Daha önce belirttiğimiz paradoksal
duruma paralel olarak; bilginin kavramsal betimlemesine ilişkin herhangi bir
mutabakata felsefede de varılamamıştır. Hatta modern bilimin anasırı olan
bilimler teorileri ve öğretisi için de aynı durum geçerlidir. Bilim dışı diye tasnif
edilen öğrenme yolları (kadim bilgi, özgün bilgelik, geniş anlamda ‘ilim’ vs.)
açısından ise konu açık durur; ya metafiziğin sahasına dâhil edilerek tamamen
dışlanır (pozitivist tutum) ya da belirli bir değer atfedilerek rafta tutulur.
Ancak bize göre, bu hususta sıklıkla atlanan ayırıcı nokta Marx Wartofsky’nin
de açıkladığı üzere meta-fizik kavramının tek yanlı olarak anlaşılmasından
kaynaklanmaktadır. İnsanlık tarihi boyunca bazı dönemlerde daha açık
görüleceği üzere, bilgi üretiminde gerçeklik tabanı hakkında çok fazla
spekülasyon yapılarak, düşünceler ve bilgi üzerinden marjinale ve akıl dışılığa
kaymalar olmuştur. Hâlbuki metafiziğin felsefe ile olan bağlantısında, onun
düşüntülerden uzak tutularak olabildiğince asli amacı doğrultusunda kullanıldığı
açıktır. Geniş anlamda, felsefeden de önceye dayalı bir geçmişe sahip olan
metafizik Wartofsky’nin de belirttiği gibi “teorik anlama gücümüze imkan
sağlayan alternatif kavram çerçevelerini eleştirici ve sistemli bir biçimde
ifade eden en kapsamlı yöntemdir.,, Metafizik bize teoriler oluşturmanın
koşullarından atıf, yapı ve soyutlama üçlüsünü sunar.” Joseph Agassi’nin deyişiyle “metafizik,
bilimdeki teorilerin kavramları ile malzemelerini sağlayan kaynaktır”. Gerçekten de spekülatif olmayan metafizik, felsefe ve bilimin en önemli yapı
taşlarındandır. Ama geçmişte de, günümüzde de metafiziğin “adını kötüye
çıkaran” spekülatif meta-fizik sürümler olarak adlandıracağımız, eleştiriye
kapalı dogmatik saplantılar, katı ideolojik şartlanmalar veya uçuk, mantıksız
ve içeriğinde bolca tuhaf sözcüklerin yer aldığı ve hedefi sadece rant olan bir
takım yoz mistifikasyonlar, yeni çağ dinleri, işletme astrolojisi, kuantum-secret
soslu kişisel gelişim programları, para-psikolojik
vb. sömürgen tuhaflıklardır. Yine de her halde, metafiziğe dair yaptığımız bu
kısa açıklama, olgucu bakış açısına aşırı saplanmış olanları tatmin
etmeyebilir. Zaten, akl-ı selim düşündüğümüzde, son tahlilde; böyle bir
problemin varlığı sadece konuya duydukları ilgiyi aşırılaştıranlar için bir
türlü aşılamayan bir tartışmanın konusu olabilir (en az 300 yıldır olmaktadır
da). Bilimler öğretisinde yer alan “Temellendirme Problemi” de benzer ve kısır
döngüye neden olan bir sorun olmakla beraber, problemin bilhassa bilimin
gelişimini engelleyici yönünün fark edilmesi ve bir teorinin aslında
temellendirme amacı ile dogmalaşmaya ve hatta bir tür ‘suni’ bağışıklık
kazandırılması yoluyla dokunulmazlık kazandırılmasına vasıta olması, böylece
bilimsel ilerlemeye engel teşkil etmesi dolayısıyla, detaylı sınamalara tabi
tutularak yanlışlanma noktalarının bulunması ve böylelikle problemin aşılması
yoluna gidilmiştir. Bu bağlamda, bilgi temasının felsefi ve bilim teorileri
açısından değerlendirilmesinde şu çıkarımı yapmamız, bu çalışmanın mihenk taşlarından
biri olması hasebiyle gerekli olmaktadır: Bilgi yönetimi alanına giren her
türlü bilgi, tahminlerimiz ve varsayımlarımızdan oluşan bir demettir. Hipotetik
bilgi; ama deneysel ama bilişsel ve tüm yöntemlere açık ve sonuçta bizim
muhatap olduğumuz hemen her türlü bilgi. Böyle bir bilgiyi kuşatmak, onu
yönetmek ve ona hâkim olmak isteyen insan, aynı bilginin aynı zamanda kendisini
kuşattığını unutmamalıdır. Hele çağımızda dakikada GB’larla ifade edilen bir
yığın veriye maruz kalan insan için bilginin derlenip toparlanması, çekilip
çevrilmesi tüm teknolojik olanaklara rağmen oldukça sınırlıdır; aynı insanın
kuşatılmasında fıtratına uyumlanan ve onu bazen çaresiz kılan durumlarda olduğu
gibi. Bilgiye dair belki de en önemli ve kritik durumlardan biri, onun iman
gibi algılanması veya kabulü ile zihinsel şablonlarımızın çoğunluğunun
“verilenin kabulüne” göre yönlenip oluşması, dar alanda çapa atması ve yaygın
olarak şartlandırılmış kodlara bağımlı kalmasıdır. Sufilerin insanın zindanları
olarak simgelendirdiği düşünme tarzlarımız ve zihinsel şablonlarımız, insanda
var olan ve Yaratıcı’nın ona bahşettiği tefekkür, basiret ve feraset
vasıtasıyla derinlemesine görülemezse ve bu duruma ilişkin bilinçlenme
sağlanamazsa aşılması çok güç ve ciddi engellere dönüşürler ve insanın
yeryüzündeki “asli dramı” olurlar:
Zannın hâkimiyeti ve buna boyun eğen zihin.
Bilgiye ilişkin
yukarıda belirttiğimiz hususlardan hareketle yapacağımız çıkarım; ister günlük
veya felsefi, isterse bilimsel olsun bilginin ve ondan hareketle
oluşturacağımız her türden somut veya soyut ‘şeyler’; ispat,
kesinlik, kesin çözüm veya sonuçlar iddiasını barındırsalar dahi eninde sonunda
değişim, dönüşüm ve yenilenmeye veya tamamen çürütülmeye mahkûmdurlar. Eğer
tersi mümkün olsaydı; insanın gösterdiği gelişim, değişim, aynı şey üzerine
farklı ve değişken bulgular, yaratılandaki çeşitlilik, zenginlik ve süreklilik
bu düzeyde fark edilemezdi.. Ama gerek küresel gerekse yerel yönden, insana ‘kanıtlanmış ve kesin gerçek budur’ tarzında sunulan tutucu ve buyurgan zorlamalar
olduğunu bilmekteyiz. Sadece evrim teorisi tartışmalarını bu duruma örnek olarak
göstermemiz yeterli olacaktır: Tarafların öne sürdükleri evrimsel bilgi
teorilerinden, geleneksel ve mikro biyolojinin bulgularına, genetik biliminden
sosyal darvinizme ve ilahiyata, mistiğe ve ilaveten post modernist görüşlere
değin geniş bir alan çeşitli çıkarımlara ve sonuçlara (geçici nitelikli) zemin
hazırlamaktadır. Bu durum, Darwin’in bizzat teoriyi ortaya koyduğu zamandan bu
yana devam etmektedir. Her bir taraf geçerli gerçeğin-hakikatin kendisinin
ortaya koyduğu sonuç-açıklama olduğu iddiasındadır. Dikkat çekici olan bu ve
benzeri tartışmalarda veya bilimselliğin ön plana alındığı ortamlarda, bilimsel
bilginin ve dahi bilimin çekirdeği olan teorik düşünmenin bu devinim içinde
eriyerek dikkatin teknoloji ve teknolojik ilerleme anlayışı ile özdeşleştirilmesidir.
Bilim insanının teknolojik kavramlara çok fazla dayanması, bilimsel bilginin
düzeyini ve derinliğini indirgeyici bir rol oynamakla beraber, bilim insanının benmerkezciliğine
“tavan” yaptırmaktadır. Teknolojinin şekillendirdiği ve sunduğu bilgi gerek onu
oluşturan gerekse ondan neşet eden bilgiye adeta yegânelik tescilini
yüklemektedir. Bu durumun kullanıcı için kabulü doğaldır, ancak bilgi sahibinin
kendini kendi yarattığı buluş ile özdeşleştirmesi tuhaf ve sağlıksızdır. Bunun
en berrak tezahürü, varsayımsal bilginin taşıdığı tevazuya rağmen, bazı bilim
insanlarında kibrin taassubunun belirginleşmesi ve hâkim olmasıdır. Bu durumun
getirisi ise ya aşırı öne çıkarıcı ya da savunmacı reaktif tutumdur. Peki sonuç
nedir? Bilimin kurumlaştırılıp kutsanması ve bilim insanının dokunulmazlık
zırhına bürünen mabet şövalyeliği veya baskıcı bir ideoloğa dönüşmek. Hâlbuki
bilginin hangi türü olursa olsun, kişinin bazı özellikler ile donanımına vesile
olur. Ancak, bu kişiye diğer insanlar üzerinde, bilhassa psikolojik üstünlük ve
baskınlık hakkının verilmesi değildir. Oysa felsefi veya derin düşünmenin,
tefekkürün ana işlevlerinden birisi eleştirel, yapıcı ve özgürlükçü bir biçimde
insanlar ve kültürün farklı alanları arasında, örneğin; bilim, hukuk, ahlak ve
din, sanat ve edebiyat, teknik, ekonomi ve siyaset vs. ilişki ve iletişim tesis
etmektir. Ama insanın sıklıkla unuttuğu bir husus şudur: “Oysa O dilemedikçe insanlar O’nun ilminden hiçbir şey edinemez,
hiçbir şey kavrayamazlar.” (Kuran-ı Kerim, 2-255).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder