bilginin
karakterini ortaya koymak açısından elzemdir. Bahsini ettiğimiz konu, iddialı
olan bilginin doğruluğu ve güvenirliliği açısından karşılaşacağı belki de en
can alıcı probleme dairdir: Temellendirme
Sorunu. Bilim insanı evrene, dünyaya ve hayata dair bakış açısını bilimsel
nitelik içeren bilgi doğrultusunda oluşturur. Bunu günlük, sıradan bilgi olarak
nitelediği “Halk Birikimi”nin önüne
geçirir. Burada halk birikimi olarak
vurguladığım kavram, insan ve toplum hayatının genelini kapsayan ve
yeryüzündeki topluluk ve/veya toplumların gündelik yaşantısını idame
ettirmesinde birincil rol sahibi olan karmaşık bilgiler kümesidir. Bu birikim
içinde fikirlerin doğru veya yanlış olması çok da hayati bir önem arz etmez. Bu
bağlamda inanç-batıl inanç, somut-soyut, doğru-yanlış, fizik-metafizik vs.
olguların keskin bir biçimde ayırt edilmesi de elzem değildir. Bu dallı budaklı
kümenin içinde düşünceler, fikirler olduğu gibi duygular da yer alır. Bu kümeyi
gelenekler-görenekler, âdetler, örf, töre vs. unsurlar oluşturur. Bunlar
kendine özgü(n) açıklaması, hatta mantığı bulunduğu varsayılan kemikleşmiş
yalın durumlardır. İşte tam da bu noktada bilim insanı, kendi açısından inanç,
sanı veya dogmalaşmış olarak addettiği bu türden yansımalara karşı mesafeli
durur, onları bilim dışı olarak rafa kaldırır; hatta sıklıkla onları kısmen ya
da tamamen reddeder. Bu edim, bilimin sınırlandırma prensibinin de bir
gereğidir. Lâkin bilgi Platon’un Theaetetos’unda
tanımladığı gibi bir nevi “gerekçelendirilmiş doğru inanç”tır. Yani, nihai
olarak bugün öyle ya da böyle sözünü ettiğimiz bilimsel bilginin çıkış
noktasının inanç ile yakın bir ilişkisi vardır. İnanç olarak adlandırdığımız
sistemler bütününün günümüze değin uzanan birçok bilimsel erişimde oynadığı
rolü yadsımamamız gerektiği kanaatindeyim. Ancak, genel anlamda bu durumun göz
ardı edildiğini ya da bilinçli olarak unutturulduğunu, bilimsel bilginin de
zamanla geleneksel bir niteliğe büründüğünü belirtmek pek de yanlış
olmayacaktır.
Bilginin
felsefesinden teorilerin egemenliğine uzanan bilim insanı, felsefi düşünme
tarzının sorguladığı bilginin gerçekliği ve sağlamlığı sorusu ile karşı
karşıyadır. Teorinin dayandığı esas sorgulanmalı, sınamalara tabi tutulmalıdır.
Hatta Sir Karl. R. Popper’in vurguladığı gibi, teorinin bilimsel olup olmadığı
dahi irdelenmelidir. Ulaşılan bilginin amacı açık bir şekilde
gerçeği elde etmemizi ve bunu bilmemizi
sağlamaktır. Bilginin gerçek olduğu hususunda emin olabiliyorsak, bilgimizin
köklü bir temel üzerine oturduğu sonucuna varabiliriz. Belirttiğimiz bu
aşamalarda; gerçek olma, eminlik, güvenme vb. öğelerdeki ortak nokta yalnızca
sorgulama değil, ağırlıklı olarak insanın hissetme ve inanma gibi irrasyonel
olarak nitelendiren sezgileridir.
Temellendirmenin çıkış notası şudur: Eriştiğimizi
varsaydığımız bilimsel bilgi temellendirildiği takdirde şüphelerin üstünde yer
alacaktır. Bu denli kesinlik arz etme, bilginin doğruluğu gibi koşulların
bilginin gerçekten doğruluğu ve geçerliliği için temel ölçüt olduğu bir anlayış
son derece sorunludur. Hem eriştiğimiz bilgi hem de temellendirmenin tam olarak
sağlanması hususlarının kendisi birer varsayım iken. Ama mesele şudur ki, bizim
kabullerimiz kesinlik taşıyorlarsa, bu yalnızca belirli deneysel ve bilişsel sonuçların
bize sağlayacağı bir bilgi üzerinde kuruludur. Ve bu bilgi de geçici
geçerliliğe haizdir. Ama hayır, bu geçici değil iddiasında isek, bilmeliyiz ki
tecrübî bilgimizin dahi dönüştüğü ve değiştiği, bugün geçerlilik ve doğruluk
arz eden bilgilerin ileride ne şekilde yanlışlandığını, revize edilmek zorunda
kalındığını bilmekteyiz. Örneğin, suyun donma derecesinin uzun yıllar boyunca 0
derece olduğu veya 100 derecede
kaynamaya başladığı, ay ile yeryüzü arasındaki mesafenin ya da ekvatorun
çapının, Everest’in yüksekliğinin veya Türkiye’nin yüzölçümünün değerlerindeki
farklılıklar vb. değişimlerin bize gösterdiği şudur: Koşulların çerçevelediği
bilgi sınırlamaların sonucudur ve bilim sınırlamalara dayanarak
uygulanabilirlik kazanır. Bu basit çıkarım göstermektedir ki; bilgi şu veya bu
şartlar altında şu gerçeği ya da doğruyu yansıtır. Öyle ise hem kesinlik hem de
geçicilik köksel olarak belirli şartlarda ve durumlarda geçerlilik arz ederler;
doğru-yanlış, gerçeklik, gerçek dışılık için de durum pek farklı değildir.
Böylece, Popper’in de vurguladığı gibi bilgimiz hipotetik karakterlidir. Buna Hans Albert’in şu ifadesini de ilave edebiliriz: “Bazı tahminler
gerçeğe, doğruya daha yakındırlar.”
Aklın önderliğindeki salt temellendirmeyi
imkânsız kılan, ikna olduğumuz hususların haklılığına dair bizleri kuşkuya sevk
edecek bilgilerin ortaya çıkmasıyla beraber bu konuların tamamen doğru olduğu
konusunda tatminsizliğimizdir; yani hissiyatımızdır. İşte tamda bu noktada
kişi, kendini daha da sağlam bir sebeplendirmeye ulaştıracak olduğuna inandığı
‘’Arşimet Noktası”nı aramaya başlar. Arşimet noktası ile kastedilen sağlam ve
tam anlamıyla güvenilir bir gerekçelendirme, açıklayıcı bir sebep veya mantıklı
bir silsile ve düzen içindeki sebepler zinciridir. Buradan hareketle belirli
koşullar altında bütün gerçek bilgiler gerçek, bütün yanlışlar yanlış olarak
ortaya çıkmalıdır. Gerçekliği tanıyabilme ve tespit edebilme açısından bilimsel
bilginin arşimet noktasını aramak tam bir “temellendirme fikrinin” özünü teşkil
eder. Bu şekilde sadece bilgiye ilişkin sağlam bir temellendirmeye değil, aynı
zamanda temellendirme sorununun altında yatan yöntemsel problemlerin çözümüne
de yaklaşılır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder